27 Aralık 2013 Cuma

BİZ TARİHİMİZE BÖYLE SAHİP ÇIKMAYA DEVAM EDELİM ! - SALİH SÖZCÜ
























Geçen günlerde Bursa’ya seyahate çıktım. Fazla değil bir hafta önce oradaydım. Şehir her şeyiyle güzel bir şehir. Bursa hem benim için hem de tarihsel olarak önemli bir şehirdir. 1326’da Orhan Bey  tarafından fethedilmişti. Edirne’nin başkent olmasına kadar Osmanlıya başkentlik yapmıştır. Kuruluş dönemindeki padişahlar ve şehzadelerin kabirleri buradadır. Sadece kuruluş döneminde değil İstanbul’un fethinden sonra dahi bir kısım şehzadeler buraya defnedilmiştir. Şehirdeki başka önemli unsur da önemli manevi zatların burada metfun bulunmasıdır.

Bursa, önemini sadece başkent olduğu dönemde değil daha sonrasında da korumuştur. Kadı sicilleri yani;
Osmanlı devrine ait mahkeme kayıtlarından elimizde bulunanların en eskisi Bursa kadı sicilleridir. Bursa, Osmanlı Devletinin en önemli kadılık merkezlerinden birisidir.

Bursa, aynı zamanda ticaretiyle de meşhurdur. Osmanlı ticaretinin en önemli merkezlerinden birisidir. İpekböcekçiliğinin merkezidir. Entellektüel yönden ise, Evliya Çelebi’nin seyahatine ilk başladığı şehirdir. Önemli bir ilim merkezi olup bir çok medrese ve külliye de şehirde bulunmaktadır. Ama benim burada değinmek istediğim nokta, Bursa’da bulunan güzelim Muradiye Külliyesinin restorasyon adı altında mahvedilmiş olmasıdır. Muradiye Külliyesi, Bursa’da Osmanlı Sultanları tarafından yaptırılan son külliyedir. Sultan 2. Murat tarafından 1425-1426 yılları arasında yaptırılmış ve içinde bulunduğu semte ismini vermiştir. Tarihi mekânları gezerken bir tarih öğrencisi olarak en çok üzüldüğüm ve rahatsız olduğum nokta bu idi.


(Muradiye Külliyesi'nin Haziresi'ndeki Mezartaşlarının İçler Acısı Durumu)


Güvenliği atlatıp arkadaşımla beraber külliyenin içerisinde girilmesi yasak olan restorasyonun devam ettiği yerlerden birkaçına girebildik. Gördüğüm manzara adeta beni şok etmişti. Burada yapılanların bir kısmının fotoğrafını çekebildim. Yukarıya da bir tane fotoğraf ekledim.


Şehzade Ahmet’in türbesine girmiştik. Şehzade Ahmet’in kabrinin içerisinden aşağıya doğru bir delik açmışlardı. Türbenin içerisinde tarihe sahip çıkılan tek bir nokta vardı. O da restorasyon sırasında duvardaki taşları numaralandırmalarıydı ! O da zaten Osmanlıdan kalma bir adetti. Bu adet, 4. Murat döneminde Kâbe’nin onarılması sırasında taşların numaralandırılmasından gelirdi. Tarihe çok büyük bir saygısı olan restorasyon firması taşlara da numarayı koyarak tarihe nasıl sahip çıktığını göstermiş oluyordu !

Külliyede olan başka bir husus ise Şehzade Ahmet türbesinin yan tarafındaki hazirede ( külliye, cami, mescit, tekke gibi dini yapıların avlularında yer alan etrafı duvar veya parmaklıkla çevrili mezarlıklar) bulunan mezar taşlarının içler acısı durumuydu. Mezar taşları belki önceden de kırılmış olabilir,ciddi bir tahrip de görmüş olabilir. Ama bir milletin kimliğinin en önemli unsurlarından birisi olan mezar taşlarına bu şekilde sahip çıkılarak yine ne derece Osmanlı’ya ve tarihimize ne kadar saygılı ve bağlı olduğumuzu, bağlı olduklarını cedlerimizin ruhaniyetine göstermiş oldular !

O taşlara saygınız yok, en azından o mezar taşlarının sahiplerinin ruhaniyetine saygınız olsun. Umarım oradaki taşlar en kısa sürede tek tek numaralandırılır , fotoğrafları çekilir ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün envanterine kaydedilir.

Ben arkadaşımla o vaziyeti seyrederken güvenlik geldi ve girdiğimiz bölgenin yasak olduğunu söyledi. Ben restorasyonun ne zaman başladığını ve ne zaman biteceğini sordum. Restorasyon bir senedir devam ediyormuş,bir sene daha sürebileceğini söyledi. Biz de külliyeden ayrıldık.

Bu durum sadece Muradiye Külliyesi için değil, Türkiye’de restore edilen tüm tarihi mekanlar için geçerli bir şeydir. Restorasyonu üstlenen firma umarım tarihimize daha çok sahip çıkar da kazandığı rant ve parayla bunun karşılığını çok güzel bir şekilde verir.


                                                                                                                         SALİH  SÖZCÜ

BİZDE ROMAN - AHMET HAMDİ TANPINAR









  Bir Türk romanı niçin yoktur ? Evvelâ bu sualin iyi anlaşılması lâzım. Şüphesiz ki, bir Türk romanı vardır ve hem de kendi cemiyetimiz içinde kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder ; hatta bu okuyucu kalabalığıyla bu romanın yazıcıları arasında karşılıklı bir tesir bile vardır. Bununla beraber, garp dillerinden birini bilen, yabancı ülkelerde bu sanatın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okur - yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı bir romanı henüz yoktur. Bunun gibi müşterek vasıfları cemiyet ve hayatımızla Türk insanı ve onun meseleleriyle olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine en uzak numunelerinde bile bir bütünlük gösteren bir Türk romanı yoktur. Münferit eserlerin hepimizi zaman zaman tatmin etmiş güzelliklerini bir kenara bırakarak umumi bir bakışla, bizde bu sanatı görmeye çalışanlar, bu yokluğu pek kolay reddedemezler.

  Hepimizin az çok itiraf ettiği bu zaafın sebepleri nedir ve niçin bütün bir bolluğa rağmen bu kısırlık mevcuttur?

  Bu suali ilk defa ben sormuyorum. Bu, memlekette öteden beri mevcut olan ve münakaşa edilen bir sualdir. Vâkıâ başlı başına ortaya konulduğu pek az ise de, kâh bugünkü Türk yazı âlemine atılan umumi bakışlarda ve kâh fikir hayatımızla cemiyetimiz arasındaki münasebetlere dair açılan münakaşalarda hemen daima bu suale gizli ve âşikâr rastgelinir. Ayrıca da bütün okur - yazar topluluklarının belli başlı konuşma mevzularından biri olmaktadır ve daima iki ayrı şekilde cevap alırız. Bunlardan birisi o artık hepimizin ezberlediği "yazıcılarımızın, cemiyetimizle, hayatımızla alakadar olmaması, Türk milletini, hayatını bilmemesi, okudukları garplı muharrirlerin tesiri altında kalmaları, eserlerinde samimi olmamaları" cevabıdır. Bu acı itap, idealistlerimizin ağzından çıkar çıkmaz herkes susar, yüzler kızarır, başlar eğilir.

  İkinci cevap deterministlerindir. Onlar derler ki, "istediğimiz gibi Türk romanı yoksa, bundan kabahatli hayattır. Hayatımız mütekâsif değildir, bir intikal devresindeyiz, bu vaziyette kuvvetli bir romancımızın çıkması mümkün değildir."

  Her ikisinde de büyük bir hakikat payı olan bu cevapların üzerinde teker teker durmak, bu meseleyi konuşmak için en iyi çare olsa gerek. Fakat daha evvel şurasını kaydetmek isterim ki, bütün bu tenkidi yapanlar ve bu hükümleri verenlerin hiçbiri, teferruata girmek zahmetini ihtiyar etmezler.

 Mesela bu yokluğundan şikayet ettiğimiz alaka ne cins bir alakadır, bu bahsedilen taklit nereye kadar varmıştır, kastedilen samimiyetin manası nedir ? Diğer taraftan, hayatımızın bizi iyi eser vermekten meneden darlıkları nelerdir ? Bu kansızlık nereden geliyor ? Bütün bu teferruat ortada cevapsız kalır. Nihayet, ikinci bir mesele olarak şu vardır : Örnek meselesi. Bu tenkitler yapılırken daima ortaya Rus romanı konmaktadır. Bütün mükemmelliğine rağmen, bu roman dünyada yegâne değildir. Ve niçin bir sanattan bu kadar çok şey birden istenmektedir ? Bunu iyice anlatabilmem için daha evvel, tenkitlerin objektif kıymetleri üstünde durmamız lâzım gelecektir. Bunun için de ilk cevabı taşıdığı hükümlere göre ayıralım :
  1- Türk romancısı cemiyetimizle, hayatımızla alâkadar değildir.
  2- Garptan okuduklarının tesiri altındadır.
  3- Samimi değildir.

