Beklemeyi
sevmiyorum ama beklemekte güzel oluyor bazı zamanlarda, beklediğin otobüs
durağında hoşuna gidecek biri de bekleyince otobüsü... Ne bekliyoruz, malum otobüsü
bekliyoruz bir on kişi, dolmuş durağında... Kimse kimseyi tanımıyor neredeyse,
ben de onu tanımıyorum. Ona bakıyorum, onu kesiyorum, onu fark ediyorum, o fark
edildiğinden bihaber arkadaşıyla muhabbet ediyor.
İlk bakışta aşka
inanmıyorum, ilk görüşte şiire inanıyorum ve ben ona inanmaya başlıyorum galiba,
en şiirselliğinden. İnanmak, sevmenin yarısıdır derim ben ve şiirsel bir tinle
inanmak benimkisi… Onun adını bilmiyorum. Adı Merve midir Zeynep midir acaba
diye düşünüyorum, çok zayıf ihtimaller bunlar binlerce isim arasında. Onun adını
şiir koyuyorum. Şiir hatun…
Huyunu bilmiyorum,
acaba tilkiye benzer itiyatları mı var, çakal huylu mu yoksa ahu huylu mu,
hanımefendi? Buradan bakınca ahu gibi görünüyor resmen, sanki içimde an
itibarıyla ceylan gibi sekiyor. Bana bir şeyler oluyor arkadaş. Beni doktorun
eline götürün, ben ona hasta oluyorum galiba. Kroniğe bağlayacak mıydım acep?
Suyunu bilmiyorum,
hangi tatlı gölün suyu bu? Hangi üzüm bağının salkımı bu? Ben ki karşıki
dağların bir çam kozalağı… Acaba
soğukkanlı mı sıcakkanlı mı? Yoksa delikanlı bir kız mı? At üzerinde köyümüze
gelin gelmeye tam layık. Buradan bakınca çok şiir görünüyor, çok şirine görünüyor,
üzerinde turkuaz bir gömlek… Gözlerinin rengini buradan bakınca göremiyorum, fark
edemiyorum, muhtemelen kahverengidir.
Üzerinde mavi bir
pantolon, turkuaz bir gömlek, kolunda rengini çözemediğim çanta, bileğinde bir
bileklik ve bir saat kolunda. İçimdeki hormonları provokasyon edecek kadar fit
ama muhayyel bir şaibe düşünmüyorum hiç. At gibi tabiri yanlış olur bunun için,
ahu gibi… Şiir gibi… Şiirin dibi… Çayın demi… Parmaklarına dikkat ediyorum;
tırnakları boyalı kırmızıya ve hiçbir parmağında yüzük yok. Gerçekten de
buradan bakınca bir şirine gibi duruyor ve gökyüzü masmavi, üzerimizde tek bir
bulut tanesi yok. Buradan ona bakınca böyle ama ben onu hiç bilmiyordum ki ta
bu güne kadar. Nereden çıktı karşıma, acaba bulutlardan arınmış şu mavi gökten
mi düştü buralara? Bana gerçekten bir şeyler oluyor.
Bu gün benim için
bir milat olmalı hissel ve tinsel olarak, ayrıca öncelikle onun gülüşünü
görüyorum birkaç metre uzaktan, sanki gülüşünden şiir damlıyordu. Düşünsene,
damlaya damlaya şiir kitabı olur onun seri gülüşlerinden… Yanındaki kişi de
arkadaşı olmalı ki güler yüzlü muhabbetleri var anladığım kadarıyla. Bunun
yanında saçlarının rüzgâra karşı raksını fark ediyorum. Düşünebiliyor musun,
saç telleri ekip halinde dans ediyordu, dansa eşlik eden ses tonları şu ağacın
dallarında öten kuşların sesi diyebilirim. Hava ne kadar da güzel, hafif bir
yel esiyor. Esiyor yeller ama kimsenin de üşüyor gibi hali yok.
