24 Ağustos 2015 Pazartesi

ADALAR SOKAK FESTİVALİ / İSTANBUL


ADALAR SOKAK FESTİVALİ / İSTANBUL

İstanbul'un en özgün ilçelerinden biri olan Adalar'da, 01 - 06 Eylül 2015 tarihleri arası bir "Sokak Festivali" yapılacak. Tamamen "sivil girişim" niteliğindeki bu Festival; Adalar'da yaşayan sanatçıların, yazarların, bilim insanlarının, çevre dostlarının ve yaşadığı ortama saygı duyup, tarihsel - kültürel - arkeolojik - ekolojik değerleri koruyup - yaşatma çabası içindeki insanların özverili gayretleriyle gerçekleşecek. Adalar dışından, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren sanatçı ve aktivist konukların da desteklediği "Adalar Sokak Festivali"nin tüm etkinlikleri tamamen ücretsiz olacak. Toplam 6 gün sürecek olan Festival'in her etkinliğini, sergisini ve deneyimini; Hayallerim ve Ben Platformu'nun savunduğu eğitim - üretim - paylaşım prensipler derece uyumlu görüyor ve benzer girişimlere esin oluşturmasını diliyoruz. Bu Festivale herkes davetli ve her katkı değerli. Yolunuz açık olsun :)



FESTİVALİN AMACI

İstanbul Adaları’nın kentsel, çevresel, ekolojik ve kültürel değerlerinin korunmasına dikkat çekmek ve kalıcı sanat eserleri bırakmak amacı ile her sene 01 - 06 Eylül tarihleri arasında Adalarda yapılması planlanan ‘’Adalar Sokak Festivali’’ adı altında bir etkinlik oluşturulacaktır.


Etkinlikte sanatçılar, uzmanlar, bilim adamları (mimarlar, botanikçiler, sanat tarihçileri, arkeologlar ve deniz bilimciler) çalışmaları, performansları veya söyleşileriyle yer alacaktır.

Katılımcılar Adaların sorunlarına dikkat çekerken, çözüm, iyileştirme ve güzelleştirme için somut önerilerin ortaya çıkartılmasında destekleyici olacaktır.

ADALARIN DURUMU

Doğal haliyle geçmişten yakın zamana kadar “yavaş bölge” statüsünde olan Adalar; kaçak yapılaşma, hatalı turizm politikaları, motorlu ve akülü araçlardaki denetimsiz artış, kontrolsüz biçimde çoğalan bisikletler, faytonların ıslahı için yetkililerin yeterince çaba harcamamaları, plansız imar tehlikesi gibi problemler nedeniyle hızlı bir şekilde yapısal bozulma yaşamakta ve kültürel, tarihsel, ekolojik değerlerini yitirmektedir.

PROJENİN HEDEFLERİ

Adalarda kalıcı sanat eserleri bırakmak, insanları sanatsal çalışmalara özendirmek, sevdirmek, bilgilendirmek… Adaların çevresel, ekolojik ve kültürel değerlerinin tanıtımını yapmak... Bugün ve gelecekte Adaların değerleri için tehdit oluşturan tehlikeleri kamuoyu gündemine taşımak… Festivale katılan kişi ve kurumların, Adaların her yönden sağlığı için yaratıcı ve faydalı önerilerini ortaya koymalarına imkân yaratmak...


FESTİVAL KOMİTESİ

- Necdet Kutlucan

- Fethi Taner

- Sevgi Çekiç

- Gülhan Bayrak

- Serap Borucu

- Burak Güngörmüş

- Şahika Savran

- Fatma Bozkurt


PROJE ORTAĞI: Burgazada Kültür ve Kalkınma Derneği

Dernek 1975 yılında Ada’da yaşayanlar tarafından kurulmuş ve kültürle ilgili birçok etkinlik düzenlemiştir. Merkezi Aya Nikola mevkiindedir. Derneğin kurulma amacı: Çevre ve doğal hayatı korumak; Ada’nın sosyal, kültürel, ekonomik gelişmesine katkıda bulunmak; Adalıları deniz sporlarına teşvik etmektir… Dernek milli bayramlarda öğrencilere, 8 Martta ise kadınlara etkinlikler düzenliyor ve 5 yıldır Türk Sanat Müziği koro çalışmaları yapıyor. Diğer sivil toplum kurumlarının projelerini destekliyor.


PERFORMANSLAR, ÇALIŞMALAR VE FESTİVAL KONSEPTİ

Sanatsal Çalışmalar “ADA DÜŞÜ” teması çerçevesinde yapılacaktır.



Necdet Kutlucan’ın kaleminden "Ada Düşü":

Vera Tulyakova Hikmet, Nazım'a adadığı kitabını Tepebaşı Tüyap Kitap Fuarı’nda imzaladıktan sonra, Nazım'ın vasiyetini yerine getirmek ister ve Boğaz'a karşı rakı içmek üzere Salacak'ta Arabın Yeri’ne gelir. Mavi kirpikli kadın, Boğaz'a doğru kadehini kaldırdığında, Boğaz'ın akıntısı Rus illerinin esintisiyle nereye döneceği belli olmayan azgın nehir gibi Kızkulesi'ne çarpıp ikiye ayrıldıkça, kim bilir Nazım'ın hangi anısına gitmişti… Kadehi düşle gerçek arasında asılı kalan Vera'nın gözleri, Kızkulesi'nin ikiye ayırdığı suların birleştiği, iki - üç yüz metre ilerideki sığlığa, maymuncuk kayalarına giderken, kendisine “şu denizin kaç mavisi var?” diye sorar. Vera'nın gözleri masadakileri unutup biraz sola kırmızı kayalara, oradan çifte kayalara gittiğinde denizin gizlemekte güçlük çektiği, Salacak kayalarının üzerinden ufuktaki İstanbul Adaları'nı fark eder. Vera sürgünlüğü hâlâ bitmeyen Nazım'ın anlattıklarını hatırlar; adını Adalara sürgüne gönderilen prenslerden alan Prens Adaları, tarihini sürgünlerin gölgesinde yazmış adalar...

Aynı masada oturan Cem Yayınevi sahibi Ali Bey, Vera'nın dalıp gitmişliğini fark edip, ‘’iyi misiniz?’’ diye sorduğunda, Vera “O kadar uzaklara

gitmişim ki, burasını seçmekle ne kadar iyi bir karar vermişsiniz sağ olun!’’ der. Sonra kadehler Nazım'a kaldırılır bir kez, bir kez daha.

Adalar… Hangimizin düşlerini süslemez ki?..


“ADA DÜŞÜ” MEKTUP PROJESİ

Ada düşü temasıyla tüm dünyalılardan istenen ve postaneden gönderilen pullu mektupların toplanıp sergilenmesi… 01 - 06 Eylül 2015 tarihinde gerçekleşecek olan “ADALAR SOKAK FESTİVALİ” kapsamında “ADA DÜŞÜ” temasıyla yazılmış mektuplar toplanacaktır. Bu mektuplar el yazısı ile yazılmış, pullu ve postaneden gönderilmiş olmalıdır. Toplanan mektuplar “ADALAR SOKAK FESTİVALİ” Facebook Grubumuzda yayımlanacak ve ayrıca gelecek yıl sergilenecektir.



Mektuplarda herhangi bir sınırlama olmayacaktır. Yayımlanacak ve sergilenecek mektuplara Festival Komitesi karar verecektir. Olanak yaratılabilirse, etkinliğimiz mektup gönderilen ülkelere sergilenmek üzere gönderilecektir. Sergilerin bitiminde tüm mektuplar, taleplere göre ilgili bir kuruma araştırmalarda kullanmak üzere bağışlanacaktır. Ada Düşü mektupları, Selin Sason tarafından toplanacaktır. Mektuplar için adres:Plumon Art of Writing Çınar Cad. N0: 79 PK: 34970 Büyükada / Adalar - İstanbul


Festivalin Fotoğraf konusu: “Adalarda Çirkin Kadrajlar”...

