13 Ekim 2015 Salı

INGEBORG BACHMANN’IN “MALİNA” ADLI ESERİNİN FEMİNİST AÇIDAN İNCELENMESİ - İnci Karabacak



“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar” (Bachmann, 2004).

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Ingeborg Bachmann faşizmin kaynağını insan ilişkilerinde aramaktadır. Yaşamı boyunca “en kanlı arena” olarak gördüğü toplumdaki erkek cinsiyetinin baskı yöntemine dayanan hakimiyeti altında ezilen kadın cinsiyetinin kaderini eserlerine yansıtan Bachmann, kadın cinsiyetinin var olma koşullarının sınırlandırılmasını ve sessizleştirilerek edilgen birer birey haline dönüştürülmesinin bir kıyımdan farksız olduğunun bilincindeydi. Bu bağlamda “Malina”, yazarın kadın sorunsalına dair düşüncelerini yansıtan bir ayna görevi görmektedir.

Ingeborg Bachmann feminist bir yazar olarak “Malina” adlı eserinde Viyana’da yaşayan ve iki erkekle ilişkisi olan bir kadının kimliğini koruyabilmek için iç dünyasında verdiği mücadeleyi ele almıştır. Viyana’da Macar Sokağı’nda geçen hikaye ismi bilinmeyen bir ben anlatıcının gözünden anlatılır. Bu ben anlatıcının kadın olduğu ise anlaşılmaktadır. Bunun nedeni Ingeborg Bachmann’ın eserinde kadın sorunsalını bir kadının bakış açısından sunmak istemesi olarak yorumlanabilir.

“[…] ‘bugün’ ile aramda işte bu denli umutsuz bir ilişki var (…) Çünkü Bugün sözcüğünü kullanma hakkının yalnızca kendini öldürmek isteyenlere ait olması gerekir […]” (Malina, s.16).

Esere yaşadığı anla arasındaki ümitsiz ilişkiye dikkat çekerek başlayan ben anlatıcı yaşamak uğruna yaşadığını ve ‘bugün’ kavramının kendi gibi sona o denli yakın olanlara ait olması gerektiğini bu şekilde belirtmektedir. Yaşamın kıyısından akan zamana tutunmaya çalışan bir kadın olarak ben anlatıcının ilişkilerinde de otorite sahibi olması beklenemeyeceğinden, Malina ile arasındaki ilişkisinde de onun egemenliği altında olmaktan başka çaresi yoktur. Ben anlatıcı Malina’yı kendi gözünden şu şekilde tasvir eder:

“Ama şu da var ki, daha başlangıçtan onun egemenliği altına girmiştim; benim felaketim olacağını, Malina’nın yerinin, o daha hayatıma girmezden önce Malina tarafından alındığını erken anlamış olmalıydım” (Malina, s.21).

Malina’nın eserde eril gücü sembolize ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu noktada dikkate değer bir başka şey ise ben anlatıcının okulda öğrendiği ilk şarkının “Prinz Eugen, der adle Ritter” (Malina, s.24) olması ve Malina’yı tanımadığı zamanlarda onu “Prinz Eugen” olarak adlandırmasıdır. İnsanlık tarihine bir göz atılırsa, erkek egemen bir toplumun üyelerinin erkek çocuklarına güç ve iktidarın sembolü isimler verdikleri görülür.

“[…] Çünkü hiç benzeşen yanımız yok, çok ayrıyız, ve bu, cinsiyetten, türden, onun kişiliğinin oturmuşluğunden ve benim kişiliğimin oturmamışlığından kaynaklanan bir soru değil” (Malina, s.259).

Eserde ben anlatıcı Malina’nın sahip olduğu tipik eril özelliklerine bu şekilde dikkat çekerken, diğer yandan güzellik gibi tipik dişil özelliklere de üstü kapalı olarak değinmektedir:

“Gerçi Malina hiç bir zaman benimki kadar inişli çıkışlı bir hayat sürmedi, zamanını asla boşa harcamadı, bir sürü yere telefon etmedi, (…) aynada yarım saat kendini seyredip, ondan sonra –hep geç kalmak üzere- bir yerlere koşmadı […]” (Malina, s.25).