 Evvela birinci hükmü alalım : Bir romancının cemiyetle, o cemiyetin insanıyla, hayatıyla alâkasını nereden anlarız ? Herhangi bir Türk romanını açıyorum. İçindeki isimlere bakıyorum : Türk. Yaşayışına bakıyorum : Bu memlekette mevcut bir yaşayış. Manzaraya bakıyorum : Anadolu veya İstanbul manzaraları. Yazıcı, elinden geldiği kadar etrafını vermeye çalışmış. Mevzu : Kendi hayatımızdan seçilmiş. Üstelik halledilmeye çalışılan meseleler var, onlar da cemiyetimizin meseleleri -vakıâ bu meseleler bahsinde ayrıca durmak lazım gelecek-. Hülâsa, yaşayışındaki tezatlarla dahi olsa bu memleketin insanı, bu memleketin peyzajında, bu memleket halkının diliyle kendi hazin veya mesut macerasını yaşıyor. Şimdi bu romanın cemiyetimizle alakasız olduğunu nası iddia edebiliriz ? Daha ileriye giderek söyleyelim, gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan meselelerin hemen hepsi Türk romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni tecrübe edilen köylü romanı bile yapmaya kalkmıştır. Kadın-erkek meselesi, cehalet meselesi, yenilik meselesi, münevverin sermaye meselesi... daha realistlerin elinde köylünün hayatı, cehalet, tembellik. Bütün bunlar bizim romanlarda var. O hâlde Türk romanı günü gününe yaşayışımızla alâkadar. Fakat bütün bunlara rağmen bu romanı çok defa sun'i bulmamak, okurken cansızlığına isyan etmemek, hatta realite ile arasında bir münasebet tesis edebilmek de pek az mümkün. Bu da ayrı mesele.

 İkinci hükme geçiyorum : "Türk romancıları garptan okuduklarının tesiri altındadır." Buna karşı "Elbette, romanı onlardan öğrendik." diyebilir ve ayrı bir mülahaza silsilesi açabilirdik. Fakat maksadımız basit bir polemik olmadığı için daha geniş düşünebilir ve şöyle bir münakaşa yapabiliriz : Dünyanın hangi sanat hareketi, başka bir sanatın, başka bir dil ve âlemin tesiriyle başlamamıştır ? Basit ansiklopedi bilgilerini burada tekrara lüzum yoktur. Hemen her milletin edebiyatında , her devirde hariçten gelen bir aşının tesiri altında yeni bir hamlenin tesiri görülür. Bizde ismi çok geçtiği için Dostoyevski'yi ele alalım : Şüphesiz ki, ihtilalden evvelki Rus cemaatini, Rus insanını bu romancı kadar anlatan muharrir pek azdır. Bu cümleyi okuyucum mazur görsün, ben Dostoyevski'den böyle bahsetmek istemezdim, fakat burada onun hakikatlerinden bir tanesi lazım. Üstelik, garp düşünüşünün istilasına rağmen, Rus kalma cereyanının en belli başlı mümessili idi. Halbuki bu muharririn eserlerinin asıl büyük temi, üzerinde o hepimizi kavrayan kahramanlarının mulajını yaptığı büyük model hariçten geliyordu.

 Cürüm ve Ceza'da, Les Possedes' deki, Karamazoflar'daki kahramanların eşlerini, kendisinden evvel yetişmiş Fransız romancılarında, Balzac ve Stendhal' de bulabiliriz.

 Napeleon'dan sonra Avrupa'da, kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda olmuştu. Bu örnek, bütün Avrupa'yı dolaştı. Ve her yerde, 19. asrın sonuna kadar fikir ve sanat âleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar, tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. Demek ki, değil alelade entrika, küçük mevzu, bir kitabın özünü yapan bir mesele pekala alınabiliyor. Teknik ve hayata bakış cihetine geçince Rus romanının Fransız romanıyla olan münasebetlerinde ne geniş meseleler çıkar. Ve nihayet biz, Fransız diline akseden şekillerinden bu kadarını kavrayabiliyoruz.

 Tolstoy, uzun zaman Fransız muharririnden her sabah tercüme yaparmış ; sırf onun sanatını kavrayabilsin diye. O halde bizim romancıları, garplıları okumak ve onların tesiri altında kalmakla niye itham ediyoruz ? Tesir etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar ? İnsan kendisine ilâve etmek için okur, unutayım diye değil.

  Burada bir itiraz kendiliğinden yapılabilir ve ben de onu bekliyorum. Birisi bana diyebilir ki, iyi ama, tesir altında kalmakla saman kağıdı ile kopya arasında büyük bir fark vardır. Ben de şöyle cevap veririm : Hayır, bunu o kadar büyültmeyelim, bu fark şüphesiz vardır, fakat bu yapış farkıdır, yani muvaffak olmak veyahut olmamaktan ibaret bir farktır. Bu paradoksu izah edeyim :

 Mesela Dostoyevski gibi, Balzac veya Stendhal'i okumuş fakat onun dehâsına mâlik olmayan bir muharririn aynı temleri kullanmasını tasavvur ediniz. Onun yazacağını veya yazdığını tasavvur ettiğimiz eserler karşısında elbette ki büyük romancının eseri için duyduğumuz hayranlığı duymayız ve ondan Dostoyevski'den bahseder gibi bahsetmeyiz.

 Halbuki tem aynı tem, şema aynı şemadır. Arada mevcut fark küçük bir fert farkıdır ; Dostoyevski'nin hüviyetidir, sarasıdır, muvazenesizliğidir, hastalıklarıdır ve hilkatin o erişilmez sırrı, dehâsıdır. Mesele, tesir ve taklit meselesinden çok uzaktır. Biz bir Dostoyevski'yi tanıyoruz, uzaktan sadece, muvaffak olmuş hamleyi, en yüksek tepeyi görüyoruz ; yarı yolda kalmış olanları hiç düşünmüyoruz.

Fakat burası bize lazım değil, asıl lazım olan fikre dönelim; maksadım saman kağıdı ile kopya edilmiş dediğimiz eserle büyük, orjinal eser arasındaki farkın çok defa basit bir muvaffakiyet meselesi olduğunu söylemektir. Binaenaleyh sanatkârlarımızın garplılarımızın tesiri altında kalması keyfiyeti onların muvaffakiyetsizliğinin sebebi değildir. Belki muvaffak olmamaları yüzündendir ki, garplı muharrirlerle olan münasebetleri bu kadar göze çarpıyor.

 Burada bir nokta daha var : Hakikaten biz okuyor muyuz, şikâyet edilecek derecede garp sanatının tesiri altında mıyız ? Ben buna kolay kolay inananamam. Bizde okuyan adam o kadar azdır ki, hatta tanılır bile. Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir : Okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği halde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek. Fakat biz bu okuma meselesi üzerinde de ayrıca duracağız. Şimdi hülâsa edelim : 1- Türk romancısı zannedildiği gibi bize, kendi memleketimize karşı alâkasız değildir ; yalnız bu alâka bizi peşinden sürüklemiyor ; sârî değildir. 2- Türk romancısına izafe edilen garp tesiri altında kalmak keyfiyeti, başka şartlar altında temenni edilmesi lâzım gelen bir şeydir ve zaten pek kuvvetle de mevcut değildir. O halde ortada sadece bir muvaffakiyetsizlik vardır ki, bunun sebeplerini başka noktalarda aramak lâzım gelir.

 Bir kere buraya varılınca münakaşa ettiğimiz hükmün üçüncü kısmı kendiliğinden düşer. Bence muvaffak olmamış bir eserin samimiyetsizliği iddia edilemez. Bence, hatalarını örtemeyen, bütün iplerini bize gösteren, sakatlıklarını ve zaaflarını veren bir eser, hatta samimiden bile içeri geçer de, bizzat samimiyet olur. Meğer ki, samimiyetten kastımız büyük muharrirlerin birinci vasfı olan o büyük sirayet kudreti olmasın.

 Şimdi ikinci fikre, deterministlerin düşüncesine geçelim. Onlar diyorlar ki, "hayatımız dardır, kuvvetli değildir, biz bir intika devresindeyiz ; hakiki Türk romanı ancak memleketin kendisine mahsus bir hayatı yaşamasından sonra yazılabilir. " Bu iddia da şüphesiz ki, doğru taraflar var. Bununla beraber bizzat bu fikrin genişletilmesi ile dahi mükemmel bir roman mümkün olabileceği akla ilk gelen şeydir.

 Hayatımız dardır; karışıktır. İyi ama, bu nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ızdırap çekiyor, ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi ? Bir tek insanın ıztırap çektiği yerde insanlara söylenebilecek her şey vardır. Evet bunlar doğru... Fakat buna rağmen olmuyor, niçin ? Bu hususta düşündüklerimi ikinci bir makalede söylemeye çalışacağım

                                                                                     Kültür haftası, nr. 2, 22 İkincikanûn 1936, s 25-26
                                                                                 Ahmet Hamdi Tanpınar - Edebiyat  Üzerine Makaleler

 HAFTANIN KİTAP ÖNERİSİ: TIKLAYINIZ...

25 Aralık 2013 Çarşamba

MİCHAEL DE MONTAIGNE - ÖLÜM ÜZERİNE (DENEME)



Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler,” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş.

Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!

Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. 

Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.

Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler – Lucretius).

Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.

Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.

“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.

Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.