Fotoğraf Sanatçıları Temmuz - Ağustos ayları içinde tüm Adalarda ‘’Adalarda Çirkin Kadrajlar’’ teması doğrultusunda çalışacaklar ve fotoğraflarını festivalde sergileyecekler.



Sahne Sanatları: Tiyatro, Pantomim, Dans, Juggling, Kostüm Tasarımı…

Görsel Sanatlar: Resim, Heykel, Yerleştirme, Fotoğraf, Seramik…

Müzik: Perküsyon, Rock vd…

Konuşmalar ve Sunumlar: Adaların tarihi, arkeolojik yapısı, kültürleri, binaları… Adaların ormanları, bitki örtüsü, hayvan türleri…



Ayrıca Adaların ekolojik ve mimari yapısını tanıma amaçlı yürüyüşler…

SERGİ VE ETKİNLİK ALANLARI - BÜYÜKADA

Açık Alanlar

Deniz Otobüsü Meydanı

Saat Meydanı

Liman / Balıkçı Barınağı

Konak Sokak

Çınar Meydanı

Lunapark Meydanı



Özel Atölyeler

Necdet Kutlucan Atölyesi

Atölye Gülhan

Ali Alizadeh Atölyesi



SANATÇILAR: Görsel Sanatlar 1

Necdet Kutlucan Atölyesi / Karma Sergi

Ali Alizadeh (Heykel) İstanbul

Ersin Alok (Fotoğraf) İstanbul

Eşber Karayalçın (Heykel) Ankara

İşlik Sanat Atölyesi (Heykel döküm) İstanbul

Jackie Arditt (Resim) İstanbul

Memet Güreli (Resim) İstanbul

Mina Sanver (Resim) İstanbul

Nalan Yırtmaç (Resim) İstanbul

Necdet Kutlucan (Heykel) İstanbul

Nihal Mete (Resim, Heykel) İstanbul

Refik Ongan (Fotoğraf) İstanbul

Şahin Paksoy (Resim) İstanbul

Sevgi Çekiç (Resim) İstanbul

Süreyya Oskay (Seramik, Cam) İstanbul

Şevket Sönmez (Resim) İstanbul

Yavuz Kılıçer (Resim) İstanbul

Yıldanur Ketenci (Heykel) İzmir

Zeliha Akçaoğlu (Resim) İstanbul


SANATÇILAR: Görsel Sanatlar 2

Atölye Gülhan / Karma Sergi

Ali Asker Bal

A.Cem Şahin

Alp Yavuz

Cem Sağbil

D.Ali Ayyıldız

Ece Kazan

Ekrem Kahraman

Erhan Cihangiroğlu

Feryal Taneri

Gülhan Bayrak

Günal Salt

Hülya Küpçüoğlu

Marlen Tekirdağlıcan

Mehmet Yıldırım Dabakoğlu

Melike Uçku

Melissa Mey

Murat Havan

Musa Güney

Orhan Umut

Selma Uğur

Solmaz Aksoy

Tülin Yiğit Akgül

Agron Mulligi

Alişan Derin

Bardana Gorsanci Iliyaz

Eshref Qahili

Fehim Huskoviç

Fred Teiffeld

Luka Beselia

Nehot Beqiri

Ümmet Karaca

Zühre Özkahraman


Açık Alan Heykel ve Duvar / Yer Boyama Çalışmaları

- Fahir Kuzu (Heykel) İstanbul - Salih Ökmengil (Heykel) İstanbul - Abolgosen Aşrafi (Heykel) İran - Cemil Gündoğan (Heykel) İstanbul

- Gözde Başkent (Duvar, Yer Boyama) - Bilge Kutlu (Heykel) - Alev Oskay (Seramik Yerleştirme) İstanbul



FESTİVAL PROGRAMI - BÜYÜKADA



01 Eylül SALI:

Barış Günü Kutlamaları

Saat 10:00 - 17:00 Barış Günü Performansı // Yer: Deniz Otobüsü Meydanı // Sanatçı: Gülhan Bayrak

Saat 10:00 - 13:00 Çocuklarla Yer Boyama, Resim Atölyeleri // Sanatçılar: Necdet Kutlucan, Tara Demircioğlu

Saat 10:00 - 13:00 Tebeşirle Yer Boyama // Yer: Deniz Otobüsü Meydanı // Sanatçılar: Güzelliğin Çoğaltılması Gurubu

Saat 16:00 - 20:00 Sahne Sanatçıları ile Adalar Arası Vapur Gezisi

Saat 18:30 - xx:xx Kortej Yürüyüşü // Başlama Yeri: Necdet Kutlucan Atölyesi - Bitiş Yeri: Saat Meydanı

Saat 19:30 - xx:xx Konser // Yer: Deniz Otobüsü Meydanı // Müzik Grubu: Adamlar



02 EYLÜL ÇARŞAMBA:

Saat 18:00 - 20:00 Karma Resim Sergisi Açılışı // Yer: Gülhan Atölyesi

Saat:19:30 - xx:xx Dans // Yer: Saat Meydanı



03 EYLÜL PERŞEMBE:

Saat 10:00 - 20:00 Çeşitli Alanlarda Duvar ve Yer Boyama Çalışmaları

Saat 18:00 - 20:00 Karma Resim Heykel Seramik Fotoğraf Sergisi Açılışı // Yer: Necdet Kutlucan Atölyesi

Saat 19:30 - xx:xx Perküsyon Grubu // Yer: Saat Meydanı



04 EYLÜL CUMA:

Saat 18:00 - xx:xx Fotoğraf Sergisi "Adalarda Çirkin Kadrajlar" // Yer: Açık Alan

Saat 19:30 - xx:xx Tiyatro Oyunu // Yer: Saat Meydanı



05 EYLÜL CUMARTESİ:

Saat 22:00 - 24:00 Fenerli Gece Yürüyüşü // Başlama Yeri: Çınar Meydanı - Bitiş Yeri: Saat Meydanı



06 EYLÜL PAZAR:

Saat 16:00 - 18:00 Ebru Atölyesi // Yer: Deniz Otobüsü Meydanı // Sanatçı: Gülhan Bayrak

Saat 18:00 - xx:xx Kortej Yürüyüşü (Yapılan eserlerle yürünecek) // Başlama Yeri: Necdet Kutlucan Atölyesi - Bitiş Yeri: Saat Meydanı

Saat 18:30 - xx:xx Film // Yer: Lale Sineması

Saat 19:30 - xx:xx Konser // Yer: Deniz Otobüsü Meydanı // Müzik Grubu: "Onbir Art" Ayşe Tütüncü, Jülide Canca Eke, Zeynep Tolga Sevim

ADALAR SOKAK FESTİVALİ - BURGAZADA



Çalışmalara Katılanlar

Sevgi Çekiç, Mehmet Deniz Örnek, Serap Borucu, Katrin Fırtına Nikolao,Ebru Akıncı, Metin Özkara, Tülay Karacaörenli, Burçak Kızılçay, Ali Kesgin, Yunus Emre Aydın...