Görüldüğü gibi duygularını sahneye çıkarma imkanı bulan ben anlatıcının, salt aklın egemenliğine hapsolmuş ve bunun sonucunda kendi duygularına yabancı- laşmış Malina’dan kendini anlamasını beklemesi söz konusu değildir. Peki duygularının peşinden koşmayı tercih eden ben anlatıcının salt aklın himayesine sığınan Malina’ya rağmen yaşamını sürdürecek gücü kendinde bulması nasıl mümkün olmuştur? „Landstrasser Hauptstrasse’de, adını bulmam gereken şu çiçekçi dükkanının önünde, ve koşarken durmamın tek nedeni, vitrinde duran bir demet kırmızı zambaktı, kırmızıdan yedi kat daha kırmızı, böylesi zambakları o güne değin hiç görmemiştim ve vitrinin önünde Ivan vardı [...]“ (Malina, s.32).

Yukarda verilen alıntının son cümlesinden de anlaşılacağı gibi ben anlatıcı Ivan ile karşılaştıkları gün hayatının anlamını bulmuştur ve Ivan’ın çiçekçi dükkanındaki “kırmızıdan daha kırmızı zambakların” önünde bulunması, ben anlatıcın Malina’nın hayatına girmesiyle aklın esaretine hapsolan ve bu yüzden yok olmaya yüz tutmuş kadın kimliğini diriltecek Ivan’a duyduğu derin aşkını sembolize etmektedir:

“Şimdi ben herhangi bir nedenle, bundan iki yıl önce Macar Sokağı’na ta- şınmamış olsaydım, (…), o zaman hayatım rastgele bir akışı izleyecekti, dünyanın en önemli gerçeğini hiçbir zaman öğrenemeyecektim: Yani eri- şebildiğim her şeyin, telefonun, ahizenin ve kordonun, (…) bunların tü- münün Ivan marka olduğunu ve Ivan firmasından geldiğini (…) Önceleri dayanılmaz bir gürültü çıkaran yazı makinesiyle elektrikli süpürge de herhalde bu iyi ve güçlü firma tarafından satın alınıp uysallaştırılmış olmalı, otomobillerin kapıları artık pencerelerimin altında sert çarpışlarla kapanmıyor, ve doğa bile ansızın Ivan’ın gözetimi altına girmiş olmalı […]” (Malina, s.33).

Ivan’a duyduğu derin aşkın çizgilerini günlük hayatının birer parçası haline gelen nesnelere bile yansıtan ben anlatıcı için anlamını neredeyse yitirmiş hayat, Ivan ile birlikte yeniden doğmuştur. Ivan’a duyduğu aşk sayesinde kendi kadın kimliğini özgür bir birey kimliği olarak ortaya çıkarabileceğine inanan ben anlatıcı, ataerkil bir toplumun dayatması sonucu içselleştirmek zorunda kaldığı “güzellik” kavramına hizmet eder hale gelir ve Ivan’ı sahip olduğu dişil özelliğiyle, yani güzelliğiyle etkileme yoluna gider:

“Heyecandan geriye kalan, yalnızca saç firketelerini ve çorapları bulmak için acele bir arayış, rimel sürerken ve farı seçerken, gözkapakları için kullanılan ensiz fırçaları tutarken, pamuğu açık ya da koyu renkli pudraya batırırken gelen hafif bir titreme (…) boyu bir santimetre uzatan daha hafif bir yürüyüş tarzı […]” (Malina, s.34).

Eski çağlardan beri kadın cinsiyetinin güzellik imgesine kendini mümkün olduğunca yakın tutma çabasının temeli, kadın bedenini erkek beğenisine hizmet eden bir meta olarak nesnelleştiren ataerkil toplum yapısına dayanmaktadır. Kadın cinsiyetin erkek bedenine hizmet eden edilgen bir varlık olarak görülüp toplumun etkin alanlarından dışlanması sonucu, kadın kendine ait özgürlük alanını yaratma fırsatını yakalayamadığı için kendine biçilen “analık” ve “eşlik” rollerini kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle tercih etme hakkına zaten hiç sahip olamayan kadın tercih edilmek ve bu şekilde erkek cinsiyetin korumasına girebilmek için güzellik imgesini özümsemek zorunda kalmıştır. Eserde Malina tarafından temsil edilen ataerkil toplumda kendi özgürlüğünü ilan edemeyen ben anlatıcının Ivan’a sığınarak daha önceden içselleştirmek zorunda kaldığı kadınlık rollerini yerine getirme çabası bu yüzden şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan “tıpkı seccadesine kapanan bir Müslüman gibi, nasıl telefonun önünde, alnı(m) parkeye yapışık (Malina, s.45). Ivan’ı bekleyen ben anlatıcının derin aşkının karşılıksız oluşudur:

“Kimseyi sevmiyorum. Çocukları seviyorum doğal olarak, ama başka kimseyi sevmiyorum” (Malina, ss.57-58).

Ivan’ın bu sözleri ben anlatıcının aşkını kendi iç dünyasında yaşadığını kanıtlar niteliktedir. Bu kapsamda ben anlatıcının içinde bulunduğu ilişki üçgenine özetle bakacak olursak; birinde mutlak aşkın tek taraflı yaşanabildiği, diğerinde ise kadın cinsiyetinin özgürlüğüne göz yummayan iki erkek arasında kalan ve anılarıyla sürekli geçmişe gidip gelen bir kadının kendi içsel çöküşüne şahit olması söz konusudur:

“Ivan ve ben: bir noktada birleşen dünya Malina ve ben, ikimiz bir olduğumuz için: aykırılaşan dünya” (Malina, s.117).

Yukarıda verilen alıntıdan ben anlatıcının Ivan’la kendini özdeşleştirdiği ve ancak Ivan’la kadın kimliğini koruyabileceğine inandığı, buna karşın erkek kimliğin temsilcisi rolünü üstlenen Malina’yla ise aykırılaşarak bir bütün olmaktan uzaklaştığı sonucuna ulaşılabilir. Buna ilişkin olarak Bay Ganz’a yazdığı mektupta ben anlatıcının ataerkil toplumda kadın ve erkek eşitliğinin mümkün olmadığına dair görüşleri sembolik olarak yansıtılmaktadır. Çünkü “ganz” kelimesinin Türkçedeki karşılığı “bütün” dür:

“Sayın Herr Ganz, (…) Sizde en son olarak rahatsız edici bulduğum, hala da rahatsızlık duyduğum şey ise adınız. Adınızı bugün bir kez daha yazmak zahmetli geliyor, başkalarından duyduğum anda ise başım ağrıyor […]” (Malina, s.99).

Erkek egemen toplumun bir parçası olma yolunda dişil kimliğini kurban etmiş ben anlatıcının yazdığı karamsarlığın hakim olduğu kitapların başlıklarına göz atıldığında, “ÖLÜM TÜRLERİ”,”BİR ÖLÜLER EVİNDEN”,“ÜÇ KATİL” ve “MISIR’IN KARANLIĞI” adlarını taşıdıkları görülmektedir. İç dünyasında meydana gelen kargaşanın mağlubu olan bu baş kahramanın sığınabileceği tek yer kalmıştır: Macar süvarilerinin istilasından sonra “mavi tepelerle örülü ülkesinden” (Malina, s.62) bir bilinmeyene doğru yola yola çıkarak kaybolan, ruhunu ve bedenini saran siyah bir gecenin sessizliğinde, onun elinden ölüme gideceği siyah pelerinli kurtarıcısına rastlayan“Kagran Prensesi’nin Sırları” Efsanesi. Bu bağlamda Kagran Prensesi ile ben anlatıcının yaşamı arasındaki ortak yanlar dikkat çekmektedir. Ataerkil toplumdan kendini soyutlayarak içine kapan ben anlatıcıya benzer olarak Kagran Prensesi de tek mavi rengin egemen olduğu mavi tepelerle çevrili ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. Bu efsanede ben anlatıcının Ivan’la olan ilişkisinin de izlerine rastlanmaktadır. Kagran Prensesi’nin siyah pelerinli yabancıyı kurtarıcısı olarak görmesi, ben anlatıcının Ivan’a sığınmasından farksızdır. Gerek ben anlatıcının gerekse Kagran Prensesi’nin kurtuluşu aşkta araması nafile bir çabadan ibarettir, çünkü ikisi de gün gelip kendilerini yaşama bağlayan aşkı kaybettiklerinde artık yaşama tutunamayacak hale gelirler.