22 Aralık 2013 Pazar

YAD SÖZCÜKLERİN YAYILMASI - LEMİ KORKMAZ

         


         


    Dil, sürekli bir değişim içindedir. Günü geçmiş sözcükler zamanla yitirilir. Yad olsun ya da olmasın yaşayan sözcükler en çok kullanılanlardır. Dilimizde belli bir yer etmiş yad sözcükleri büyük bir uğraşla da olsa çıkarabiliriz ancak bir yad sözcüğe daha dilimize girmeden bir karşılık bulursak Türkçe sözcükleri doğrudan kullanıma sokmuş oluruz. Böylece yad sözcüklere karşı kalkan oluruz.
   
   Bilimde gelişmiş ülkelerin düzeyine ulaşamadığımızdan buluş gerçekleştiremiyoruz. Buluş gerçekleştiren ülkeler de uygun gördükleri adları, terimleri kullanıyorlar. Buluşun başarısına göre adı da o oranda yaygınlık gösteriyor. Bizim gibi ülkelere de, ya onları olduğu gibi almak [söyleyişimize uydurmanın bir anlamı yok (télévision-televizyon gibi)] ya da uygun bir karşılık bularak almak seçenekleri kalıyor. Yalnızca buluş mu? Artık yad deyişler ve kısaltmalar da dilimize girmek için sırada bekliyor. Sanırız bunun en açık örneklerinden biri "spoiler"dır. Spoiler, sözcük anlamı olarak; tat kaçıran, bozan, kötüleştiren anlamlarına gelir. Sonradan bir bakıma değişmeceli bir anlam kazanmıştır. Bugün, İngilizceden aldığımız bu sözcüğü çoğu kez bir eylemimizle birlikte kullanıyoruz: spoiler vermek. Bunun anlamı ise, bir dizide ya da bir filmde geçen bir bölümü daha önce izlememiş birine anlatmaktır. Demeli, açık etmektir. Kimi yerlerde bunun yerine "sürprizbozan" karşılığını kullandıklarını görüyoruz. Şimdi, bir işi yapmaya kalkışacaksak baştan doğru yapmalıyız. "Bozan" Türkçe olabilir ancak "sürpriz"i ne yapacağız? Sürpriz, Fransızca bir sözcüktür. Türkçesini ararsanız söyleyelim: şaşırtı. Şaşırtıbozan gibi bir karşılık olsun demiyoruz ancak karşılık bulurken seçtiğimiz sözcüklerin Türkçe olmasına özen göstermeliyiz. İşte özleşme o zaman gerçekleşmiş olur.

   
  Şu sıralar karşılık bulunmayı bekleyen, Oxford Bilim Yurdunca da 2013 yılının sözcüğü seçilen güzel bir yad deyiş var: selfie. Selfie, bir kişinin cep telefonu ya da fotoğraf makinesiyle kendi kendisini çekmesine karşılık gelen kısacık bir deyiş. Ülkemize etkin bir biçimde giriş yapmamış bir sözcüktür "selfie". Karşılık bulamıyoruz. Bulmaya çalışıyor muyuz o da belli değil. Ne var ki karşılık bulursak benimsenebilir, kullanılabilir. Yoksa özgün biçimiyle alınıp kullanımının yaygınlaşmayacağına ilişkin kimse güvence veremez. Eskiden yad bir sözcüğe karşılık bulana para sunulduğu olurmuş. Genel ağda eski bir gazete görseli var. Görselde, bir matematik işlevi olan Logaritma'ya uygun bir  Türkçe karşılık bulana yüz liralık bir ödül verileceği yazıyor. Bu yöntem de işe yaramamış olacak ki günümüzde Logaritma'yı kullanmayı sürdürüyoruz.

  Dilin sürekli bir değişim içerisinde olduğundan söz ettik. İşte bu değişimi kazanca çevirmek ancak bulduğumuz karşılıklarla gerçekleşebilir. Bu görev artık bütün bilinçli Türk bireylerinin görevidir.

  Toplumumuz diline arka çıkmalı, aymazlıktan sıyrılmalıdır. Kimilerinin "evrensel dil" söylemine kanıp, dilimizin yozlaşmasına göz yumamayız. Dün Fransızcaydı bu gün İngilizce, belki de yarın bir başkası... Önemli olan,baskın dillerin etkilerinden korunmuş ve geliştirilmiş bir dil bırakabilmektir gelecek kuşaklara. 


                                                                                                                                                                                 LEMİ KORKMAZ 

21 Aralık 2013 Cumartesi

TAHRİBATLI MUAYENE (2.bölüm, Final) - MUHAMMED HAN GÜL

















- İntikamını aldım abi. O caninin gözlerindeki korkuyu gördüm. Ona önce korkuyu yaşattım, sonra acıyı ve nihayet ölme vakti gelmişti. Gözlerinin içine bakarak onun ölümünü izledim. Muhtemelen o, bunu göremedi. Gözlerine enjekte ettiğim mürekkep gözlerini kör etmiştir herhalde. İnan bana, içimdeki nefret hala geçmedi, geçmeyecek de. Ama yine de mutluyum. Bir yana 1000 tane Nazi subayını, diğer yana da Lorenz’i koysalar ve tek bir seçim hakkım olsa gider yine onu öldürürdüm abi.

- Anlat bana Shalom. En ince ayrıntısına kadar duymak istiyorum.

- Odaya girdiğimde Joseph ve Newman , Lorenz’i bağlamış başında bekliyorlardı. Gözlerindeki korku o kadar belirgindi ki işkence yapacağım aletleri ona gösterince bu belirginlik daha da arttı. İnanabiliyor musun? O cani korkusundan ağladı. Bir çocuk gibi korkmuştu. Hıncımı alabilmek, ona olan nefretimi biraz olsun dindirebilmek için ona yumruk atmaya başladım. Karnına, kalbine, ağzına, burnuna ve gözlerine. Özellikle gözlerine vurdum. Bir kez daha, bir kez daha. Hiç durmadım. Vurdum. Vurdum. Vurdum…

Shalom en ince ayrıntısına kadar anlatırken Tamar’ın gözünün önüne yaşadıkları geliyordu. Mürekkebi Lorenz’in gözüne enjekte ettiğini anlatırken, Tamar elini sağ gözüne attı. Bacağını nasıl kestiğini anlatırken de bacağının koparıldığı yere dokundu. Olanları duydukça kendisini rahatlamış hissediyordu.

Lorenz’in buraya geldiğini nasıl öğrendiğini sordu Tamar. Shalom, MOSSAD’daki bir dostunun onun Brezilya’da olduğunu söylediğini, kendisinin de onu buraya getirebilmesi için ricada bulunduğunu söyledi. Bir şekilde orada tehlikede olduğunu hissettirip buraya gelmesini sağladıklarını ve ona minnettar olduğunu belirtti.

- Joseph ve Newman soykırım mağduru değiller. Onları soykırım mağduru olarak nasıl gösterebildin?

- Devletin içinde bir sürü adamımız var. Bunu sen de biliyorsun. Joseph ve Newman’a da ailesinin Lorenz’in işkencelerine maruz kaldığını ve intikam aldıklarını söylemelerini emrettim. Lorenz’in yerini MOSSAD’dan öğrendiklerini söyleyeceklerdi. İsrail’in sadık evlatları, bizim için hapse girmeyi kabul etti. Ama ben onları ortalık durulunca oradan çıkarıp İsrail’e yollayacağım.

- Şu polis, Efrail Bozok. Benim yaptırdığıma emin olduğuna eminim. Sezgileri kuvvetli olmasına rağmen bu sefer yanılıyor.

- Zaten öyle düşünüyor ama sen bunları dert etme. Elinde delil yok. Savcı da dosyayı kapattı zaten.

Lorenz’in kimliği DNA testi ile doğrulanmış, Tamar ve Shalom Shalev’in sadık adamları Joseph ve Newman Nemesh kardeşler tutuklanmış ve cinayeti itiraf etmişlerdi. Efrail Bozok, bu cinayetin arkasında Tamar Shalev’in olduğunu düşünüyordu. Lakin elinde yeterli delil bulunmadığı için kanıtlayamıyordu. Savcıyla bu konuyu konuşan Efrail, dosyanın kapandığı, güçlü bir delil getirme koşuluyla geri açılabileceği cevabını aldı. Şimdi ise Efrail, Shalevlerin evine gelmişti. Hizmetçi onu içeriye davet etti. Yukarı çıkıp Tamar ve Shalom’a haber verdi.

Shalom abisinin yürümesine yardım etmek istediyse de Tamar yardımı geri çevirdi. Yıllarca bununla yaşamış, her işini kendisi halletmişti. Birilerinin yardımına muhtaç olmayı kendisine yediremeyen bir yapısı vardı. Soykırımdan canlı olarak kurtulduğu için kendisini gayet güçlü bir adam olarak görüyordu.

- Hoşgeldiniz. Bir sıkıntı mı vardı Efrail Bey?

- Sizlerle daha uygun bir yerde konuşabilir miyiz?

- Tabi, buyrun. Çalışma odama çıkalım.

Efrail, Tamar merdivenden çıkarken yardım etmek istedi. Tamar, buna gerek olmadığını, kendisinin yıllardır bu işi yapabildiğini ifade etti. Odaya girdiklerinde Tamar masasının başına geçip koltuğuna oturdu. Efrail ve Shalom ise masanın ön kısmının sağ ve sol tarafına kalan karşılıklı koltuklara oturdular. Efrail, Tamarla konuşmaya başladı.