SERGİ VE ETKİNLİK ALANLARI - BURGAZADA

İskele Meydanı

Kulüp Meydanı

Gezi Parkı

Aya Nikola Parkı

Cami Sokak

Yelkenci Mehmet Sokak 6 Numara

Hiristos Tepesi

İndos-Kumbaros

Burgazada Kolektif



SANATÇILAR:

Ebru Akıncı (Heykel)
Metin Özkara (Heykel)
Sevgi Çekiç (Resim, Seramik)
Mehmet Deniz Örnek (Yerleştirme, Resim)
Serap Borucu (Fotoğraf)
Burçak Kızılçay (Heykel, Seramik)
Devrim Karakuş (Resim)
Yeşim Xxxxxx (Resim)
Özcan Yolalan (Fotoğraf)
Savaş Çekiç (Tasarımcı)
Atalay Karacaörenli (Fotoğraf)
Bercuhi Berberyan (Yazar)
Yunus Emre Aydın (Müzik)
Aylin Çankaya (Müzik)


Açık Alan Heykel ve Enstalasyon Çalışmaları



Ebru Akıncı:
"Heykel"
Yer: Kulüp Meydanı

Ebru Akıncı ve Metin Özkara:

"Yerleştirme"

Yer: İndos -Kumbaros arası yol boyu



Ebru Akıncı ve Metin Özkara:

"Ada Mimarisini temsil eden bir yapıda Yerleştirme"

Yer: Selçuk Erçaylap Evi veya Melih Naziki Evi



Deniz Mehmet Örnek:

"Yer Boyama"

Yer: Büyükçam Mevkii yokuş başı ilk 30 metre

(Asfalt Yamalarını Takip Eden Monochorome Tespit Resim)



Deniz Mehmet Örnek:

"Duvar Resmi"

Yer: Ahırlar Mevkii fayton yolu bahçe istinat duvarı



Deniz Mehmet Örnek:

"Yerleştirme"

Yer: Yangından etkilenen orman alanı yeni ağaçlandırma alanı içinde kalan -harita üzerinden gösterilebilecek bir- bölgede bulunmuş kapılar ile yapılacak bir yerleştirme



Deniz Mehmet Örnek:

"Duvar Resmi"

Yer: Gezinti Caddesi üzerinde - Çamakya’nın bitiminde


FESTİVAL PROGRAMI - BURGAZADA



01 Eylül SALI

Barış Günü Kutlamaları

Saat 10:00 - 12:00 Çocuklara Yüz boyama etkinliği // Yer: Çocuk Parkı // Sanatçı/lar: .................

Saat 10:00 - 12:00 Çocuklarla Atık Malzemeden Heykel Atölyesi // Yer: İskele Meydanı // Sanatçı: Burçak Kızılçay

Saat:12:00 - 15:00 Heykel Çalışması Açılış // Yer: Kulüp Meydanı // Sanatçı: Ebru Akıncı

Saat 16:00 Yerleştirme Açılış // Yer: İndos-Kumbaros arası yol boyu // Sanatçılar: Ebru Akıncı ve Metin Özkara

Saat:20:30 Gece Yürüyüşü (Beyaz Giysilerle Fenerli) Barış Günü Partisi // Başlama Yeri: İskele Meydanı - Bitiş Yeri: Aya Nikola



02 Eylül ÇARŞAMBA

Saat:10:00 - 12:00 Çocuklarla Seramik Atölyesi // Yer: Kulüp Meydanı // Sanatçı: Sevgi Çekiç

Saat:16:00 - 18:00 Ada Mimarisini temsil eden bir yapıda Yerleştirme // Yer: Selçuk Erçaylap Evi veya Melih Naziki Evi

Saat:19:00 - 20:00 Karma Sergi Açılışı // Yer: Sait Faik Müzesi



03 Eylül PERŞEMBE

Saat:10:00 - 20:00 Ekmek Atölyesi // Yer: Burgazada Kolektif Ekmek Fırını

Saat:12:00 - 15:00 Çocuklarla Resim Atölyesi // Yer: Gezi Parkı // Sanatçı: Sevgi Çekiç

Saat:19:00 - 20:00 Fotoğraf Sergisi Açılışı



04 Eylül CUMA

Saat:10:00 - 12:00 Halka ‘’Koliva’’ Helva Atölyesi // Yer: Burgazada Kolektif veya Pazar Çınar Altı // Uygulayıcı: Katrin Firtina Nikolao

Saat:16:00 - 18:00 Konuşma: Adalar Tarihi // Yer: Sait Faik Müzesi

Saat:20:30 - 23:00 Müzik // Yer: 6 Numara



05 Eylül CUMARTESİ

Saat:16:00 - 18:00 Söyleşi: ‘’Burgazada Sevgilim Buluşması’’ Bercuhi Berberyan // Yer: Sait Faik Müzesi

Saat:19:30 - 23:30 Müzik ve Piknik // Yer: Hiristos Tepesi



06 Eylül PAZAR

Saat:19:00 - 20:30 Kortej Yürüyüşü (Yapılan Eserlerle yürünecek) // Başlama Yeri: Xxx Atölyesi - Bitiş Yeri: Aya Nikola Parkı

Saat:20:30 - 23:30 Müzik // Yer: Aya Nikola Parkı

14 Ağustos 2015 Cuma

Orhan Veli’den Sevgilisi Nahit Hanım’a Mektup




Orhan Veli’nin sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı mektupların yer aldığı Yalnız Seni Arıyorum’dan.

[İstanbul] 10 Aralık 1947

Nahit,
Geçen hafta iki liram olsaydı iki tane çifte bahis bileti alacaktım. Biri Düldül – Neslihan, öteki Çınar – Neslihan. Düldül koşmamış. Çınar – Neslihan kombinezonunun 44,5 lira verdiğini öğrenince doğrusu çok üzüldüm. Parasız zamanımda epey işime yarayacaktı. Bu haftaki koşuları geçen haftaki kadar sağlam göremiyorum. Mamafih gittiğin takdirde şu söyleyeceğim atlara oynarsan fena olmaz. Birinci koşuda iş yok. İkinci koşuda Aşkar’a ganyan, plase. Üçüncü koşuda Sim ve Zırh az miktarda plase. Dördüncü koşuda Meram ve Çiğdem’e birer ganyan. Son koşuda Yunt’a ganyan, plase. Çifte ve ikili oynama. Bilhassa son ikiliye katiyen oynama. Eğer mutlaka oynamak istersen birinci ikilide iki tane Aşkar – Çınar, bir tane de Aşkar – Kısmet oyna. Çifte de bir tane Meram – Yunt, bir tane Çiğdem – Yunt oynanabilir. Fazla değil. Bu haftaki koşularda ümidim en fazla Yunt’tan. Onun da ganyanı ile plasesi az vermez sanıyorum. Yarışlarda Fahir’i görürsen Radyo’dan gelecek para işinin ne olduğunu sormanı rica ederim. İşte sana bir sürü angarya. Affını diler mektubunu beklerim.

Pek çok selam ve sevgiler. (Bu mektubumu mektup sayma)

Orhan Veli

8 Ağustos 2015 Cumartesi

YATIK EMİNE VE SULTAN GELİN FİLMLERİNİN DRAMATURJİK ÇÖZÜMLEMESİ

Havva’nın yaratılmasıyla başlar. Üzerinde yaşadığımız dünyanın tamamlanabilmesi için hiç şüphesiz kadının var olması gerekmektedir. Tarihin kadınla başlamasına karşın geçen zamanla kadınların eski çağlardan beri sürekli ikinci sınıf insan olarak görüldüğü de acı bir gerçektir. İncelemiş olduğum Yatık Emine ve Sultan Gelin filmlerinde kadınlar toplumda değersizleştirilmiş öteki konuma sokulmuş, olarak karşımıza çıkarlar.



Yatık Emine Filmi R. Halit Karay’ın aynı isimli hikayesinden uyarlanmıştır. Film 1974 yılında Ömer Kavur tarafından çekilmiştir. Filmin geçtiği zaman dilimi 20.yy başları olarak görülmektedir. ‘Sultan Gelin’ filmi Halit Refiğ yönetiminde 1974 tarihinde vizyona girmiştir. Sultan Gelin filminde zaman, içinde bulunulan zamanı yansıtır. Her iki filmde unutulmuş, ötekileşmiş topraklar olan Anadolu’da geçmektedir. Yatık Emine Anadolu’da adı kötüye çıkan bir kadının dışlanması temalıdır. Sultan Gelin filminin teması ise Anadolu’da kadının bir mal bir meta olarak görülmesidir. Filmler temel olarak tek bir sorun üzerinde durmaktadır. Bu sorun kadın olmak ve bunun karşısında yaşadıkları acı olaylardır. Gönderilen mesaj ise kadın olmak toplum tarafından ikinci sınıf birey olarak görülmesine sebep olur ve bu durum onların yaşamında çeşitli sorun ve sıkıntıların yaşanılmasını kaçınılmaz kılar.