Eserin sonunda boşaltılan dolabının içinde Ivan’la ilk tanıştıklarında giydiği ve ben anlatıcının kutsal bir nesne gibi sakladığı aşağısı renkli yukarı kısmı siyah elbisenin yerine Malina’nın hediyesi olan üst kısmı renkli aşağısı siyah elbisenin askıda asılı olması, ben anlatıcının sonunda neye mecbur kaldığını sembolik bir şekilde gözler önüne sermektedir. Giymeyi en çok sevdiği elbiseyi plastik bir torba içinde rafa kaldırılmış bulan ben anlatıcının, Malina tarafından derisini kıpkırmızı yapacak kadar dar olan üst kısmı renkli elbiseyi giymeye zorlanışı, onun duyguların değil salt aklın geçerli olduğu ataerkil toplum gerçeğini kabullenmek zorunda kalması ve bunun sonucunda duvarda beliren çatlağın içinde kimseye duyuramadığı sessiz çığlıklarla kaybolarak kendi cinsiyetinin özgürlüğü yolunda verdiği mücadeleyi terketmesi olarak yorumlanabilir.

Üç bölümden oluşan eserin “Üçüncü Adam” adlı bölümünde ben anlatıcının babasına ilişkin kabusları yansıtılmaktadır. Kabuslarında ben anlatıcıyı kadın kimliğinden ötürü gaz odasına kapatarak, dilini kopararak, tecavüz ederek, kitaplarını yırtarak ve buna benzer çeşitli işkencelerle etkisiz hale getirmeye çalışan baba figürünün, bu bağlamda kadınları eve hapseden ve “annelik” ve “eşlik” rollerini üstlenmeye zorunlu tutan ve bunlara karşı çıkanları ise en ağır şekilde cezalandıran Nasyonal Sosyalizm yönetimi ile benzer özelliklere sahip olduğu açıktır. Ben anlatıcının rüyasında büyük aşkı Ivan’ı Yahudi paltosu giydiği bir toplama kampındaki barakaların birinde arayıp bulması ise “Ari” ırk yaratma amacı güden Nasyonel Sosyalizm döneminde gerçekleştirilen Yahudi soykırımı- na işaret etmektedir. Ataerkil toplumların vazgeçilmezi olan baba figürünün Nasyonel Sosyalizm döneminde lider konuma geçmesi, kadın cinsiyetini özne olmaktan çıkararak erkek cinsiyetine hizmet eden bir araca dönüştürmesi ve kadın cinsiyetine sadece doğurganlık özelliğinden dolayı yaşama hakkı tanıması gerçeğine ilişkin olarak ben anlatıcının kabuslarında baba figürü tarafından çeşitli yollarla cezaya çarptırılması kaçınılmazdır.

Sonuç

Tüm bu verilerden, Ingeborg Bachmann’ın, ben anlatıcının yenilgiyle sonuçlanan hayata tutunma savaşı ile başarısızlığa uğrayan kadın cinsiyetinin özgürlük mücadelesini yansıttığı sonucuna ulaşılmaktadır. Esere yakından bakıldığında, yazarın etkisinde kaldığı feminist ögeleri sembolik bir şekilde eserine yerleştirdiği göze çarpmaktadır. Eserdeki bu sembollerin izinden gidildiğinde, hepsinin hayatı boyunca kadın mücadelesine gerek yapıtlarıyla gerek söylemleriyle destek olmaya çalışmış olan yazarın gerçek yaşamına dair kesitler sunduğu da fark edilmektedir ve eserin yorumunda bu gerçeği görmezden gelmek imkansızdır.