- Gerçek şu ki , Lorenz’in ölüm emrini sizin verdiğinizi biliyorum. Joseph ve Newman ‘ın soykırım mağduru olmadıklarını da biliyorum. Bize gönderilen soykırım mağdurlarının listesi bir belgenin kopyasıdır. Durumdan şüphelendiğim için belgenin aslını inceledim ve 30 yıl önce düzenlenmiş olması gerekirken bu belgenin yeni düzenlendiğini fark ettim. Bunu sizin yaptırdığınızı anlamak güç olmadı. Muhtemelen Lorenz’in yerini de MOSSAD’daki dostlarınızdan öğrenmişsinizdir.

Tamar, Efrail’in cinayeti nihayete ulaştıracağını anladı ve kardeşini deşifre etmemek için cinayet emrini kendisinin verdiğini, fakat Efrail’in bunu kanıtlayamayacak durumda olduğunu anlamasını söyledi. Efrail, Shalevlerin cinayetle ilgili bilgilere vakıf olduklarını anladıktan sonra kafasındaki asıl şüpheyi gidermek için o şüphenin üstüne gitti.

- Dediğiniz doğru. Sizin Lorenz’in öldürülmesi için emir verdiğinizi kanıtlayamam. Çünkü Lorenz’in öldürülmesini siz emretmediniz. Onun yaşadığından bile haberiniz yoktu. Kimseden yardım almayacak kadar gururlu bir yapıya sahip olduğunuzu küçük bir araştırmanın sonunda öğrendim. Bunu teyit etmek için merdivende size yardım etmek istedim ama siz bana olumsuz cevap verip bana yardımcı oldunuz. Birilerinden yardım almaya o kadar kapalısınız ki MOSSAD’dan yardım istemek aklınızın ucundan bile geçmedi. Lakin kardeşinizin MOSSAD’la olan yakınlığı bilinmektedir. 1956 Süveyş Bunalımı’nda MOSSAD adına birçok operasyon düzenleyip birçok aileyi acımasızca katlettiği bilinir. Sizi çok seven, sizi bu halde her gördüğünde kahrolan kardeşiniz aynı zamanda sizin intikamınızı da alan kişidir. Öyle değil mi Bay Shalom?

Her ikisi de Efrail’in söyledikleri karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Shalom söylenenleri onaylar biçimde kafasını salladı. Efrail konuşmaya devam etti.

- Merak etmeyin Bay Shalev. Bunu da kanıtlayacak bir delilim yok. Gerçekten kendinizi olayda yok etmeyi çok iyi başarmışsınız. Ben sadece tahminlerim sonucunda doğan şüpheleri kafamda öldürmek istedim. Bu olayın üzerine biraz daha gitsem delillere ulaşacağımı biliyorum fakat adalet, bazen bu şekilde işlemeli, diye düşünüyorum.

- Evet. Adalet, bazen bu şekilde işlemeli.

- Adalet, bazen bu şekilde işlemeli.

- Bay Shalev! Abiniz savunmasızken Nazilerden gördüğü zulüm ve işkenceler yüzünden bu hale geldi. Peki, siz yürüttüğünüz operasyonlarda savunmasız olan insanları katlederken ne hissettiniz?

- O an için bunu hiç düşünmedim. Şimdi düşündüğümde ise savunmasız olanlara dokunmamam gerektiğini anlıyorum. Ama pek de bir şansım yoktu. Ben, bana verilen görevi yerine getirdim. Bize vaad edilen toprakları almak için çalışıyoruz. Bu toprakları ele geçirdikten sonra Ortadoğu’yu dünyanın en güzel yeri haline getireceğiz. O zamana kadar misyonum neyse onu yaparım.

- İnsanları öldürüp bu toprakları tahrib ettikten sonra dünyanın en güzel yeri haline getireceğinizi söylüyorsunuz. Ben ise ikinizi birden öldürüp dünyayı daha güzel bir yer haline getireceğim.

Efrail, bu sözleri söylerken silahının birini Tamar’ a, diğerini Shalom’a doğrulttu. Evin içindeki korumayı, hizmetçi etkisiz hale getirirken , dışarıdaki korumaları da Filistin Kurtuluş Örgütü’nden 5 mücahit sessizce etkisiz hale getirdi. Bütün bunlar yaşanırken Efrail, annesini ve babasını katleden Shalom’un gözlerinde korkuyu gördü, Tamar ’ın kafasına sıktığında ise acıyı. Sonrasındaysa onun ölümünü gerçekleştirdi tetiğe hiç gözünü kırpmadan basarak. İki el silah sesini duyan hizmetçi içeri girdi. Efrail, kendinden emin bir şekilde otururken net bir sesle şunu söyledi.

- Adalet, bazen bu şekilde işlemeli.

19 Aralık 2013 Perşembe

ERKEN BOŞANANLAR - PATRONA HOLİ (FATİH BALCIOĞLU)

(Bu hikaye psikoloji alanında 2013 Erdem Beyazıt jüri özel ödülünü almıştır.)

- Bay Self toplantıya katılacakların tamamı geldi.Sizi bekliyorlar.
- Hemen geliyorum.

Ralph Self 32 yaşında arkadan toplanmış uzun bakımlı saçlarıyla oynayarak masasına tekrar döndü.Dosyalarını son kez kontrol etti.Her gün yaptığı o etkileyici konuşmalardan birini daha yapmak için sabırsızlanıyordu.Notlarının bulunduğu kağıtlara göz gezdirirken eli zangır zangır titriyordu.Kahvesinden kalan son yudumu alırken kahvenin bir damlası bardağın kenarından pantolununa damladı.Ralph bunu temizlemek yerine sadece bakmakla yetindi.Çünkü kahve dizkapağına gelmişti.Bu durum onu hiç istemediği bir yere götürdü.

Ralph Self Amerika'daki her çocuk gibi sıradan bir çocukluk geçirdi.Sabahları yulaf ezmesini ve çırpılmış yumurtasını yedikten sonra koşarak çizgi filmin başına kurulurdu.Onu diğer çocuklardan ayırt eden şey ise sessizliğiydi.Okulda öğretmeninin sorularına hiçbir zaman cevap vermezdi.Annesinin, kulakları sağır eden bağırarak konuşmasına dönüp bakmayı bile hiç düşünmedi.Bir insanın derin sessizliği onun ya dâhi ya da aptal olduğunun göstergesidir.Bu durumu hiçkimse öğrenemedi.Çünkü Ralph 15 yaşına kadar dâhi ya da aptal olduğunu gösterecek 1-2 kelime bile etmedi.Ender kurduğu cümlelerde ''evet'', ''hayır'', ''bilmiyorum''dan başka bir şey duyan olmadı.15 yaşına geldiğinde bozulan aile düzeni, zamanla evde şiddete varma noktasına geldi.Babası annesini devamlı dövüyordu.Ralph sesten ve gürültüden uyuyamaz olmuştu.Bir gün yine evdeki çığlıklarla uyandı.Ama Ralph bu geceyi uykusuzluk zincirine eklememekte kararlıydı.Küçücük ellerine sıkıştırdığı beyzbol sopasıyla salona indi.Babası onun geldiğini görüp ona döndü.Ralph kısık bir sesle ''Anneme bir daha vurma'' dedi.Babası alaycı bir bakışla ''Küçük beyin dili çözülmüş.Onu bir daha bağlamak gerekir.'' dedi.Ralph'i sandalyeye oturtarak ellerini iple bağladı.Ağzını ise eşofmanından kopardığı kumaşla sıkı sıkıya kapattı.Hayatında unutamadığı tek şey ise orada gerçekleşti.Ralph'ın babası onun dizlerini çiviyle sandalyeye sabitledi.Annesinin acı çığlığı gecenin sessizliğini böldü.Kimileri hayatla evliliklerini uzun uzun gerçekleştirirken Ralph o gün hayatla erken boşananlardan biri oldu.

Bu olaydan sonra Ralph'in hayat düzeninde değişiklikler oldu.Babası aile düzenini kasıtlı bozmaktan tutuklanıp 3 ay hapis cezası aldı.Annesi de Ralph'i de yanına alıp bulundukları şehirden uzaklara gitti.Yeni okul arkadaşlarıyla anlaşması zor oldu.Konuşmak,hayatında artık bir tercih değil zorunluluktu.Karşısına çıkan zorluklar onu yıldırmadı ve sene kaybetmeden 18 yaşında liseden mezun oldu.Zorlukları yenmedeki en önemli yardımcısı da Diazepam adlı sinir ilacı oldu.Artık Ralph kocaman bir adamdı.Evin tek erkeği olması gözleri ona çevirdi.O da omuzlarındaki yükün farkındaydı.

Bir süre iş aradı,birçok yere iş başvurusu yaptı.Ona dönüş yapan küçük bir kafe oldu.Burada garson olarak çalışmaya başladı.İş arkadaşları bölgenin uslu durmayan kişileriydi.O kişilerden Chalmers adam yaralamaktan ve eroin satmaktan dört yıl hapis cezası almıştı.Howard ise sıkı bir uyuşturucu bağımlısıydı.Ralph'in en iyi iki arkadaşı olan bu adamlar,zamanla Ralph'i de kolay para kazanma yoluna çekip dış dünyayla bağlarını kopardılar.4 yıl kadar bu kafede çalıştıktan sonra,22 yaşında Chalmers ve Howard ile araba çalarak şehir dışına kaçtılar,eroin takasında tanıştığı sevgilisi Sarah'ı da yanına alarak..27 yaşında evine tekrar geri döndü.Merasim beklemiyordu ama evde başka bir erkekte beklemiyordu.Ancak artık annesi bir başkasıyla evliydi.