Evet, onu ilk defa
görüyorum ve yüreğimde bir şiirler çarpıyor. Aklımdan bir şeyler karalamaya
başlıyorum. Hiç düşünmemiştim şimdiye dek, bir otobüs durağında birine çarpıntı
olacağımı, birine kafamın içinde birkaç satır yazacağımı. Ben onu ilk kez bu
otobüs durağında gördüm, bu otobüs durağı mukaddes bir yerdir artık benim için.
Dakikalar sonra
otobüs geldi, otobüse biniyor, ayaklarında topuklu ayakkabılar… Bakiyeniz
yetersiz! Anladı ki kent kartında bakiye yok, cüzdanından çıkardığı beş lirayı uzatıyor
şoför beye. Karşılığında buyurun
diyerek şoför bey paranın üstünü uzatıyor. Acaba çantasında şiirler de taşıyor
olabilir miydi? Acaba bir gün ben de kendi ellerimle yazmış olduğum bir şiiri
avuçlarına uzatabilecek miydim? Şiirlerden öte ona elimi uzatabilecek miydim?
Sakin ol, nereden nereye geldim şimdi. Yarınları bilemeyiz ki, hep muamma… Şimdi
yarını düşünerek şu anları mahvedemem. Ardından ben de biniyorum otobüse.
Tesadüf değil,
tamamen kasten ben oturmuş olduğu koltuğun arkasındaki koltuğa oturuyorum, sırf
saçlarına daha yakın olabilmek için, onun saçlarını daha yakından görebilmek
için. Saçları biraz şiirle karışık şampuan kokuyor. Yeni duştan çıkmış olabilir.
O esnada kendime biraz dikkat ediyordum da ter kokuyordum ben, tabi ya onun
gibi şampuanla karışık şiir kokacak halim yok ya. Ben ne şiir kokuyorum burcu
burcu ne de parfüm kullanıyorum. Arada bir sakal tıraşı sonrasında kullandığım
kolonyadan başka bir rayiha malzemem yok.
Kendime biraz
çekidüzen vermeliyim sanırım, sonuçta insan içine çıkıyoruz diye düşünüyorum. Biraz
albenimiz olmalı. Daha doğrusu o beni böyle düşündürmeye sevk etti o an için. Otobüsün
içerisi sıcak geliyor bana, havasızlık kasvet doğuruyor. Bu ahval içinde onun saçlarına
dalmış düşünüp gidiyorum; otobüste üniversite yerleşkesinden şehir merkezine
doğru. O arada otobüs yol güzergâhındaki bir otobüs durağından yine yolcular
alıyor. Üç erkek yolcu ve iri yarı bir kadın yolcu otobüse biniyor, kadın
yaklaşıyor oturduğum yere doğru, yaşlı biri. Bir gözü toprakta, diğer gözü
benim koltukta… Kolları ve yüzü buruşuk... Birazcık ayakta yolculuk etmek
zorunda, boş bir yer görememişti kendine ve ne yazık ki yanı başımda dikiliyor,
elleri de buruşmuş. Siyah siyah lekeler…
Nereden çıktı bu
kadın diye içimden geçiriyorum bu cümleyi. Otobüs dolusu cümle âlem
içerisindeyim, ayakta kaldı kadıncağız. Evet, ayıp oluyor o kadına yer
vermiyorum. Anlık bir hareketle kalktım yerimden, buyurun siz oturun diyorum. Sağ
ol evladım bile demiyor iyice yaşlanmaya yüz tutmuş kadının teki. İnsan bir
teşekkürler eder, ne bileyim nezaket gösterir bir gülümsemeyle. Bazı kadınlar
var, suratları mahkeme duvarları, bunun gibi mesela… Suratına bak, acı bir çay
koy… Yaşlanmak ki tebessümünü öldürmüş olabilir ya da ne yaşadıysa artık…
Gülümsemeden mahrum bir yüzün günden güne daha da ihtiyarlamasına inanıyorum.
Bu üniversite
yerleşkesinden şehir merkezine ayaklarım üzerinde yolculuk etmekten nefret
ediyorum, biraz da başıma ağrılar girdi, ortama adavetim biraz daha artıyor.