Yarım Mektup: Ingeborg Bachmann





Yarım'lar hakkında hemen hemen her zaman düşünürdüm. Bir şeyin neden yarım kaldığını, o yarım'ın bir gün, bir an tamamlanıp tamamlanamayacağını... Gittikçe yarım diye bir şeyin olmadığını, içimize sinmeyen her tamamlanmışın, öyle tamamlanmış olanın, bizim tarafımızdanyarım olarak değerlendirildiğini düşünmeye başladım. Ve yarım'lara kaldıkları yerde bitmiş gözüyle bakmayı öğrendim. O artık -her ne ise- yarım kalmamıştır, öyle tamamlanmıştır..



Bu türden, bir gün tamam olsunlar diye yazdığım mektuplar vardı. Yarım kalarak tamamlandılar. Onlardan birisi, her zaman ailemden birisinden daha yakın bulduğum Ingeborg Bachmann.. Ve böyle tamamlanmış bir mektup, 13 Mart 2008'de yazılmaya başlanmış ve böyle bitmiş:

..............................

Ben nedense seni hep düşündüm. O yangının nasıl çıktığını? Ondan öncesini.. Yangınların kadınları birleştiren şeylerden birisi olup olmadığını da.. Senin bir sözünü çok seviyorum. "Kendimi her zaman en iyi Roma'da hissettim. Çünkü kendimi asla buraya ait hissetmedim" diyorsun ya.. Ait olmak, olmamak, olamamak, olmak istememek.. Dönüp dolaşıp en çok ait olmadığını düşündüğün yerde konuşlanmak...



Otuz yaşıma yaklaştığımda, kadınların şu meşhur otuz yaş bunalımına girip girmeyeceğimi düşünmeye başlamıştım. Zaten, senin otuz yaş öyküleri kitabını da o zaman görüp almıştım bir sahaftan.. İşte demiştim.. Tam da böyle bir şey olmalı.. Kim bilir Bachmann'ın öykülerinde beni neler bekliyor. Daha önce şiirlerini okumuştum elbette... Sana Ingeborg demektense, Bachmann demek hoşuma gidiyor. Sanki binlerce Ingeborg vardır da Bachmann bi tanedir. Bachmann diyince bilinir ki o zaten.. Ingeborg Bachmann'dır.. Sonra hatırladığım güzel şeylerden birisi de bir arkadaşımın -o da seni çok seviyor benim gibi- yıllaröncesinde çalıştığı ajanstan senin bazı fotoğraflarını getirmesiydi bana.. Değişik boyutlarda üç tane fotoğrafın.. Nasıl her fotoğrafta kendinsin? Konsolun üzerinde duran, aileden birisi olup olmadığını sordukları fotoğrafında elini çenene dayamışsın ve sanki yine uzağa bakıyorsun.. Ama bu uzak, çok uzak bir yer değil sanki. Sanki kendi içinden çıkıp, kendi yanı başında, sanki hep yanı başında taşıdığın bir uzağa, hiç kızgın değil tam da tersi gülümseyerek ve olumlayarak bakıyorsun.. Ben de sana bakıyorum... Tanışmamış olmamız üzmüyor beni nedense.. O kadar içselleşmiş ki artık.. Üç beş kişiden söz eder gibi söz edebiliyorum senden.. Ama doğrusu Malina beni ürkütmedi dersem yalan olur. Heledaha sonra filmini de izlediğimde, sendeki, bendeki... Yeryüzünde, bazılarındaki adı konulmamış ama hepimizi ortaklaştıran bir şey beni ürküttü... Çünkü çok sahici her şey. Gerçek, katılaşıp buz gibi olduktan sonra da ürkütücü olabiliyor. Gerçeğin, gerçek olduğunu bilmek ve varlığını kabul etmek, kalbinde kabulüne yetmiyor. Sözcüklerle yapılabilecek her şeye, çizilebilecek tüm resimlere erişilebiliyor...



Sonra bir tufandan sonra.. bir tufandan sonra.. yaşamda benim için şiirin tanımına denk düştü hep.. şiir böyle olmalı dedim.. yola çıktığı yerle vardığı yer arasında yaşam olmalı.. insan bir tufandan sonra'yı yazmaya başladığında yaşamın kıyısında duruyorsa da şiirin sonuna geldiğinde sözcükler onu yeniden yaşamın ortasına çekebilmeli. Bir iki kişiye daha olsa bile.. bana oldu, sanaoldu, onlara da olabilir ama bir tek güvercin, hiç olmazsa bir tek güvercin olsun, kurtulsun, tek bir yaprak bile diyebilmeli.. acı kaskatı keserken ellerini bile... şiir bu kadar yalın, bu kadar sahici olmalı benim için de.. belki işte dilimden düşmemesinin nedenleri de bunlar dizelerinin...