Yatık Emine filminin başkahramanı Emine’dir. Kendisine verilen Yatık lakabının anlamını filmde şöyle tanımlar: “ belki çamura yatık her belaya batık.” Emine aslında bu cümlesiyle yaşadıkları hakkında az da olsa bilgi verir bizlere. Kendisi yaşadıklarını kabullenmiş ve kaderi olarak görmüş bir karakterdir. Genç ve güzeldir gelmiş olduğu kasabanın kadınları tarafından kıskanılmakta erkekleri tarafından ise arzulanmaktadır. Bu durum karşısında ne yapacağını bilmeyen Emine’nin tek istediği şey temel yemek ve barınma ihtiyacını karşılamaktır. Kendisi muhtarın yeğeni tarafından kaçırılıp tecavüz edilmiş ve bir kasabaya sürgün edilerek aslında tek başına bırakılmış ve yalnızlaştırılmıştır.sultan gelin

Sultan Gelin Film’inde ise başkahraman Sultan ailesinin inek ya da öküz kadar değer vermediği, dölüne paramı veriyoruz sanki sayesinde arsa alacağız dediği Anadolu’da bir köylü bir ailenin kızıdır. Oldukça güzel, marifetli olan bu kız sahip olduğu iyi özellikler sebebiyle Samanlı köyü’nün ağasının oğluna satılmıştır. Sultan’ın yönelişi mutlu bir aile yuvası kurmaktır. Buna özlem ve hasret çekmektedir. Aslında çok şey istemeyen Sultan ve Emine’nin başına gelecek olaylar oldukça trajiktir. Filmlerde hayattan beklentileri bu derece basit olan iki kadının isteklerine ulaşma konusunda çektikleri sıkıntılar göz önüne serilmiştir. Toplumun kadına bakış açısı ve Anadolu’da kadının sahip olduğu konum irdelenmiştir. Bunlar bir nevi gerçeklerdir. Günümüzde hala başlık parasıyla satılan ya da tecavüze uğradığı halde hiçbir şekilde haklı görülüp insan olarak kucak açılmayan kadınlarımız vardır.

Sultan cefakardır. Evlenebilmek için kendisine eş olarak gösterilen 4 yaşındaki çocuğu özenle büyütmüş, hiçbir zaman ezdirmemiş yeri geldiğinde işlediği suçu kendi üzerine almıştır. Sadece çocuğu büyütmekle kalmayıp evin, tarlanın her işine yetişmiştir. İstediği tek şey çocuklarının olduğu mutlu bir yuva hayalidir. Bu sebeple yaşadığı tüm zorluklara göğüs germiş karşılaştığı güçlükler karşısında her zaman direnmiştir. Emine ise Sultan’la karşılaştıracak olursak eğer daha pasif bir karakterdir. Kaderine razı olmuş, insanlar tarafından itilip kakılan bunun yanında hala namuslu kalmaya çalışan bir karakterdir. İnsanların zulümlerine karşı hala namuslu bir şekilde yaşamaya çalışmasını düşündüğümüzde mücadeleci olarak yorumlayabiliriz.

Sultan Filminde Ağa Sultan için çok başlık parası verdiğinden ve ev ile tarla işlerini yapmak için birine ihtiyacı olduğundan dolayı Sultan’ın gitmesine engel olur. Sultan eğer gidecek olsa belki yeniden evlenebilecekken ağanın buna engel olması onun protogonist bir karakter olduğunu gösterirken bir yandan da küçük oğlu Veli ile evlendireceğini söylemesiyle antigonist sayılabilir. Ağa’nın karısı ise antigonist bir karakterdir çünkü en başından beri evliliğe karşı çıkmıştır. Yatık Emine filminde ise ona yemek ve barınma ihtiyacını sağlayan Server ve kumandan protogonist karakterlerken, kasabanın diğer kalanı antigonist karakterlerdir.

Olaylar dizisini inceleyecek olursak eğer Sultan Filminde serim bölümü; Sultan’ın para karşılığında mal olarak satılmasıyla başlar. Düğün sahnesi ile son bulur. Bu bölümde Sultan’ın bir köyde yaşadığını, geleneksel bir ailenin kızı olduğuna şahit oluruz. Yatık Emine Filminde serim bölümü; Emine ve yanındaki iki askerin topraklı yollarda yürümesiyle başlar. Bu filmin de yine Anadolu’da herhangi bir yerde geçtiği izlenimini sağlarız. Serim bölümü, Emine’nin karakolda kaldığı koğuştaki kadın tarafından dövülmesiyle son bulur.

Sultan Gelin Filmi’in düğüm ve çatışma bölümü; Düğün ile düğüm ve çatışma bölümü başlar. Veli’nin düğün günü sevdiği kızla kaçmak için anlaşmasıyla son bulur. Bu bölümde Sultan’ın hayata tutunuşu evlenmek için çektikleri, Veli’yi nasıl büyüttüğü, yaptığı fedakarlıklar anlatılır. Çatışmayı sağlayan protogonist ve antiprotogonist karakterlere ek olarak Veli de antiprotogonist bir karakterdir. Eğer Veli olmasaydı abisi öldükten sonra Veli ile evlenme gibi bir durumu olmayacağı için Sultan aile ocağına dönebilecekti. Yine Veli büyüdüğünde Sultan’a sen benim ablamsın, senle evlenemem diyerek Sultan’ın isteğine engel olur. Filmde düğüm ve çatışma bölümü Sultan’ın ağılda süt sağarken ağayla yaptığı konuşma ile son bulur. Yatık Emine’nin düğüm ve çatışma bölümü ise karakoldan çıkarılıp Tahir’in evine gitmesiyle başlar. Bu bölümde Emine’nin sadece insan gibi yaşayabilmek için yapmış olduğu çabalar, ayakta durma mücadelesi işlenmiştir. Emine’ye yardım eden iki karakter vardır bunlar Server ve komutandır. Onun dışında deli İsmail efendi komutana arzuhal yazmasında yardım eder ve komutanın yokluğunda Emine’nin ekmek alması için fırıncıyla konuşması protogonist yapıda bir karakter olduğunu göstermektedir. Düğüm ve çatışma bölümü Emine’nin eve yerleştirilmesiyle son bulur.

Sultan Gelin Filmi’nin doruk noktası; Ağanın ona eşinin doğumundan sonra evlenebileceğini söylemesiyle başlar. Sultan’nın evlenme umudu artmıştır. Bölüm düğün zamanı Veli’nin Hayriye’ye kaçma sözünü vermesiyle sonlanır. Yatık Emine Filminde doruk nokta Emine’nin artık kendi evim diyebileceği yıkık da olsa bir eve kavuşmasıyla başlar. Bu bölüm kendisini koruyan erkeklerin kasabadan gitmesiyle son bulur.

Sultan Gelin filminde çözülme bölümü Sultanın veliye yardım etmesiyle başlar. Film Sultan kucağında iki aylık bir bebekle yeniden evlenme umuduyla beşiğin sallanmasıyla biter. Yatık Emine Filminde çözülme kendisine yardım edenlerin kasabadan gitmesi ile başlar. Film Emine’nin evinin bir köşesinde ölmesiyle sonlanır.

Alıntı: http://www.morkep.com/2014/11/yatik-emine-ve-sultan-gelin-filmlerinin-dramaturjik-cozumlemesi/

Oğuz Atay'ın Demiryolu Hikâyecileri'nin Tahlili


Oğuz Atay’ın yazarlığı söz konusu olduğunda en çok alıntılanan cümledir “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” cümlesi. Belki de Atay’ın yazarlık süreci boyunca okuyucularına göndermiş olduğu en öz iletidir bu cümle. İşte bu cümlenin geçtiği hikâyedir Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya[1]. 1976-1977 yıllarında kaleme alınmış olan bu hikâye, yazarın tüm hikâyelerinin toplandığı Korkuyu Beklerken[2] adlı kitabında yer almaktadır.
Romancılığıyla edebiyatımıza derin bir iz bırakmış olan Oğuz Atay’ın -nedendir bilinmez- öykücülüğü romancılığının gölgesinde kalmış ve hikâyeleri yeteri ölçüde değerlendirilmemiştir. Birçok derginin çıkarmış olduğu öykü özel sayılarında göremeyiz Atay’ı. Hâlbuki Atay, romanlarında gösterdiği başarının benzerini hikâyelerinde de sergilemiştir. Onun keskin dili, derin tahlili, kendine has dili, ince dokunuşları tüm hikâyelerinde –romanlarında olduğu gibi– hissedilir.