Pozitif düşüneyim diyorum, saçlarınızı bu sefer tepeden fethediyorum, kusuruma
bakmayın da yanı başınıza bir süreliğine bir ağaç gibi dikileceğim. Siz yine
benden bihabersiniz.
Saçlarınızda tek
un tanesi bir kepek bile yok, bir ak saç tel tanesi de yok. Kar görmemiş
saçlarınız… Maşallah! Gençsiniz güzelsiniz üzersiniz diye düşünüyorum. Beni
üzmek için ideal birisiniz, aynı zamanda beni mutlu etmek için ise çok
fevkalade birisiniz. Burcu burcu saçlarınızdan cayıp gözüm biraz kaydı,
ellerinize doğru. Elleriniz bir yemek yapabilecek kadar olgun mu? Elleriniz
yaprak sarma sarmasını bilir mi, çiçek sulamasını, kitap tutmasını? İnanamıyorum
eliniz, neredeyse elinizden büyük bir telefon tutuyor, akıllı telefon mu ne
diyorlar bunlara, elinize ağır gelmiyor mu bu telefonlar, bu telefonlar sizi de
aptallaştırıyor mudur acaba?
Elinizde bir okuma
kitabı olsaydı daha da çok şiirleşirdiniz hanımefendi, ne de olsa otobüsteyiz. Ne yalan söyleyeyim,
hep yabancı filmlerde gördüm de hiç otobüs içerisinde kitap okuyan bir insan
tanesi görmedim. Doğrusu böyle düşünüyorum da ben de okumuyorum ki… Kendime inatla düşünüyorum kitap üzerine,
neden elinizde bir kitap yok, okuyabilirsiniz mesela gözlerinizle içinizden. Tamam,
benim elimde de kitap yok; ama ben kitap almaya gidiyorum şehir merkezine.
Koskoca kütüphanemizin var olması her kitabın olacağı anlamına gelmiyor, bir
nebze olsun eksiklikleri gidermeye gidiyorum paramın yettiğince. Siz neler
yapacaksınız şehir merkezinde, bunu da merak ediyorum, kedi teyzeye dönüyorum o
dakikalarda.
Önyargı olmasın
diye belki e-kitap okuyorsunuzdur diye gözlerimi telefonunuza biraz daha dikkat
kesiyorum, görebildiğim kadarıyla mesajlaşıyorsunuz. Ya o ne Allah aşkına?
Gülücük atıyorsunuz, orijinal gülüşünüz ağzınızın ortasında, siz de mi smile?
Sizin birazcık da gamzeleriniz belirgin yüzünüzde, o smile’de hani gamzeniz? O
akıllı telefonlar, o smile’da belirgin bir şekilde gamze üretmeyi akıl edememiş
olmalılar. Herkes tarafından makbul olabilecek gülüşünüz, teknoloji
kurbanı…
Acaba telefon
numaranız kaç, kiminle mesajlaşıyorsunuz acaba, eskiden insanlar
mektuplaşıyordu. Mektuplaştığınız biri yoktur herhalde, bu teknoloji kalabalığı
içerisinde. Benim de yok zaten. Ah bu teknoloji! Hayatımızı çok basite
indirgedi. Teknolojinin o kadar çok geliştiğini sizden anlıyorum ki, o akıllı
telefonunuzun camından rujunuza bakıyorsunuz, aynalara ayıp ediyorsunuz. Siz gülünce, dişleriniz beyaz gelinlikler
giymiş gibi halaya duruyor sanki… Şiirler ithaf edilmiş olabilir mi acaba
gülüşünüze öncesinde? Ben çok şiir yazdım, arkadaşlarımın isteği üzerine
sevgililerine bile şiir yazdım, acayip bir şey bu inan… Sizin isteğiniz üzerine
size değil, içimden gelerek kendim size yazıyorum şu an aklımın odasında. Sürrealist
bir ressam değilim ama sürrealist düşünmeyi seviyorum. Bulutların şekillerinden
şiir yazabilirim size… Daha nicesi…
Nihayetinde otobüs
şehir merkezine geldi 12 dakikalık bir yol mesafesinden sonra. Ayakta olduğum
için öncelikle ben ve birkaç kişi inmiş oluyor otobüsten, indikten birkaç
saniye sonra durak çevresinde sağ solu gözetliyormuşum gibi eylemlerde bulunuyorum.