Şair olmak üzerine uzun uzun düşünüyorum bazen.. Şair olmak, şiir yazmak mıdır? Şiir değiştirebilir mi sahiden yaşamı? İnsanı değiştirerek de olsa yapabilir mi bunu? Acaba dünyaya dünyaymış, cama cam, kuşa kuşmuş gibi sadece bakmanın dışında, sözcükler kalkıp başka şeyler de anlatabiliyor mu sahiden? Ölümle yaşam arasındaki bağı sıkılaştırabilir mi ya da inceltebilir mi yaşam ağacının gittikçe hantallaşan dallarını? Sonra senin Frankfurt okulu'nda yaptığın konuşmalarla karşılaştım bir gün.. Şair olmak, yazar olmak ötesinde yazan olmak, yazan olarak yaşamanın, bunu seçmenin.. Evet seçmenin... Yazmak bilinçli bir tercihi ise insanın her şeyin üzerinden örtüsü kalkıyor. O zaman sadece içimize değil, içimize düşenin aksine de bakmak gerekiyor dışarının. Bu da her şeyden önce, insana dair bir sorumluluk yüklüyor yine insana... Yaşamda bize biçilen rollerin içinden yazan olmayı seçmek.. Üstü habire kapatılmaya çalışılan ben'e yaşama hakkı vermek..

İnsanı yaşayabilir kılmak.. Önemli geliyordu bana. O zaman daha da derinleşmek gerektiğini anladım. Kaç kat olursa örtü, kaldırmak gerekiyordu her birini. Canını yakma pahasına, elini daldırdığında içine, eline neyin bulaşacağını geleceğini bilmesen de.. Ve bir gün yanlışlıkla kalbini bile söküp alabilecekken bunu yapmak gerekiyordu. Bizi durduran şeylere de karşı durmak gerekiyordu elbette. Dolayısıyla aynı konuya geri dönersek.. Seçmek... çok daha anlamlı bir sözcük olmaya başlıyordu...



Bazı kitapları çok erken okuduğumuzu düşünüyorum. Bazı kitapları dönüp bir kez daha okumak gerektiğini.. Söz ettiğim gibi otuz yaş öykülerine aynı gözle şimdi, artık otuzdan epey yol almışken.. O yaşın tılsımı üzerimden sihirini toplayıp gittikten sonra dönüp tekrar bakmak.. Sonra pencereyi açıp dünyaya bir kez daha bakmak.. İçimden çıkıp kendime bir kez daha bakmak.. Bakmak, bakmak... Gördüğüm ama bakmadığım şeylere.. Hızla giden bir aracın içinden gördüğüm hayata, bilmediğim bir durakta inip yavaş yavaş yürüyerek yeniden bakmak..



Belki de önemli olan özgün olmak. Ama öyle olacağım diye değil. Kendi biricikliğini koruyabilmek. İzin vermemek derme çatma da olsa senin kendi kurduğun dünyanın yıkılıp geçilmesine... Çünkü sen o kimselerin belki de beğenmediği dünyayı günlerce, gecelerce kuruyorsun.. Bir de biz güzel diyoruz ya.. Güzel şiir diyoruz mesela şairin kanı şiirine oluk oluk akarken.. orda bir sözcük içimizi titretirken güzel dediğimiz şey, aslında çekinip de birbirimize söyleyemediğimiz. Sanki alkış tutarken alkışladığımız acılarımız. Bu nedenle şiir okumalarında ellerim hiç kavuşmak istemiyor birbirine.. Bir gün bir arkadaşım "anlamıyorum demişti, sizin yaptığınız sokak ortasında soyunmak gibi bir şey".. ruhunuzun kılıfını atıp döküyorsunuz ortaya.. ben yapamazdım"... biz yapabildik mi bachmann... Kim yapabildi.. Kim aslında ulaşabildi ki içine.. onca yol gidipde..