Ralph, serçe parmağıyla dizkapağının üstüne dökülen kahve damlasını büyük bir dikkatle temizledi.Notlarını ve dosyalarını alarak hızlıca odasından çıktı.Konuşma yapacağı yere giderken ayakları yere sağlam basıyordu.Kendinden emindi.Uyuşturucu sattığı günlerden kalan bir titreme tüm vücuduna yayıldı.Son kez nefesi sonuna kadar içine çekti ve içeri girdi.

- Baylar ve bayanlar hepiniz hoşgeldiniz.Yapacağım bu konuşma şirket içi dengelerle ilgili.Avrupa ve Asya temsilciliklerimizde cari açık görünüyor.

Ralph konuşmasına devam ederken annesi içeri girdi.Etrafa göz gezdirdikten sonra masanın etrafına koyulan boş sandalyeleri gördü.Ralph'in Parkinson hastası olduğunu en iyi o biliyordu.Geceler boyunca ilaç aradığı günleri unutmamıştı.Oğlunu ne pahasına olursa olsun bir daha kaybetmeyecekti.Annesi hiç bozuntuya vermeyerek hemen içeriden su getirdi ve içine Ralph'in kullandığı Mirapex ilacını attı.''Suyun bitmiş Ralph,su getirdim.Dinleyicilerimize karşı sesin kısılmasını istemezsin dimi?'' Ralph tebessüm etti. Annesi konuşmasını tamamlayıp odadan çıktı.

- Oğlum yemeğe katılacak komşularımız geldi.Konuşmandan sonra seni bekliyoruz...

Patrona Holi (Fatih Balcıoğlu) - Erken Boşananlar

17 Aralık 2013 Salı

ZAVALLI MİLLET-İ MERHÛME - İSLAM ÇOBAN


“Ne şerî’at ne tarikat ne hakikat ne türe 
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre 
Câhilin korku kokan defterini Tanrı düre
Ma'rifet mahkemesinde verilen hükme göre
Cennet iflâs eder efsâne-i Âdem de geçer” Neyzen Tevfik

ZAVALLI MİLLET-İ MERHÛME

Pek de kolay olmasa gerek her şeyi bilerek yaşamak. Ne bileyim aptal olmak, aptal yerine konmaktan daha iyi olsa gerek.. Yıllar boyu bize ahmak muamelesi yapan iktidarların nedense şimdi yerinde yeller esiyor.. Ya da iktidarın görevi ve amacı ne olsa gerek?

* Yıl 1909: Abdülhamid Han baskısından kurtulduğunu düşünen aydınlar seviniyor.
 “Yaşasın Meşrûtiyet!”

* Yıl 1910: İttihad ve Terakkî Hükümeti, bekleneni veremiyor (meşrutî hakların verilmemesi ve yöneticilerimizin baskı yönetimini aratmayacak fiillerde bulunması).

Dönemin ediplerinden Şâir Eşref:

Vakt-i istibdâtda söz söylemek memnû’ idi
Ağlatırdı hükûmet söz söylesen mananı
Devr-i hürriyetdeyiz şimdi değişti kâide
Önce söyletirler sonra s.kerler ananı” diye şiir yazacak derecede kızmaya ve bu yöneticilerden şikâyet etmeye başlıyor. Ne oldu da bir yıl sürede insanlar bıkmaya başladılar?

* Yıl 1980: Halkın büyük bir kısmı askerin olayları dindirmek için yönetimi devralması gerektiğini düşünüyordu.

 * Yıl 1982: Askerin artık görevi sivillere bırakıp kendi sorumluluk alanına gitmesi gerektiği söylencesi iyiden iyiye yayıldı.

 * Yıl 1984: Halk arasında Nâmdar Efendi’nin “Poker Destânı” isimli şiiri okunmaya başladı:

Ne kazançlar ummuştum girerken bu oyuna, 

Üstün eller vurdular, hiç durmadan boyuna Şimdi tamam benzedim kurbanlık bir koyuna, 
Herkes tapınıyorken kendine fetiş gibi, Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.” 

* Yıl 2002: Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı kurucularından olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim kampanyaları çerçevesinde İstanbul, İzmit, Gaziantep ve Samsun’da düzenlediği mitinglerde, Ecevit önderliğindeki koalisyon hükümetine, KPSS ve öğretmen alımı konusunda eleştiride bulunuyor ve Mehmed Âkif’ten şiir okuyordu:

Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, âdî;
Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,

Güç okur hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi
Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi

(Hükümet üyeleri neydi ya? Jurnalci, arabozucu, âdî;
Ne Allah korkusu bilmiş, ne de ebediyen utanmış,

Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi...
Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!)

* Yıl 2007: Erdoğan ikinci kez iktidar oluyor. Bî-çâre halk mutlu ama mutsuz bir şekilde balkondaki adamı alkışlıyor. Balkondan Şâir Eşref’in;
Kimseyi ta'ciz edip bir gün misafir olmadık
Camiü'l-Ezher'de g.t s.kmekle kâfir olmadık

Ümm-i Dünya'da bozulmaz kız gibi ahlakımız
Hamdülillah dâhil-i bezm-i ekâbir olmadık

Abdestten el çekip terk-i namaz ettikse de
Müskiratın terkince bir türlü kadir olmadık” şiirini okuyan başbakana; halk, şiirin devamıyla karşılık veriyor:

Öldü biçare vatan Allah rahmet eylesin
Ah kim techiz ü tekfininde hazır olmadık

Dehri s.ktik sağladık amma ne çâre Eşrefâ
Nef'i-i ef'i gibi bir şanlı şair olmadık

* Yıl 2008: Halkın hayır kurumu diye bildiği Deniz Feneri, Almanya’da Frankfurt Eyalet Mahkemesi tarafından incelemeye alındı. Dernek yöneticileri dolandırıcılık suçundan hapis cezası alırken derneğin malvarlığına el konuldu.

Zavallı milleti ne yapacağını bilmez halde, Tevfik Fikret’in Hân-ı Yağma’sını mırıldanıyordu:

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını 
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini 
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i bâlini. 
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini... 

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! “

* Yıl 2013: Gezi Olayları’nın bitmesi ile her şey duruldu derken dershane krizi tekrar patlak veriyordu. Hükümetle arası açılan Fethullah Gülen’in helal kazanç ile ilgili konuşma bandının yayınlanması ile birlikte; hükümette görevli bakanların oğulları, hükümete yakın işadamları ve şahıslar gözaltına alınıyordu.

Sabır taşı olan gariban ve bî-kes millet yine başı eğik Neyzen Tevfik okuyordu:

Su-i tedbirimle yahu öyle b.klaştı işim,
Ağzıma s.çtı felek hem s.kti geçmişim.
Serseridir defter-i isyanımın ser-levhası,
Ben melâmet postunu kâl ü belâdan seçmişim

15 Aralık 2013 Pazar

SAKİN KALPLİ OLABİLMEK.. - SAFA AKBAŞ



Kalp kâinatın merkezidir.Sevincin ve hüznün hiçbir kurala tabi olmaksızın yaşandığı en büyük hazinedir.En genel mana da insan ''hissedebildiği ölçüde'' hayatından lezzet alır. Kimi zaman hakkıyla hissedebilmek ise bir körün parmak uçları hassasiyetinde kalbin duyarlı olmasını gerektirir..

Gün içinde onlarca hadiseden haberdar olduğumuz 21.yüzyılın dünyasında kalbin ritmini her olay karşısında hemen bozmamak en çok ihtiyaç duyduğumuz şey aslında. Öyle zannediyorum ki şu zamanda sevinmekte ve üzülmekte acele etmemek ve her hadiseye ihtiyatla yaklaşmak büyük bir bilgelik olsa gerek.

İnsanların aldanabileceğini, yahut aldatabileceğini, söylenen bir sözü yanlış anlamış olabileceğimizi ,sözün bize yanlış nakledilmiş olabileceğini, akıldan çıkarmamak gerekir.

Dünyada olup biten olaylara karşı herkesin bir taraf tutması gerektiğine inanılan bir dönemde yaşıyoruz.Birileri birilerini en ağır ithamlarla pervasız bir şekilde yargılarken kimse meselenin kendine bakan yönünü görmek istemiyor. Kendini kusurdan müberra görüyor.

Yargılamak ,bağırmak,şuçu başkalarına taksim etmek,benim hiçbir suçum yok demek çok basittir ve basit insanların işidir.Asıl mesele çözüm üretmek,meselenin bir tarafından tutup yardımcı olabilmektir. Oysa ki toplumdaki huzur ve mutluluk bir yönüyle de bu ''sahiplenmek duygusuyla'' sağlanabilir.

Kadim Türkçe'mizde yer etmiş ,birbiriyle manâ yönüyle bağlantılı iki kelimemiz vardır.Biri ''hodgâm'' diğeri ise ''diğergâm'' dır. Hodgâm; bir insanın sadece kendisini düşünmesi, kendisini ilgilendirmeyen hiçbir şeye kıymet vermemesidir. Diğergâm ise; bir insanın başkalarının haliyle hallenmesi,başkalarının hissettiklerini hissedebilmesidir. Böylelikle diğer insanlara yardımcı olabilmesidir.