O da iniyor aheste aheste, ayaklarında topuklu ayakkabılar...
Olur ya filmlerde
yolcu otobüsten iner, peronlar çevresinde bekleyen sevdiğini görür, sevdiğine
koşar ve sarılır doyarcasına... Neyse hevesim
kursağımda kalsın o bana sarılmaz zaten, ben hem biraz ter kokuyorum hem de
onun ayaklarında topuklu ayakkabılar var. Topuklu ayakkabılarla bana koşup
sarılacak hali ve hevesi yok ya! Aklımdan bir an olsun öyle böyle şeyler geçiyor,
o bana sarılsa yüreğime inerdi sanırım, pek alışık değilim ki sarılmalara. Ve
bana ailemden başka sarılan pek olmadı. İstisnai biri olsun ister insan ama
benim için ille de olsun istemiyorum ama olacaksa da olsun olmayacaksa da
sağlık sıhhat olsun. Hayırlısı olsun.
Yürümeye başladı, ayağınızdaki
topuklu ayakkabılarla arkadaşınızdan uzun olacağınızı sanıyorsunuz galiba.
Boyunuz nereden baksam 1,70. Ama saçlarınızın uzunluğunu rakamsal olarak ifade
edemiyorum. Şiirsel bir ifadeyle, atkuyruğuna benzeyen siyahımtırak saçlar…
Masalsı bir ifadeyle rapunzel… Çok abarttım yine sanırım. Topuklu
ayakkabılarınızla biraz daha uzunsunuz, saçlarınızın uzunluğu da hala dikkatimi
çekiyor. Acaba her gün suluyor musunuz bu saçlarınızı? Sulamak mesele değil de saçlarınızı
kurulamanız sizi yormuyor mu? Saçlarınız biraz da dalgalanıyor, havada hafif
yel var, saç telleriniz yellere maruz. Sonra saç telleriniz üşütür, kırılırlar
belki. Saçlarınızın sağlığı bile düşünmeye başlıyorum, yine garipleşiyorum.
Bir yüz metre
yürüdünüz, siz sanırsınız ki o ayaklarınızdaki topuklu ayakkabılarla podyumda
yürüyorsunuz. Hanımefendi, burası kaldırım, sizi tanıştırayım. Bakınız şunların
hepsi de kaldırım taşı, merhaba deyin. Burası Paris’te bir moda defilesi değil,
burası Muğla’nın bir kaldırımı. Siz manken değilsiniz, siz şiirsiniz haberiniz
yok. Kasmayınız kendinizi, rahat olunuz. Ayaklarınıza yazık, o topuklu
ayakkabılarınız ağrı ve nasır yapmıyor mu ayaklarınızda? Yalın ayak yürüseniz
daha iyi, şeytan diyor ayaklarındaki topuklu ayakkabıları çıkar, şu işyerinin
damına at… Takıntılıyım galiba bu topuklu ayakkabılara…
Bu iki arkadaş,
benim gideceğim ismini yazmak istemediğim bir kitapevine yönlerini çeviriyorlar,
ne güzel bir şey bu. Kitap alacaklardır, yoksa niye girsinler ki kitapevine.
Saniyeler sonra ben de kendimi buluyorum kitapevinde. Dört bir taraf kitaplarla
dolu, ortalık kitapla karışık o kokuyor. Yeni bir kitap kokusunu içime çektiğim
çok olmuştur. Bu sefer, onunla aynı ortamda hele de kitaplar içerisinde aynı
havayı soluyorum. Burnum bayram ediyor, ciğerlerimde bayram havası sanki… Hapşırıyorum o an, tek bir tane çok yaşa
diyen de yok... İkinci hapşırmam da geliyor hemen ardından, yine yok… İnsan
bekliyor işte, tanımasa da etmese de çok yaşayın lafını duymayı… Sonuçta aynı
ülkenin insanları, aynı dinin mensupları, aynı ortamın müşterileriyiz.