O yüzden ölümlere takılıp kalıyoruz... O yangını çok merak ettim. O yangın çıkmadan önce, aslında içli içli tutuşmaya başlayan şeyin ne olduğunu da.. Belki bir yangından çıktığım için de kendimce ortak bir kader ördüm seninle.. belki ben seni de böyle sevdim.. orada dünyanın öbür ucunda şiir yazan bir kadının varlığı, var olduğu, bıraktıkları belki de bu yüzden mirasım oldu benim...



İki sene kadar önce burada bir sergi açıldı seninle ilgili. O hep karşı çıktığın savaşlar hala devam ediyor biliyor musun? Senin bir şiirinde dediğin gibi.."savaşlar ilan edilmiyor artık.. sürüyor..." her boyutta savaşın içindeyiz.. sınırlar paylaşılamıyor.. kimse, kimsenin kendi sınırından içeri girmesini kabul etmediği gibi, herkes mevcut sınırlarını da genişletmeye çalışıyor. Bir arkadaşım anlatmıştı yine: Küçük oğlu, bir akşam halının üstünde oturup dünya haritasına bakıyormuş atlastan.. sonra o küçücük bedeni, kocaman aklıyla, kocaman kalbiyle sormuş: Amerika bir tarafta Afganistan bir tarafta baba.. onların afganistan'da ne işi var?" yani pek de değişen bir şey yok aslında. Yeni karşı çıkma şekillerimiz var.Teknoloji artık daha kolay bizi bir araya getiriyor ve aynı oranda da uzaklaştırıyor... Yine de bir şeye "Hayır" demek istiyorsak bir anda yüzlerce emailde sesimiz birleşiyor. Yalnızlığımız bile hal değiştirdi yani...



Sergiden söz edecektim... Savaşa Karşı Yazmak'tı adı..



Yine de her şey parça parça geliyor aklıma.. Senin şiire, öyküye yani yazın'a bakışındaki tek'lik ve dil'e hep öncelik vermen bizim için de çok yol açıcı oldu. Elbette aynı zamanda felsefeci olman bir yandan witgenstain'in izini sürmen. Diline, dil'e bakışına da yansıyordu. Aslında ilk önce çok üzülmüştüm artık şiir yazmayacağını söylediğinde.. Yani ben bunu duyduğumda.. Kim bilir daha neler yazardın diye.. Ama sonra anladım ki haklıydın. Şiir ancak şiir yazmadan yaşanamıyorsa yazılmalı derken evet Rilke de benzer bir miras bırakmıştı bize... Şiir, yazılmaya çalışıldıkça, ortaya çıkan şey bambaşka birşey oluyor. Ustalıkla sözcükler seçilebiliyor, yaratıcı zeka belki imgeler de yaratabiliyor filan ama tatsız tuzsuz, rengi, kokusu olmayan, peş peşe sözcükler okuyoruz sadece.. Sanatta zorlama ile yapılamıyor hiçbir şey.. Bir kez daha gördük bunu, çok kez daha göreceğiz biliyorum... O yüzden de "azınlıklar" hiç çoğalmayacaklar. Ve yine de karşı durulabilecek kirletilen herşeye.. Dünyaya, dile, savaşa..



Herşey paramparça. Nereye baksam, kime.. Bu kadar parça bir araya gelir mi,getirilir mi? Her gün yeni bir ölüm haberi alıyoruz. Şu anda bile ben bunları yazarken birisi birisini öldürüyor, severek, üzerek, yok yere, bir savaş adına, hiç uğruna, inancı için.. Yani öldürerek var ediyoruz kendimizi.



Malina'daki karanlık hava, bizim hep bahsetmekten çekindiğimiz, bildiğimiz ama söyleyemediğimiz şeyleri söylüyor. Babanın elini omzuna koyarak burası ölü kızlar mezarlığı deyişi, babamın bir vakitler elini omzuma koyduğu bir akşamı hatırlatıyor. Yaptığım hiçbir şeyi onaylamayan ve beni kıyasıya eleştiren babamın hayatım boyunca beni bir kez onaylayan eli ‘ni getiriyor aklıma...



(......)

Derya Önder