Biz bu çalışmada, Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya adlı hikâyesini tahlil ederken aynı zamanda ihmal edilmiş hikâyeciliği üzerine de –Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya hikâyesi özelinde– eğilmeye çalışacağız.

A. Olay Örgüsü

Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya, savaş yıllarında, bir demiryolu istasyonunda yazdıkları hikâyeleri yolculara satarak geçinen üç hikâyecinin zaman içerisinde birbirlerinden, kendilerinden, okurlarından, hayattan ayrılmalarını ve yeteneklerinin aşınmasını hikâye eder.

Hikâyenin kopma noktalarına göre hikâye beş bölüme ayrılarak incelenebilir:

Birinci bölümde üç hikâyecinin(anlatıcı, genç yahudi ve genç kadın) günlerini nasıl geçirdikleri anlatılır. Buna göre üç hikâyeci de sabahları uyur, akşama doğru uyanıp hikâyelerini yazmaya başlarlar; ilham bu vakitlerde gelir ve kolay kolay gitmek bilmez. Genellikle gece yarılarına kadar yazar ve uykuya dalıverirler. Yazdıkları hikâyeleri trendeki yolculara satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Satış yapabilmek için de güncel konularda yazmak gayreti içerisindedirler. Onlar da tıpkı yiyecek satıcıları gibi “satış” yaparlar; ama asıl amaçları esnafa benzer bir zihniyetle ticaret yapmak değil, sanattır. Zaten pek fazla da satış yapmazlar. Diğer satıcılar onlardan önce davranıp satışlarını yapar ve sıra hikâyecilere gelene kadar da yolcuların paraları bitmiş veya tren kalkmış olur. Hikâyeciler, istasyon şefinin ve yolcuların kendilerini birer esnaf gibi görmelerinden hoşlanmazlar. Hatta istasyon şefinin kendilerine “esnaf hikâyeciler” demesine alınırlar. Bununla birlikte hepsi de bilir ki, yaptıkları da pek farklı değildir, onlar da diğer satıcılar gibi mallarını satmak için bin türlü iş çevirirler. Üç hikâyeci de tren istasyonunda birer kulübede kalmaktadırlar. Yazdıklarını istasyon şefinin daktilosunda kopya ederler ve son kopya da genelde silik olur. Onlar da istasyon memurları gibi orada yerleşiktirler. Bu sebeple kendilerini oranın memuru gibi görürler; ama ücretlerini devlet memuru gibi toplu halde almazlar, bireylerlerden parça parça alarak geçinirler. Satışlarını genelde gece yarıları yaparlar; ekspres treni o sıralarda gelmektedir. Posta treninde satış yapamadıkları için geçimlerini genelde ekspres trenindeki yataklı yolculardan sağlarlar. Hikâyeciler satış yapmak için genelde kompartıman memuruna rüşvet olarak yazdıkları hikâyelerden verirler. Bu yolcular zaten yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için istasyondaki diğer satıcılardan pek bir şey almazlar. Bu yolcular da olmasa, iyice aç kalacaklardır. Bununla birlikte gece boyunca yazıp yorgun düştüklerinde çoğu kez ekspres trenine yetişemezler. Yetiştiklerinde de diğer satıcılardan sıyrılmaları güç olmaktadır.

Anlatıcı, hikâye yazarak geçimin sağlanmasının zorluklarını bize derinden hissettirir. Gece yarılarında tren beklemek, satış yapmak için seslenmek, mallarını beğendirmek için övmek, zor şartlar altında hikâye kopya etmek ve hikâye alıcılarının sınırlı olması... Buna rağmen bu bölümde anlatıcı süregelen sorunlar dışında sorun pek yaşamaz. Bize aynı zamanda hikâye yazmanın amacı da söylenir: Sanat. Yalnız sanat, anlatıcı tarafından fizyolojik ihtiyaçlardan sonra ihtiyaç duyulan bir alandır. Zira anlatıcının ve diğer hikâyecilerin geçimlerini sağlamada karınları tok olan yataklı vagon yolcuları rol oynarlar. Posta trenlerindeki yolcularsa ancak karınlarını doyurmakla yetinebilmektedirler. Ayrıca hikâyecilerin “gece” çalışmaları ve satış yapmaları, onları diğer satıcılardan farklı kılmıştır. Geceleri diğer satıcılar satış için pek uğraşmamakta, geceyi beklememektedirler; ama sanatçılar “gece”nin adamlarıdırlar adeta. Gecenin karanlığında mallarını bize satarlar. Bunu da anlatıcının hikâye yazmak sanatını diğer satış türlerinden farklı kılmak düşüncesinde olduğu şeklinde algılayabiliriz.

İkinci bölüm anlatıcının genç kadına âşık olmasıyla başlar. Anlatıcı, genç kadının bir gün hikâye satmak için yine yataklı vagona girmek istediği sırada tanımadıkları bir vagon memuru onu itip düşürür ve anlatıcı ona yardım etmeye çalışırken ondan etkilenmeye başlar. Genç kadın da anlatıcının kendisine böylesine yakın bir davranış sergilemesi sonucu ona ilgi duyar. Bu sıralarda diğer satıcılar da vagonlara girmeye başlamışlardır çünkü artık mallarını açık olarak değil ambalajlayarak satarlar -ki bu da yolcuların ilgisini çekmektedir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi okuyucular yazılan hikâyeleri beğenmemeye başlar, basmakalıp ve modası geçmiş bulurlar. Bir de istasyona artık sadece posta treninin uğrayacağı söylentileri başlamıştır. Tüm bu üst üste gelişen olaylar sonucu anlatıcı ve genç kadın birbirine kenetlenir ve “hangi rüzgârın kendilerini attığını bilmedik”leri bu istasyonda sık sık sevişmeye başlarlar. Sonbaharda, ince kazağının içinde titreyerek hikâyeler yazmaya çalışır anlatıcı.

Sanatın pek saygı görmediği tarzında bir düşünceye ulaştırır bizi anlatıcı. Çünkü memur; hikâyecileri sıradan bir esnaf, satıcı olarak görüp genç kadını kapının dışına itmiştir. Sanatın, daha önemlisi sanatını yaymanın ve bu sanatla geçim sağlamanın ne kadar güç bir durum olduğunu da bize hissettirir anlatıcı. Sanat, bazen hor görülebilir; ama sanatçılar kenetlenerek bu zor durumun üstesinden gelmeyi bilirler.

Üçüncü bölüm genç yahudinin iyice hastalanıp hikâyelerini yazamaz duruma gelmesi ve genç kadının da bezginleşmesi sonucu anlatıcının, ikisinin de hikâyelerine yardım etmek durumunda kalmasıyla başlar. Anlatıcı hem genç yahudinin hem de genç kadının hikâyelerine yardım etmesi nedeniyle eskisine göre daha kötü hikâyeler yazmaya başlar. Hikâyelerinin konularını güncel konuların dışına taşırmaya başlar; konu bulmakta zorlanır. Aşk hikâyeleri yazmaya başlar âşık olmasının da etkisiyle; ama istasyon şefinin bu hikâyelerin yanlış anlaşılabileceğini söylemesi nedeniyle bu konuda hikâye yazmayı bırakmak durumunda kalır. Zaten istasyon şefi işlerine iyice karışmaya başlamıştır. Hep, benzer hikâyeler yazmaya başlar anlatıcı. Zamanla düşünceleri bulanmaya başlar anlatıcının. Artık eskisi gibi güncel olaylar bulamamakta, insanlar ve maceraları birbirine bağlamakta zorlanmaktadır. Zaten eskisi gibi de güncel konulardan haberdar olamamaktadır. Savaşın bitip bitmediğinden, topraklarımızın genişlediğinden veya daraldığından haberdar değildir. Hatta savaşın nerelerde geçtiğinden bile haberdar olamamaktadır. Bir müddet sonra anlatıcı, şehir isimlerinde yanlışlıklar yapmaya ve hatta yöneticilerin adlarını bile karıştırmaya, unutmaya başlar. Artık istasyonda pek kimseyle konuşmuyordur. İstasyondakiler birbirlerine seslenmemektedir. Anlatıcı, hikâyelerinde geçen kelimeler dışındaki kelimeleri hatırlamamaya başlar. Artık istasyon şefi bile aksiliğini sadece hareketleriyle ifade eder olmuştur. Genç yahudi de konuşamayacak kadar hastadır. Genç kadınla artık “sessizce” sevişirler. Tüm bu sessizlik, kelimelerden kopmuşluk ve çok sayıda hikâye yazmak zorunluluğu anlatıcının yazarlık yeteneklerinin körelmesine sebep olur.