İster istemez iki
arkadaş arasındaki muhabbete kulak misafiri oluyorum, o an için kendimi tanrı
misafiri ilan ediyorum, konuştuklarına, ayrıca arada bir gözlerim ona kayıyor. Gözlerimle
onu tepeden ayağa taciz etmek değil benimkisi, güzele bakmak şiirdir. Bizim ki
yine çantasının içerisindeki küçük bir çantadan bir kâğıt parçası çıkarıyor.
Masa başında oturan ak saçlı gözlüklü kitapçı beyefendiye şu kâğıtta yazan
kitaplardan almak istiyoruz, acaba var mı diye soruyor. O küçük kâğıt
parçasında hangi kitapların adı geçiyordu, onu da merak ediyorum. Ben de o
esnada bir taraftan onların sesine kulak veriyorum, bir diğer taraftan
gözlerimle kitap isimlerine göz atıyorum. Nihayetinde almam gereken iki tane
kitabı alıyorum elime, bunlar da okunup bağrımıza basılmalı deyip aynı zamanda
kitapevinin kasiyeri olan kitapçı beyefendi amcaya doğru adımlarımı atıyorum. Şiir
hatun oracıkta beklemelerde… Yan yana gelmiş olduk, onun yanı ne kadar çok
heyecan verici. Acaba bu şehre tanrı misafiri misiniz diye sormak geçiyor
içimden… Yoksa siz yoksunuz da ben sanrılar mı görüyorum acaba? Yok, yok siz
varsınız ve ben görüyorum sizi, gerçekten varsınız.
Yanındaki
arkadaşı mırıldanırcasına Mehlika saat kaç diye sordu? Şiirime kestirdiğim
yanımdaki güzelin, adını duymuş oldum o soru içerisinde. Ve aylardan eylül,
onun adı da Mehlika. Dışarıda belki bahar havası yok ama eylül rüzgârları var
ve içimde sekmeyi yeni öğrenen bir ceylan yavrusu… Anasının kuzusu olmalı
Mehlika, görünümünden tavırlarından biraz öyle anlaşılıyor. Ama Mehlika biraz
da aptal çıktı diyebilirim, o elindeki elinden büyük akıllı telefon
aptallaştırıyor gerçekten onu. Sol kolunda bir saat var, oradan saatin kaç
olduğuna bakmaya aklını erdiremiyor ve telefonuna bakıyor; saat on biri çeyrek
geçiyor diyerek arkadaşına cevabı veriyor. Ses tonu, kulağa şiir gibi geliyor.
Onunla şimdi yan
yanayım, sanki beraber yemek yemiş üstüne bir de çay içmişiz de hesabı ödüyoruz
kasiyere. Alakası yok bu sanki ile… Gözlerime inanamıyorum, ben sanıyordum ki
onlar bağrına basabileceği, okuyabileceği kitaplar aldı. Ders kitapları… Hangi
öğrenci bağrına basmış bu ders kitaplarını? Aldıkları kitaplar Eğitim Psikolojisi
bir diğeri de Yazılı Anlatım kitabı. Belli ki üniversite hocaları, şu kitabı bu
kitabı alın ders için demiş. Bari bir tane olsun, okumalık kitap alsaydınız,
hesabı ben öderdim her ne kadar tanışık değilsek de. Aldıkları kitaba bakacak
olursak sanırım Eğitim Fakültesi öğrencisi Mehlika…
Her şey güzel de sorun
şu ki ben Mehlika ile nasıl tanışacaktım, ona nasıl merhaba diyecektim, hadi
diyelim merhaba! Sonra ne diyeceğim? Bana demezler mi sen de kimsin? Aklıma bir
fikir geldi ilk muhabbeti oluşturmak adına, bu ikisine hibe kitap hediye
edecektim, madem okuma kitabı almadınız, kendi ellerimle kitap bağışlayacağım
size. Kitap da hayat kurtarır. Bir de nereden bulduysam birazcık cesaret
topladım. İçimde o an itibariyle bir çuval dolusu cesaret. Kız ahalisi ile
iletişim kurma konusunda pek becerikli değilim, bunu biliyorum. Birazcık kabuk
kırabilsem, kıralım olup bitsin ne olacak sanki? Karşısına çıkacağım insan ne
kraliçe ne de imparatoriçe. Aynı fakültedeysek o da alelade biri ve ona şiir
gibi davranan bir ben şiir zat var. Madem ona ben şiir gibi diyorum, onun karşısına
çıkabilirim, kır şu zincirlerini.