Bizim kültürümüzün dem ve damarlarına işlemiş olan bu iki kelimeyi bize unutturanlar bunların yerine anlam yönüyle bu iki kelimeden daha soğuk olan ''empati'' kelimesini bize empoze etmişlerdir.Halbuki hodgâm ve diğergâm kelimeleri dikkatle tahlil edildiğinde görülecektir ki biz hâle ve hissiyâta önem veren bir milletiz. Kendini diğerinin yerine koymak veya koyamamak meselesi bu iki kelimeyle daha derin manaları ihtiva edecek şekilde Türkçe'de kendine yer bulmuştur.

Aşık olmakta bir yönüyle kalbin sükûnetiyle alakalı olan bir durumdur. Kâinatta ki her şeye bir vazife veren Rabbimiz kalbi de sevmek ile vazifelendirmiştir. Rabbimiz bir kutsi hadiste ''Kâinata sığamadım mümin kulumun kalbine sığdım'' buyurmuştur.Kalp ancak Allah'a döndüğünde tatmin olur. Onu andığında huzur bulur.Onu sevdiğinde dünya ona yâr olur.

Tersinden okunduğunda denilebilir ki sakin kalpli ol(a)mayan bir insan, kalbindeki ''aşk hissini'' bile israf etmekten kendini alıkoyamaz. Gördüğü her güzele meyleder. Her güzelde hakkım olsun der.'' Ask hissini '' israf ederken her aşık olmanın kendisinden götürdüğü şeylerin bile farkına varamaz. Hassasiyeti kaybolur.Çok defa başlayıp biten ilişkilerin neticesinde derbeder olmuş fakat yaşanan onca şeye rağmen tatmin olamamış bir kalp kalır.Aşkı anlatan bütün şarkılar ve türküler, mutsuzluğu, ıstırabı,ihaneti veya karşılık görememeyi dile getirmiyor mu..?

Çünkü haram sevmenin beraberinde insana bir ıstırap verilir.Bu ıstırap ya sevdiğini başka insanların bakışından kıskanmak. Ya sevdiğinden karşılık görememek ya da sevdiğin kişinin seni aynı ölçüde sevmediğini düşünmek şeklinde kendini gösterir.Bu hislerin hepsi de ayrı bir ıstıraba sebeptir.

Oysa ki sakin kalpli insanlar değil aşık olmak, helaline ulaşana kadar kalplerinde aşka dair herhangi bir fısıltıya bile yer vermez. Helaline ulaştığında ise israf etmedikleri aşkları ve şevkleri bütün şiddetiyle ortaya çıkar.İşte o zaman o kişilerin yuvaları bir yönüyle cennetin bir numunesi de oluverir.Çünkü dünyada insanın en ziyade ihtiyacını tatmin eden şey ''kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır'' ki bunu en derin hazzıyla helaliyle yaşar.

İnsan sinirlendiğinde kalbinin ritmine hakim olabilse ve kızmak yerine derin bir nefes alıp tebessüm etmeyi başarabilse karşısındaki insanda ''ne yaptığını bilen,kendinden emin,olgun bir insan'' fikrini uyandırır ki bu ise henüz başlamamış olan bir tartışmayı kazanmak demektir.Bunu başarabilmek ise kişinin kalbinin ritmini ve özellikle de öfkesini iyi yönetebilmesini gerektirir.

Her insanın çevresinde bir veya iki tane de dahi olsa kalbinin sakinliği hâline ve diline yansımış insanlar vardır.Yanında bile oturmaktan huzur duyulan insanlar.İtinayla seçtikleri sözcüklerle insanların kalplerinden tutabilen, gönüllere huzurun atmosferini yayabilen o insanlar, dikkatle incelendiğinde görülecektir ki ses tonlarında bile kendilerine özgü nahifliklerini barındırırlar. Kalplerindeki sakinlik adeta sesine,suretine,hareketlerinin ahengine yansımıştır.O insanlara sahip çıkın ve kıymetlerini kaybetmeden bilin.Haftada bir defa dahi olsa arayın.Sadece seslerini duymakla bile rahatladığınızı kendilerine söyleyin.

10 yıl hazreti peygamberin (s.a.v) hizmetinde bulunmuş olan hazreti Enes efendimiz peygamberimizin (s.a.v) bir kez olsun kendisine kızmadığını haber verir.Efendimizin sakin kalpli olmak hususundaki bu örnek hâli dikkate şayandır. Sabır kuvvetini sıradan hadiseler için dağıtan en ufak bir şey de bile bağırıp kalp kırmayı alışkanlık haline getiren 21. asrın müslümanları olarak bizler, öyle zannediyorum ki sakin kalpliliğe her zamankinden daha çok muhtacız..!

Rabbim cümlemizi kalplerine sükûneti yerleştirebilen kullarından eylesin inşallah..


HOŞÇAKALIN..


SAFA AKBAŞ

14 Aralık 2013 Cumartesi

LİYAKATLERİNİZİ BAKKALDAN MI ALDINIZ? - SALİH SÖZCÜ




















Son zamanlarda Türkiye’de çok acayip şeyler olmakta. Liyakatlerinin nereden alındığı ve bunu kimin verdiği bilinmeyen iki tane zat-ı muhterem, İlber hocanın da dediği gibi 13.-14. yüzyıldan itibaren “Türkmenia” adıyla anılan bölge ve halihazırda yaşayan halk hakkında birkaç kelam etmeye çalıştılar. İşin garip tarafı iki adam da koca koca profesörler ve tarihten bî-haberler.

Tarihten haberleri olmadan siyaset yapmaya çalıştıkları için ellerine, yüzlerine bulaştırdılar. İlk zat-ı muhterem iktidar partisinde de görevli birisi idi. Konferans sırasında “ Türk diye bir ırk yoktur.” diyerek hayatının en büyük hatasını yapmıştır. Tepki sadece öğrencilerin salonu terk etmesiyle kalmamış, sosyal medya başta olmak üzere Türkiye’ de büyük tepki toplamıştır.

Neredeyse 1000 senedir “Türkmenia” diye anılan bu bölgede ne hikmetse bölgeye ismini veren bu ırk yokmuş! Peki neden hala “Türkiye” kelimesini –hani yoktu ya- ağzınıza alıyorsunuz? Dünyadaki muhtelif devletleri ve kişileri geçtim, daha ilkokul seviyesindeki bir çocuk bile buna tepki gösterir. Türk ırkının olup olmadığını bilmek ve anlamak için profesörlük gibi bir liyakate ihtiyaç yoktur. Tarihteki birçok ismin de Türkler hakkında söyledikleri sözler mevcuttur. Peki Orta Asya’dan gelip Anadolu’ya yerleşenler kimlerdir? Eskimo mu? Daha yakın bir zamandan örnek vereyim. 1914 yılında Teşkilat-ı mahsusa ve Enver Paşa tarafından Orta Asya’ya gönderilen Adil Hikmet Bey ve arkadaşlarının hatıratları Ötüken yayınları tarafından “Asya’da Beş Türk” adıyla yayınlandı. İsteyenler o hatıratı okuyarak ne demek istediğimi anlayacaklardır.

Aradan birkaç gün geçmeden başka bir profesör namlı zat-ı muhterem çıkıp Osmanlı’nın Türklere eşek dediğini iddia etti. Yahu Allah aşkına klasik dönem Osmanlı kaynaklarından kaç tanesini sayabilir, kaç tanesinin ismini ve müellifini söyleyebilir, kaç tanesinin tarih aralığını, hangi kanunnamesinin ne zaman çıktığını nasıl bilebilir ki? Bu beyefendinin önüne Osmanlı Türkçesi matbu metin koyalım. Acaba hatasız bir şekilde doğru okuyabilecek mi? Osmanlı, Türk adını hakaret amaçlı değil, konar-göçer yörüklerine tabir etmek için kullanmıştır. Hatta bazı kaynaklarda “etrak bî-idrak” tabiri kullanılmışsa da bu aşağılama; eşek Türk değil, anlayışsız, idraksiz Türk demektir. Bu, yine konar-göçerler için kullanılmıştır. Çünkü bunlar düzen tanımazlar, yerleşik hayata karşı çıkarlar. Hatta günümüzde dahi Toroslarda konar-göçerlik devam etmektedir.

“Eşek Türk” tabiri nerde mi geçer? Farsi kaynaklarda Türkleri aşağılamak için bu tabir kullanılır. Tabir aynen olduğu şekilde “Türk-i hâr” olarak geçer. Osmanlı’nın yukarıda bahsedilen şekilde “ Türk” kelimesini kullanmasının sebeplerinden birisi de henüz günümüzdeki manada millet bilincinin 17. ve 18. Yüzyıldan sonra oluşmasıdır.

Bu, kendilerine profesör denilen zatlar acaba liyakatlerini bakkaldan mı aldılar, yoksa kasaptan mı orasını ben bilemem. Ama şu açık ki bu adamların derdi aslı ilme katkı sağlamak değil, gündem oluşturmak, şöhret, mal ve para kazanma hırsıdır. Çünkü gerçek bir ilim adamı kendi alanı ollmayan bir alan hakkında konuşurken temkinli davranır.