Anlatıcının belirtilen nedenlerden dolayı yeteneğinin körelmesi anlamlıdır. Aslında anlatıcı, bize bir hikâyecinin neler yapmaması gerektiğini de söylemiştir: Güncel haberlerden haberdar olmamak, çok fazla hikâye yazmaya çalışmak, diğer kişilerle iletişimi kesmek… Anlatıcının yeteneklerinin körelmesi neden-sonuç ilişkisi içerisinde bize sunulmuştur.

Gazetelerin pahalanması, artık trenlerle taşınmaması; ekspresin artık haftada bir istasyona uğraması ve genç yahudinin ölümüyle başlar dördüncü bölüm. Anlatıcı, gazetelere ulaşamaması sonucunda artık güncel haberlerden hiç haber alamamaya başlayarak tamamen kendi hayal dünyasında sıkışıp kalır. Bununla beraber ekspresin haftada bir uğraması anlatıcının işine gelir. Artık kısa, benzer ve çok hikâye yazmak durumunda kalmayacaktır. Hele yahudinin ölmesi sonucu onun hikâyelerini de yazmak durumundan kurtulmasıyla sıkışık durumdan sıyrılmaya başlar anlatıcı. İçine sine sine hikâyeler kaleme alır -daha uzun hikâyeler… Geçimini sağlayabilmek için hikâyelerini daha pahalıya satmak zorunda kalacaktır anlatıcı. Tüm gayretine rağmen yine de bazı yolcular onun yazdığı hikâyeleri eleştirir ve anlatıcı buna fena şekilde içerlenir. Bir başka yolcuya; aç olduğunu, böyle bir durumda nasıl hikâye yazmasının beklenebileceğini söyler; ama tüm bu içerlemeler ve sinirlenmeler sonucunda hisseder ki, bu tür anlarda daha iyi hikâyeler yazabilmektedir.

Anlatıcının, içerlediğinde ve sinirlendiğinde daha iyi yazılar kaleme alabilmesi de anlamlıdır. Anlatıcı, böyle anlarda daha iyi ürünler ortaya konabileceği kanısını taşır gibidir. Yine burada bir hikâyecinin ne yapması gerektiği de verilir: Çok sayıda hikâye yazmaya çalışmamak. Anlatıcının artık gazetelere ulaşamadığının dile getirilmesi ise kurgusal bir eksikliği de gün yüzüne çıkarmıştır. Çünkü hikâyenin bu kısmından öncesinde gazetelerle alakalı hiçbir ifadeye rastlamayız. Anlatıcı güncel olayları yolculardan öğrenir sadece. Oysa bu bölümde anlatıcının güncel bilgileri edinememesi gazetelerin pahalanmasına ve artık trenle taşınmamasına bağlanmıştır.

Son bölümse genç kadının istasyonu bir gece terk etmesiyle başlar. Anlatıcı genç kadının gitmesiyle iyice yalnızlığa düşmüştür. Tutunacak bir şeyi kalmamıştır. İstasyondaki diğer satıcılar da sırayla terk eder istasyonu. Tek başına kalmasına rağmen anlatıcı, içindeki hikâyeleri yazmaya kararlıdır. Hem, bakkal da veresiyeyi kesmemiştir henüz. Sonunda istasyona tren de uğramamaya başlar, istasyon şefi de artık yoktur. İstasyonda tek kişi olarak anlatıcı kalmıştır. Hikâyelerini yazmaya devam eder, yazdıklarını okurlarına ulaştırma gayretindedir. Hiçbir okuyucusu kalmayınca okurlara bir mektup yazmak ister; ama hiçbir adres bilmemektedir. Nereye, kime gönderecektir mektubu? Kendi adresini bile bilmemektedir. Yine de yazar mektubunu, istasyonda yaşadıklarını hikâye eder. Hala istasyonda bir hikâyecinin bulunduğunu, hikâyelerini okuyacak kişileri beklediğini yazar.

Mektubunu şöyle sonlandırır adres bilmediğinden:

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Anlatıcının okurlara böyle bir seslenmede bulunması, aslında sanatı sanat yapan temel bir özelliği de su yüzüne çıkarır: Okur-yazar ilişkisi. Anlatıcı, içindeki hikâyelerin sadece kendinde kalmasını istememektedir. Okuyucusu kalmamış bile olsa, bir gün birilerinin hikâyelerini okuyacağından ümitlidir. Anlatıcı artık adres bilmediğinden, yerini yurdunu bilmemesinden; okuyucunun ayağına gidemez, onların kendisini bulmasını diler.

Hikâye, üç hikâyecinin yaşadıklarını konu edinse de aslında sanatın ne’liğine de bir tür dokunuştur. Okur-yazar ilişkisinin çetrefilliğine bir gönderidir. İç anlamıyla okuyuculara seslenilir. Hem başlı başına bir özgün hikâye olması hem de anlatıcının sanatsal durumunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya.

B. Zaman

Hikâyenin anlatımında zamanla ilgili ifadelere pek başvurulmamış olmasından hikâyenin hangi tarihi anlattığını tam olarak kestirmemiz pek mümkün görünmemektedir. Bununla beraber ufak ipuçları verilmiştir. Hikâye savaş zamanlarında geçmektedir. “Savaş zamanı” ifadesi geçmektedir; ama bu savaşın nerede hangi ülkede ve hikâyenin hangi ülkede geçtiği, yer ismi verilmediğinden bilmediğimiz için belirleyeceğimiz tarih ancak bir tahmin olabilecektir. Hikâyenin anlatıldığı ülkeyi yaşadığımız topraklar olarak ele alırsak Türkiye / Osmanlı) işimiz kolaylaşacaktır. Hikâyede anlatıcı, savaşın ne durumda olduğunu, nerelerde geçtiğini, toprak kazandığımızı veya kaybettiğimizi bilmediğini dile getirmesi bizim için çok önemli ipuçlarıdır. Bu ipuçları, hikâyenin geçtiği zamanı belirlememizde bize çok yardımcı olacaktır. Bir savaşa girdiğimiz ve toprak kazanma veya kaybetme riskimizin olduğu savaş I. Dünya Savaşı’dır. Bu savaşsa 1914-1918 yılları arasında olmuştur. Hikâye içerisinde anlatıcı, bir yolcudan savaşın bittiği haberini alır. Yine, istasyonda kimsenin kalmaması, istasyon şefinin bile sonlarda ortadan kaybolması, buraların başkalarının denetimine geçtiğini bize düşündürür ki, bu da bizim tarih tahminimizi güçlendirir. Bu durumda hikâyenin en erken 1914’te başladığını ve en geç Kurtuluş Savaşı başlangıcı diyebileceğimiz 1919 civarında da sona erdiğini söyleyebiliriz.

Hikâyenin anlatma zamanı ile vaka zamanı uyuşmaz. Anlatıcı vakayı, vakaların bittiği anda yazar. Geri zamandan anlatma zamanına doğru, kronolojik zamana uygun şekilde ilerler olaylar. Yani tahmini ifadeyle belirlemiş olduğumuz 1914-1917 tarihleri arasını anlatıcı, 1914’ten başlayıp 1919’a ulaşarak ve anlatı metninin 1919’da kaleme aldığını sezdirerek sona erdirir. Hikâyenin vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki fark dışında bir de anlatma zamanıyla “yazarın kurgulama zamanı” arasında da zamansal fark vardır. Metnin vaka zamanı 1914-1919, anlatma zamanı 1919, yazar tarafından kurgulanma zamanıysa 1976-1977’dir.