Onlar, okul
kitaplarını alıp kitapevinden çıktıktan sonra ben hemen kasiyer kitapçı amcaya
aldığım kitapların ücretini ödedim. Aldığım 3 kitabın maliyeti önemli değil.
Aldığım tüm kaliteli kitaplara verdiğim para helal hoş olsun. Amcacığım, insan
bir iyi okumalar diler, biz okuyucular kitap aldıktan sonra ayraçlarını bile
parayla alıyoruz bu şehirde. İnsan bir ayraç hediye edip bu da bizden der.
Parayla ayraç almıyorum doğrusu, alan oluyordur elbet. Okumakta olduğum kitabın
hangi sayfasında kaldıysam sayfanın sağ üst köşesini bükenlerdenim. Yine de
insan bu da bizdendir diyerek bir ayraç bekliyor. Siz nasıl kitapçı
esnafısınız, gözünüz paraya doymuyor!
Kitapevinden hızlı
adımlarla çıktım, Mehlika’nın peşine düşüyorum, hızlı hızlı adımlarla yürümeye
devam ediyorum… Yaklaşıyorum arkalarından. Bir bakar mısınız, affedersiniz diye
seslendim, sesim biraz utanırcasına. Sesim kıpkırmızıca… Mehlika yüzünü bana
dönüyor, arkadaşı da dönüyor. Bu seslenen de neyin nesi diye bakıyorlar. Yüz
yüze geldik, sonra göz göze geliyorduk ki bu kadar yakından, gözlerini kaçırdı.
Gözlerini bir anlık arkadaşına çevirdi.
Sadete geliyorum:
Sizin vaktinizi
fazla almayacağım, biraz önce Anatolia kitapevinde sizleri gördüm de sanırım
derslerle alakadar birkaç kitap aldınız, onlar okunacak tadılacak kitaplar
değil, öyle düşünüyorum. Ben bir kitapsever olarak, istiyorum ki kitaplara ilgi
artsın. İşte elimde gördüğünüz şu iki kitabı ikinize hibe etmek istiyorum. Yani
alın bu kitapları, okuyun… Okul içerisindeki derslerle alakadar kitaplardan
başka, gazetelerde magazin ve spor sayfalarındaki haberlerden başka yazı
okumayan bir gençlik istemiyorum. İstiyorum ki gençlerimiz daha çok kitap
okusun, daha çok bir şeyler okusun... Bu benim naçizane ve devede kulak
niteliğinde bir çabam. Ama olsun, şahsen ben kendim sarf ettiğim bu çabadan hiç
rahatsızlık duymuyorum, siz de rahatsızlık duymazsınız sevinirim, o yüzden alın
bu kitapları. Okursanız, ne mutlu size… Ne mutlu bana… Ne mutlu ülkemize…
Uzun bir konuşma
oldu bu sanırım, olduysa oldu ne yapalım? Mehlika bir şeyler söylemeye başladı,
iyi ya da kötü bir dilsel tepkisi olacaktı. Tabi şaşırdılar önce, bu neyin
kafası der gibiydi bakışları. İyi hoş güzel de siz bizim kitap okumadığımızı
nereden biliyorsunuz, biraz bize önyargı ile yaklaşmadınız mı dedi. Bu ayaküstü
muhabbet biraz uzayacak gibi görünüyordu.
Önyargı değil
benimkisi, doğrudur kitap okuyorsunuzdur. Belki okumuyorsunuzdur, kitap
okumamak belki ayıp değil ama kayıp. Kitap okuyor ya da okumuyorsunuz, ben
kitapları uzatıyorum, ister alırsınız ister almazsınız. Ama alırsanız ben
şahsen mutlu olacağım şayet almazsanız bir birey olarak sizlere kırılacağım.