Siyasi yorumum ise Şark Meselesi’nin devamıdır. Avrupa ilk olarak Türkleri yani Osmanlıları Balkanlardan silahla atmayı başardı. İkinci adım olarak ise Anadolu’dan da atmayı denediler ama başaramadılar. Avrupa bir asırda silahla halledemediğini 10 küsür senedir bu şekilde halletmeye çalıştı. Mesele bundan ibarettir. Türk düşmanlığının temelinde ancak Şark Meselesi yatmaktadır.


                                                                                                                          Salih Sözcü

12 Aralık 2013 Perşembe

Atatürk`ü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar / Münevver Sofuoğlu


   




                        
Şerafettin Turan’ın TTK’nın yayınladığı “Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar” adlı kitabını Münevver Sofuoğlu değerlendirdi.

Atatürk`ü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar / Münevver Sofuoğlu

Türkiye Cumhuriyeti`nin banisi kabul edilen Mustafa Kemal` in düşünce yapısını etkileyen olaylar, düşünürler, yazarlar ve kitaplar söz konusu olduğunda, O`nun salt bir olayın ya da bir düşünce akımının izleyicisi olmayıp, değişik görüş ve düşüncelerden etkilendiği belirginleşmektedir. Ama Mustafa Kemal`in kendine özgü bir bileşkeye ulaştığı kültürel ve düşünsel çeşitliliğinin hepsi de batılı paradigmaya dayanmaktadır.

Turan`ın kitabının geneline bakıldığında; hem gençlik yıllarında hem de Cumhuriyet döneminde sistematik bir okuma çalışması yapmış Atatürk portresi ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Leman Şenalp kütüphane kayıtlarına dayanarak, Atatürk`ün tarih, dil, din, ahlak, sosyoloji, uygarlık ve ekonomi konularında birçok kitabı İstanbul Üniversitesi kitaplığından getirterek okuduğu belirtilmektedir.


Şerafettin Turan`ın bu kitabı 1982 yılında Türk Tarih Kurumu Yayınları tarafından yayınlandı. 3.baskısı 1999 yılında basılan kitabın şu anda baskısı yok. Toplam 55 sayfadan oluşan kitapta konular sınıflandırılıp belli bir sıralama dahilinde düzenli olarak işlenmiş. Kitap sistematik bir anlatıma sahip ve akıcı bir dili var.

 1-Fransız Devrimi etkeni:

Kitapta M. Kemal`in önemli tarihsel bir dönemeçte dünyaya geldiği ve o dönemeci iki büyük olgunun belirlediği vurgulanmaktadır. Birincisi Fransız Devrimi`nin büyük etkileri, ikincisi Osmanlı İmparatorluğu`nun çöküşü. Bu tarihsel dönemeçte, M. Kemal Fransız Devrimi`nin ulusalcılığından etkileniyor ve bu onun düşüncesinin mayasını oluşturuyor. Ayrıca Fransız devrimi ve devrimin düşünürleri ile ilgili ilk bilgileri Manastır Askeri İdadisi`de öğreniyor. Manastır`da yabancı dil öğrenimine önem veriliyor. M. Kemal, Fransızcasını ilerletmek için de Fransızca kitaplar okuyor (s.6)

2-Akılcılığın ve Olguculuğun izleri:

Kitapta Atatürk`ün düşüncelerinde ve gerçekleştirdiği devrimlerin temellerinde Akılcılık ve Pozitivizm`in izleri bulunduğu özellikle din konusunda ve laiklik anlayışında akılcı görüşün tüm özelliklerin bulunduğu önemle vurgulanıyor.

Bu bağlamda M. Kemal `in okuduğu ve üzerinde durduğu isimler şunlardır:

*Jean –Jacques Rousseau ve Cumhuriyet:

Şerafettin Turan, Atatürk`ün, Fransa devriminin düşünsel hazırlayıcıları arasında üzerinde en çok durduğu, eserlerini okuduğu ve kendi düşünce ağının oluşmasında en çok yaralandığı isimlerin başında J.J. Rousseau`nun geldiğini belirtiyor. Ayrıca daha okul yıllarında J.J. Rousseau`yu okumuş, bu Fransız düşünürünün kişi için özgürlükçü, toplumda siyasal rejim olarak da cumhuriyetçi olmasından etkilenmiştir. Bir de M. Kemal, Rousseau`nun tüm eserlerini incelediğini TBMM kürsüsünden açıklamıştır. "Jean –Jacques Rousseau`yu baştan sona okuyunuz! Ben okudum".(s.14)
Etkilendiği ve okuduğu diğer bir isimde Montesquieu`dur. Bir monarşi yanlısı olan Montesquieu`nün Kanunların Ruhu adlı ünlü eserini incelemiş bu kitapta, Artun Ünsal`ın da belirttiği gibi özellikle Cumhuriyet`le ilgili bölümler üzerinde durmuş ve Cumhuriyet`in bir "erdem rejimi" olduğunun anlatıldığı satırların altını çizmesi dikkati çekmektedir. Montesquieu`nün bu kitabı Cumhuriyet`in ilk yıllarında Türkçeye çevrilerek Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Kant hakkında da "Kant ve Felsefesi" adlı bir inceleme yayımlanmıştır. 1916`da okuduğu kitaplar arasında yer alan diğer bir isimde Şehbenderzade Ahmet Hilmi`nin "Allah`ı İnkar Mümkün müdür?" adlı kitabıdır ki eserin bir bölümü "Auguste Comte ve Felsefesi" başlığını taşımaktadır.

MEŞRUTİYET DÖNEMİ DÜŞÜNÜRLERİ

Ziya Gökalp ve Atatürk:

Kemalizm`e bir ideolog arayanlar, en çok Ziya Gökalp üzerinde durmuşlardır. Bu konuda kısaca aktarımlarda bulunan yazar, değişik görüşlerin ortaya atıldığını belirtip kimi inceleyicilerin, Gökalp`i "Türk devriminin düşün mimarı" olarak değerlendirdiğini, kimi araştırmacıların da Gökalp`i Atatürk devriminin filozofu olarak görmenin "yanlış" olduğunu belirtiyor.

Turan`a göre, Gökalp`in fikirleri ve görüşleri ile Atatürk`ün düşünceleri ve uygulamaları arasında genelde bir benzeyiş olsa da Gökalp`i Kemalizm`in biricik "ideolog"u "mimarı" kabul etmeye de olanak yoktur.

Pozitivizm, ulusalcılık, halkçılık, laiklik, uygarlık, dilde özleşme, kadın hakları vb. konularda Gökalp`in düşünceleri ile M. Kemal `in görüşleri ve eylemleri arsında önemli ayrılıklar göze çarptığı her şeyden evvel Gökalp`in ulus tanımı ile Atatürk`ün ulus anlayışının birbirinden farklı olduğunun altı çiziliyor. (ki bu tespit doğrudur. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı kitabında belirttiği gibi ırkçılığa karşıdır ve ulusu kültürel temelde tanımlamaktadır. Mustafa Kemal`in ulus tanımı ise ilk önce İttihad Terakki`nin ırk temelli Orta Asya`ya, sonra da Hititlere dayanan beyaz ırka dayanmaktaydı.)

Ayrıca Atatürk`ün öncülüğünü yaptığı dilde devrim ile Gökalp`in Lisani Türkçülük görüşü arasında da derin ayrılıkların olduğu Z. Gökalp`in yabancı kökenli sözcükleri dilden atılmaması, üstelik Batı kaynaklı sözcüklere de Arapça ve Farçadan yararlanılarak karşılıklarının bulunması gerektiğini savunurken, buna karşın Atatürk Türkçe'nin "yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması" gerektiğine inandığı önemle vurgulanıyor.

M. Kemal`in öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i tedrisat)` ne yönelirken "halk, medreseliler, mektepliler" diye `3` e bölünmüş olan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi konusunda Gökalp`ten etkilendiği ancak Yeni Türk Alfabesi gibi bir devrim yapılması, Gökalp`in düşüncesinde yer almadığı belitilmektedir.

TARİHSEL DAYANAK

I- Türk Tarihinin Eskiliği: Mustafa Celalettin – Leon Cahun:

M. Kemal`in olaylara tarihsel açıdan bakma konusunda ilk etkileri Manastır İdadisi`ndeki bilgileri dışında, Mustafa Celalettin ile Leon Cahun `un kitapları ve Cumhuriyet`in ilk yıllarında Türkçeye çevrilen Deguigne`nin ünlü yapıtı yer aldığı belirtiliyor.

Aslen Polonyalı olup 1848 ihtilallerinden sonra Türkiye`ye göç eden ve Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen M. Celalettin, "Türklerden başlı başına bir halk olarak söz eden bir yazar" olarak tanınmış ve 1870`de yazdığı Eski ve Modern Türkler adlı kitabında, Türklerle Ariani kavimler arasındaki ırk yakınlığı konusunu işlemiştir.

Turan, M. Kemal`in yazı devrimi ile tarih ve dil çalışmalarının yanısıra, halifeliğin kaldırılması konusunda kendisinin – ayrıntılarda olmasa bile – M.Celalettin`inin yazdıklarında da bir dayanak bulduğunun kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor.