Hikâyenin iç zamanı hakkında fikir yürütmek pek olanaklı görünmemektedir çünkü hikâyede zaman ifadelerinden sadece “sabah, akşam, akşamüzeri, gece, sonbahar” ifadeleri kullanılmıştır. Bu sebeple hikâyenin iç zamanı olarak da yine 1914-1919 yılları arasında herhangi bir süre olabileceği tahmininde bulunabiliriz.

Hikâyede zaman kavramı pek önemsenmemiş, daha çok olaylar ve durumlar üzerinde durulmuştur.

C. Mekân

Hikâyede geniş mekânın ismi doğrudan verilmemiştir. Bunun yerine belirsiz bir tanım getirilmiştir geniş mekâna: Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabası. Hikâyede geniş mekânın isminin verilmemesini anlatıcının olaylar ve durumlar üzerinde yoğunlaşmış, mekânı ve zamanı geri plana atmış olmasına bağlayabiliriz. Bunun dışında, olay örgüsünde de bahsettiğimiz gibi anlatıcı, hikâyenin bitimine doğru en iyi bildiği kelimeleri bile unutur, mekân algısını kaybedecek derecede unutkanlığa düşer. Hatta yazdığı bu hikâyeyi gönderebileceği herhangi bir adres bilmemesi, istasyondakileri kimi kişilerin isimlerini unutması da anlatıcının geniş mekânın ismini vermemesinin, bir iradi istekten ziyade mekân isimleri algısını kaybetmesine bağlanabilir. Anlatıcının anlatma zamanındaki kişisel özellikleriyle uyum göstermektedir denilebilir geniş mekânın isminin zikredilmemesi. Zaten hikâye boyunca hiçbir özel isim kullanılmamış olması da bu durumun en belirgin kanıtıdır: İstasyon şefi, genç Yahudi, genç kadın, istasyon, ayrancı, elmacı, sucuk ekmekçi, kunduracı… Hikâyenin bu özelliği, belki de en önemli kurgusal yapılarından birini bize gösterir: Anlatıcının kişisel özelliklerini göz ardı etmeden, ona göre anlatımlama yapma… Zaten mekân isminin veya kişi ismi doğrudan verilseydi, kurgusal bir hata meydana gelirdi. Atay, bu önemli noktayı göz ardı etmemiş, gözünden kaçırmamıştır.

Hikâyede işlevsel olan ana mekânlar şunlardır: Demiryolu istasyonu, hikâyecilerin kaldıkları kulübeler, trenler.

Demiryolu istasyonu, hikâyecilerin çeşitli sorunları yaşadıkları, hikâyelerini yazıya geçip kopya ettikleri, yaşam telaşlarını hissettikleri mekân olması yönüyle hikâyede işlevseldir.

Kulübeler, hikâyecilerin hikâyelerini yazdıkları, aşk macerası yaşadıkları ve bu yaşadıklarının hayatlarına etkiler yaptığı mekân olması itibariyle işlevseldir.

Hikâyenin belki de en önemli mekân unsuru trenlerdir. Hikâyecilerin yaşamlarına şekil veren, yaşamda sorunlar yaşamalarına sebep olan, geçimlerini sağlayan, sanatlarının eprimesine ve yalnızlığa boğulmalarına sebep olan, aşkı dürtükleyen; sevgiler, nefretler, üzüntüler ortaya çıkaran mekân olması itibariyle trenler, hikâyede belirleyici temel ana mekândır ve son derece işlevseldir.

D. Kişiler

Hikâye üç demiryolu hikâyecisi konu edinir; ama hikâyenin merkezinde genel olarak anlatıcı vardır. Üç hikâyeci de olumlu bir kişilikle önümüze sunulur. Olumsuz kişi olarak da en çok göze çarpan kişi, istasyon şefidir. Hikâyede istasyon şefi öylesine olumsuzlanır ki, hikâyecilerin birçok sorununun kaynağının bu kişi olduğu hissi uyanır bizde. Bu yönüyle bakıldığında istasyon şefi, hikâyeye ve kişilere en büyük etkiyi yapan kişidir, denilebilir. Hikâyenin temelinde üç hikâyeci olmasına rağmen büyük etkisi ve anlatıcı tarafından ayrıntılı olarak anlatıldığı için istasyon şefini de bu temele yerleştirmek gerekir.

Anlatıcı Hikâyeci: Fakir, yazdıklarını satarak geçinmeye çalışan, hayattan çeşitli şikâyetleri olan, maddi geçim zorluğundan dolayı sanatını yeterince icra edemediğine inanan biridir. Genelde diğer hikâyeciler gibi öğleden sonraları uyur, akşamüzeri uyanıp hikâye yazmaya başlar. İstasyondaki ilk hikâyeci olması dolayısıyla ayrıcalıklıdır. Eleştirildiğinde veya alaya maruz kaldığında hiddetlenir ve tepki verir. Bu yönüyle bakıldığında onun hiddetinin ortaya çıkmasında en etkili kişi istasyon şefidir. Anlatıcı, şefin kendilerini aşağılamasına, önemsememesine, tehdit etmesine, kendileriyle alay etmesine fena şekilde içerler ve hiddet duyar, tepkiler geliştirir. Hiddet duygusu beslemesine rağmen arkadaşlarına karşı sevgi besler ve onlara yardımcı olur: Yahudinin hastalandığı dönemde onun hikâyelerini yazar, aşağılandığı ezildiği durumda genç kadına destek olur. Kendini bir hikâye satıcısı, bir nevi esnaf hikâyeci olmaktan çok sanatkâr olarak görür; ama içten içe de esnaftan pek farklı davranmadığını bilir. Hikâyelerini güncel konulardan seçmeye gayret eder, taze hikâyeler yazar. Güncel haberleri gazetelerden ve tren yolcularından edinir. Zamanla yardımsever olmasından ve genç kadına âşık olmasından işleri çoğalır ve yavaş yavaş körelmeye başlar. Gazeteleri takip edememeye başlar zamanla; gazeteler çok pahalanmıştır ve geçimini sağlayamamaktadır. Fazla işleri dolayısıyla zamanla isimleri, kelimeleri unutup yanlış söylemeye başlar; sessizleşir, konuşmaz, işaretlerle söylemek istediklerini ifade etmeye başlar. Umutsuzluğa ve yalnızlığa düşer. Âşık olmasının verdiği hevesle aşk hikâyeleri yazmaya başlar. Zamanla arkadaşları ya ölür ya da gider ve içinde biriken hikâyelerle yalnızlaşır. En sonunda hikâyelerini okuyacak kimse kalmadığından istasyondaki yaşam öykülerini kaleme alır ve okurlara mektup olarak postalamaya karar verir; ama o kadar yalnızlaşmış ve güncellikten, hafızadan uzaklaşmıştır ki mektubu gönderecek bir adres bulamaz. Tek isteği hikâyelerinin okunmasıdır. Şöyle der hikayesinin sonunda: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Hikâyede anlatıcının bedensel özellikleriyle alakalı herhangi bir bilgi verilmemiştir. Sadece tepkileri ve yaşadıkları anlatılmıştır.

Genç Yahudi: Anlatıcı gibi Yahudi de fakir, geçimini sattığı hikâyelerle sağlayan biridir. Yaşam biçimi anlatıcıya benzer: öğleden sonra uyuyup akşamüzeri uyanarak hikâyesini yazmaya başlar, istasyondaki seslerden pek uyuyamaz, istasyon şefinin sözlerini sineye çekmek zorunda kalır. Yalnız o, kendisine pek güven duymaz. Zayıf ve hastalıklıdır. Anlatıcı, onda bir gizli hastalığın olduğuna inanır. Hikâye ilerledikçe daha da zayıflar, hastalığı kuvvetlenir. Sessizdir, kendisine yapılanlara itiraz etmez, hayatı olduğu gibi ele alır. Anlatıcı, istasyon şefine hiddetlenir; ama Yahudi o kadar sessiz ve güvensizdir ki ses etmez. Hikâyenin ortalarına doğru hastalığından ölür. Hikâyede pek etkin bir rol üstlenmemiştir genç Yahudi. Sadece hastalandığı dönemde anlatıcı onun hikâyelerini yazmak zorunda kalır ve körelmeye başlar.