Kimseyi kırmak gibi bir düşünceniz hiç kimse için yoktur sanırsam. Evet, alıyor
musunuz kitaplar havada kalmasın.
Mehlika elini
uzatıyor, alıyor hibe ettiğim kitapları. O an aklıma şoförün uzattığı paranın
üstü geliyor. O an ki düşüncelerim… Mehlika’ya şiirler de uzatmak istiyorum,
kendim yazmış olduğum.
E siz kitapsız kaldınız dedi arkadaşı. Benim kocaman bir kütüphanem var diyerek
ilk gerçeğimi arkadaşına söylüyorum. Büyük bir kütüphanem var, raflardaki kitap
sayısı binlerde diyebilirim. Daha da büyük bir kütüphanem olsun istiyorum
doğrusu…
Teşekkür ederim, mutlu oldum. Bu iki kitabı siz kendi
aranızda bölüşürsünüz. Umarım okursunuz, rafa koyup oralarda tozlanmasınlar.
Okumanız temennim.
Mehlika gülümsedi
ve o esnada kompliman mı dersiniz yağ yakmak mı dersiniz ne dersiniz bilemem de
tutamadım dilimi. Gülüşünüze de toz
konsun istemem, tekrar teşekkürler. Rahatsızlık verdiysem de affedersiniz,
kusuruma bakmayın iyi günler.
Oradan
öylece çekiliyorum, iltifatıma bir şey diyemedi, gülümsedi sanki içinden ama
yüz ifadesi olarak belli etmedi. Kitaplar bahane idi, Mehlika ile konuşabilmek
ilk defa… Kabuğumu kırmış oldum biraz, konuşabildim onunla ses tellerim arada
bir titrese de… Bu kitapları seviyorum gerçekten. Her ne kadar okuma niyetiyle
aldığım kitapları onlara hibe etmiş olsam da mühim değil. Resmi olarak
tanışamadım onunla belki ama en azından ismini biliyordum. Mehlika… Ve aylardan
eylül, havada eylül esintileri… İçimde bir ceylan yavrusunun sekiyor olması.
Kendisiyle tanışamadım ama gülüşüyle tanıştım, gülümseyişine çok yakından
tanıklık ettim. Sanırım yine bana bir şeyler oluyor, ceylan yavrusu yetmiyormuş
gibi bir de karnımın içinde kelebekler…
Aldığım
kitaplardan iki tanesinin hayrını görmüş oluyorum. Ama o iki kitabı okumam
gerekliydi, kitapevine tekrar dönüyorum. O iki kitabı bir kez daha alacaktım.
Kitapevine giriyorum, kasiyerde yine okul kitaplarının ödemesi var galiba, iki
kişi okul kitaplarına paralar ödüyor.
Beşinci kat rafta
buluyorum yine, o hibe ettiğim iki kitabı da. Kasiyer kitapçı beyefendiye ödemeyi yaparken,
içimi biraz dökmek istiyorum, birkaç kelime… Bir cümle. Amca, bak sana ne
diyeceğim, kitapevinizin bir dış
tarafına herkesin okuyabileceği afişler yapıştırmalısınız, afişlere de şöyle
bir not düşmelisiniz: ‘Ders için kitap
satmıyoruz, gerçek okuyucu için kitap satıyoruz!’
Kitapçı amca, sana
bir şey daha sormak istiyorum, bu işin içindesiniz. Malum kitaplar
satıyorsunuz, genel olarak da daha çok eylül ve şubat aylarında okul kitapları
satıyorsunuz öğrencilere. Acaba şu okuma kitaplarından hiç okuduğunuz oldu mu?
Olmadı mı? Birkaç tane dışında mı? Değil mi, o kitaplar size para doğuruyor,
kitap satmanız ekmek parası sizin için, saygı duyuyorum.
Hayırlı işler!
MEHLİKA / Yasin Gümbür