Leon Cahun`a gelince, Türk tarihi, Türkçe ve özellikle Orta Asya Türkleri ile ilgili araştırmaları ile ün yapan bu Fransız tarihçinin 1896`da yayımlanan ve Timur dönemine gelinceye kadar Asya`daki Türk tarihini içeren kitabını M. Kemal `in gençlik yıllarında okuduğu ve bu yapıttan Cumhuriyet `in ilk döneminde de yararlandığı, özel kitaplığındaki nüshaya koyduğu işaretlerden anlaşıldığı söylenmektedir.

2- Türk Tarihi ve Uygarlığını Bir bütün Olarak Ele Alma: Deguignes:

Atatürk`ün Türk tarihini değerlendirme ve olayları tarihsel süreç içinde ele alma konusunda en çok yaralandığı ve etkilendiği isim Deguignes olduğu belirtilmektedir. 1756-1758 yıllarında `5`cilt olarak Paris`te yayımlanan, İslamiyetten önceki dönemde de bir Türk tarihinin varolduğunu gösteren eseri Cumhuriyetin ilk yılında Türkçeye çevrilmiş ve Hüseyin Cahit Yalçın`ın Hunların, Türklerin, Moğolların, ve daha sair Tatarların Tarih-i Umumisi adıyla yaptığı bu çevir 1924`de basılmıştır. Atatürk`ün tarih çalışmalarında bu çeviriden yaralandığı, Deguignes`in kimi düşüncelerini paylaştığı, dahası kimi metinleri doğrudan doğruya bu yapıta dayanarak hazırladığı anlatılmaktadır.

Türk Tarih Kurumunca Liseler için ders kitabı olarak hazırlanan Tarih II adlı kitap ve İslam Tarih konusunda Deguignes`ten yaralandığı ayrıca Atatürk`ün daha çok Hunlar ve Büyük Selçuklular dönemi ve Tuğrul bey ve Alparslan dönemi üzerinde durduğu ve bu bilgileri Deguignes`ten aldığı belirtilmektedir.

Deguignes`nin kitabının III. Cildinde `21`sayfa tutan o dönem olaylarını Atatürk `12` sayfaya indirmesi Turan`a göre bu karşılaştırmanın bile Atatürk `ün bu Fransız tarihçiden ne denli etkilendiğini kanıtlamaya yeterli olduğunun altını çizmektedir. O`nun yazdığı bu metinler Anıtkabir`deki Atatürk Arşivinde bulunmaktadır.(s.31)

3- İslam Tarihini Değişik Bir Açıdan Yorumlama : Leone Caetani :

Atatürk`ün İslam tarihi ve Hilafet sorunu için yaralandığı ve etkilendiği eserlerin başında Leone Caetani`nin ünlü İslam Tarihi`nin geldiği belirtiliyor.

Atatürk`ün İslam tarihi notlarını ve özellikle Muhammed`in savaşlarını yazarken büyük ölçüde Leone Caetani`ye dayandığını İslamiyet ve hilafet hakkındaki düşüncelerinin oluşmasında Caetani`nin değerlendirmelerinin büyük etkisi olduğunu söyleyen Turan buna en belirgin bir kanıt olarak İslamiyette hilafetin nasıl başladığı konusunda Caetani`nin yazdıklarının M. Kemal tarafından paylaşıldığının dikkat çekici olduğunu vurguluyor.

Buna örnek olarak da Atatürk`ün şu sözlerini delil göstermektedir:

"Kur`an`da öğrendiğimize göre, Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi ; o da hayat ve hadislerin zaruri icapları karşısında adeta her gün değişmiştir".

"Muhammed, İbtida Allah`ın resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır ; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce senelerce mücadele ettikten sonra kendisinde hasıl olmuştur". (s.35)

Turan, Atatürk`ün Leone Caetani`nin İslam Tarihi ve Muhammed`in liderliğini anlatan paragrafların başına "müh" (Mühim = Önemli) işaretini koyması ve sayfa kenarına `4` paralel çizgiyle işaretlemesi, Leone Caetani`nin değerlendirmesine katılmasının açık delili olduğunu vurgulayarak O`nun batılı düşünürlerden etkilenmesini idealize etmeye çalışmaktadır.

4- Uygarlık ve Irk Sorunu : J. Gobineau`dan E. Pittard`a :

Atatürk`ün, üstün ırk kuramının esas kaynağı olan J.A. Gobineau`dan, E.Pittard`a gelinceye kadar pek çok ismi okuduğu belirtiliyor ve özel kitaplığında bulunan söz konusu kitaplara koyduğu işaretlerde dikkat çeken noktanın, onun Türkler hakkında verilen bilgiler üzerine eğilmiş olmasıdır.

M. Kemal `in Gobineau`nun eserinde işaretlediği yer, bundan 5.000 yıl önce Turan adıyla eski yurtlarından çıkan Sarı Irktan kavimlerin baskısıyla beyaz kavimlerin yer değiştirmek zorunda kaldıkları bilgisidir. Turan`a göre burada Atatürk için önem taşıyan noktanın, Sarı Irkın Beyaz Irkı daha batıya itmesi değil, yeryüzünde ilk uygarlıkların doğuşunda, Turan`dan yani Orta Asya`dan bir göç dalgasının rol oynamasıdır.

Bunların dışında Atatürk`ün Gobineau`nun kitabında, M.Ö. II. y.y. Çin`in batısında yerleşen beyaz ırktan kavimler arasında Yüeçi ve Vusunlarn da bulunduğunu, büyük çoğunluğunun sarı ırktan olan
Cengiz`in ordusunda beyazlarında görüldüğünü belirten yerleri işaretlemiş olması, onun her yerde Türk ve Türklükle ilgili bilgileri değerlendirdiği söylenmektedir.

Turan`a göre M. Kemal `in aşağıda belirteceğimiz gibi, ırklar ve uygarlıklar konusunda E. Pittard`ın görüşlerini kabul etmesindeki en büyük neden O`nun Anadolu Neolitik kültürünü ve Balkanlardaki ve Anadolu`daki Türklerin antropolojik özelliklerini araştıran bir uzman oluşunun payı vardır. Zira Birinci Türk Tarih Kurultayında ırklar ve uygarlıklar konusunu üzerinde konuşanların en çok bu İsviçreli Profesörün görüşlerine yer verdikleri belirtilmektedir.

Atatürk`ün 1937`deki İkinci Tarih Kurultayına katılan Pittard`ın Irklar ve Tarih, Tarihe Etnolojik Giriş adlı eserini çok dikkatle incelemiş ve Pittard`ın ırkları "kan yakınlığı ve milliyet, dil, gelenekler" gibi yapay sınıflandırmalara olanak veren doğal ayrılıkların belirlediği bir "fiziksel türdeki devamlılık" diye tanımlaması, Atatürk`çe benimsenmiş ayrıca O`nun söz konusu kitabın gerek Önsöz`ünde gerekse metninde yer alan bu tanımı işaretleyip yanına "dikkat" anlamına "D" harfini yazmış olması bunun kanıtı olduğu kitapta vurgulanmaktadır.(s.46)

TÜRKÇENİN ÖZLEŞMESİ VE GELİŞMESİ

Kitapta Ali Ulvi Elöve`nin bir incelemesinden, M. Kemal `in Selanik Askeri Rüştiyesi`nde okuduğu yıllarda Selanik`te yayımlanmakta olan Çocuklara Rehber adlı haftalık derginin soru – bulmaca türünde düzenlediği yarışmalara katıldığını derginin, öztürkçeye ağılık veren "terkipsiz bir dil" kullanmağa önem verdiği belirtilmektedir.

Yazara göre o dönemin Öztürkçe akımının öncülerinden olan Çocuklara Rehber dergisi, düzenlediği soru ve bilmecelere, doğru cevap veren öğrencilerin adlarını ertesi nüshasında yayınladığı ve 22 Mayıs 1897 ve 24 Kasım 1897 günlü sayılarında soruları çözenler arasında, Askeri Rüşdiye son sınıf öğrencilerinden M. Kemal `in adı da bulunduğunu vurgulamaktadır.

Güneş – Dil Kuramı`nın ortaya atılmasına gelince, yazar bu konuda Atatürk`ün Etrüks dili üzerinde çalışan Carra deWaux ve Fransa`da Ari Dillere Takaddüm Eden Lehçenin Turani Menşei`nin yazarı Leon Cahun`dan başlayarak, yeryüzünde konuşan dillerin Sümerceden çıkmış olduğu görüşünü savunan Hilaire de Barenton`a ve nihayet 1935`de Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi adlı bir çalışma yapan Viyanalı Herman F.Kvergic`e varıncaya kadar birçok araştırıcının etkisinde kaldığını altını çizmektedir.

Bu nedenledir ki Güneş – Dil Kuramı`nın tartışıldığı 1936`daki Üçüncü Türk Dil Kurultayı`na Dr. Kvergic ile Sümerolog Hilaire de Barenton `da birer bildiri sunmuşlar ayrıca Barenton o yıl yeni baskısı yapılan kitabını Atatürk`e imzalayarak sunmuş ve 14 Eylül 1936`da İstanbul`dan yazdığı özel mektupta, "Türklerin Sümer Konfederasyonuna mensup olabileceklerini gösteren" yeni kanıtlardan söz etmesi, Atatürk`ün Dil ve Sümerler konusuna gösterdiği yakınlığa dayandığının önemine kitapta dikkat çekilmektedir.

                                                                                                                     MÜNEVVER SOFUOĞLU

HAFTANIN KİTAP ÖNERİSİ: TIKLAYINIZ...