Genç Kadın: Diğer iki hikâyeci gibi genç kadın da hikâyeleriyle geçinmeye çalışır. Yaşamı da diğer hikâyeciler gibidir, aynı mekânda yaşarlar ve zaten aynı mesleği yaparlar. Yaşam sıkıntıları bile birbirine benzer tüm hikâyecilerin. Sadece yaşamlarında karşılarına gelenler, onların kişiliklerine göre onlarda tepkiler, etkiler meydana getirir. Yaşadığı sıkıntılarda dolayı nasıl ki anlatıcı hiddetlenir, körelir; genç Yahudi sessizleşir; genç kadın da umutsuzluğa kapılır ve güvenebileceği bir alan arar. Yaşadıkları, genç kadına aşağılanmışlık duygusu bırakır. İtilir, kakılır yolcular tarafından. İstasyon şefi tarafından aşağılanır. Onun güvenebileceği bir alana ihtiyaç duyması, başını yaslayabileceği bir göğüs araması, anlatıcıyla aralarında aşk duygusunun ortaya çıkmasını sağlar. Genç kadının anlatıcıya kendini bırakması, onunla sevişmesi, başını yaslayıp ağlaması; bu, güven duygusu ihtiyacından ileri gelir. Ümitsiz ve yalnızdır. Hikâyelerine önem verir, onları ulu orta birilerine anlatmaz. Hatta satılmayan hikâyelerini satıcılara anlattığı için anlatıcıya kızar, anlatmaması gerektiğini söyler. Zamanla genç kadın, genç Yahudi gibi, hikâye yazmada zayıflar, daha az hikâye yazmaya başlar. Her ne kadar anlatıcı onun için güven duyulan, başının omuzlarına yaslanılacağı birisiyse de istasyona gelen trenleri sayısının iyice azalmasıyla hikâyelerini satamamaya başlar, dolayısıyla geçimini sağlamada zorluklar çeker. Bu yaşam zorluğu onu iyice ümitsizliğe sürükler. Sonunda kimseye haber vermeden istasyonu terk eder.

İstasyon Şefi: Hikâyedeki hikâyecilerin kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasında en büyük paya sahip olan kişidir istasyon şefi. İstasyondaki birçok işi tek başına görür: Makasçılık yapar, telgraflara bakar, biletleri satar, istasyon kapılarını açar kapar. Hikâyecilerin neredeyse işlerinin tümü istasyon şefinin elinin altındadır. Bu sebeple ona hikâyeciler ücretsiz olarak hikâyeler verir, aralarını hoş tutmaya çalışırlar. Hikâyeciler, onun daktilosunda hikâyelerini temize çekerler. Şefin en önemli özelliği kontrol etme ve düzen isteğidir. Bu sebeple hikâyecileri bir türlü rahat bırakmaz; onların yazdıkları hikâyeleri arşivler, hikâyelerine karışır, ilham kelimesiyle alay eder, yazdıklarına aldırış etmez, onları küçümser, tehdit eder. İstasyon şefi, hikâyede olumsuzlanan, yadırganan, hiddet beslenen bir kişi olarak çizilmiştir. Hikâyecilerin hem işlerinin çoğu ona bağlı olduğundan gönlünü hoş tutmaları gereken bir kişidir hem de sürekli onları aşağıladığı, onlara önem vermediği için hiddet beslenen biridir. Hikâyecilerin, bu, tepki vermek isteyip de ona mahkûm olmalarından kaynaklanan karşıt durumları, psikolojilerine etki eder ve onların; katışıksız, yalansız kişiliklerinin ortaya çıkmasını sağlar. Yazar, hikâyecilerin kişilik özelliklerinin ortaya çıkarmada istasyon şefini kullanmıştır.

Diğer Kişiler: Hikâyede üzerinde pek durulmayan, hikâyeye özel bir yön vermeyen kişilerdir. Bunlar istasyonda çalışan esnaflar, tren yolcuları ve tren memurlarıdır. Hikâyedeki esnaflar “ayrancı, elmacı, sucuk ekmekçi, kundura tamircisi ve bakkal”dır. Bakkal dışındaki tüm esnaflar istasyonda satış yaparlar. Esnaflar da hikâyeciler gibi ekmek parası peşindedir. Hepsi de kendi mallarını satmak için itişirler. Trenler gidip de ürünler gittiğinde kimi zaman satıcılar hikâyecilere ikramlarda bulunur. Esnaflar hikâyecilere kalan mallarından verirken hikâyeciler de kalan hikâyelerini okur onlara. Anlatıcı hikâyesini esnaflara anlatırken çoğu zaman esnaflar uyuklar durur. Sadece dinlemek için dinlerler, önemsemezler anlatılan hikâyeyi. Hatta sucuk ekmekçi kalan hikayelerden en son kopyaları alır, onlardan sigara kâğıdı yapar. Zaten hiçbiri okuma yazma bilmez. Bakkalsa istasyonun dışında, bağımsız olarak çalışan bir esnaftır. Anlatıcı yalnız kaldığında oradan borca ürünler alır.

Hikâyede geçen tren yolcuları, hikâyecilerin metinlerinin alıcılarıdır. Genellikle şöyle bir üstünkörü bakarlar, alır veya almazlar, pek umursamazlar. Hikâye alıcıları genelde yataklı vagon yolcularıdır çünkü bu yolcular zaten tren içinde yemeklerini yemiş olduklarından diğer satıcılardan bir şey almazlar, iş de hikâyecilere kalır. Bazı yolcular da hikâyecilerin ne tür zorluklar çekerek bu hikâyeleri yazdıklarını düşünmeden acımasızca eleştirir onları. Bu türden eleştirilere anlatıcı fena halde içerler genelde.

Vagon memuru da hikâyecilerin metinlerini satmaları için rüşvet alırlar. Tepki vermemesi için hikâyeciler bir kopya da ona verirler.

E. Bakış Açısı ve Anlatıcı

Hikâyeyi, olay ve durumları yaşayan üç hikâyeciden biri olan merkez kişi anlatır. Bunu yaparken de olaylara dışarıdan, üstten bir bakış açısıyla bakmaz, doğrudan kendini de anlatır, olaylara katar. Hikâye, sadece anlatıcının hikâyesi değil, üç demiryolu hikâyecisinin hikâyesi olduğu için kullanılan şahıs farklılıklar gösterir. Üç hikâyeci içerisinde anlatıcı da olduğu için hikâyenin ilk kısımlarında -yahudi ölmeden, genç kadın gitmeden- “biz” şahıs ekiyle çekimlenir yüklemler:

“Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeciydik. İstasyon binasına bitişik üç kulübemiz vardı. Seyyar hikâye satıcılığı yapıyorduk.”(s. 185)

Hikâyenin ilerleyen sayfalarında anlatıcı “biz” dilinden sıyrılıp “ben” diline geçer. Bunu yapmasının da geçerli bir sebebi vardır: Üç hikâyeci artık yoktur, sadece bir hikayeci vardır, o da anlatıcının ta kendisi:

“Bu, son yazdığım hikâyelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikâye birikti. Bazı geceler, eski alışkanlığımla, geceyarısı uyanıyor ve bu yeni hikâyelerimi sepetime özenle yerleştiriyorum, demiryoluna çıkıyorum.”

Olay ve durumlar anlatılırken anlatıcı olanları olduğu gibi anlatmıştır. İçine yorumlarını pek az katmıştır.

Dipnotlar

[1] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 20. Baskı, İstanbul 2004, s: 185-196.

[2] Eserde yazarın toplam sekiz hikâyesi mevcuttur. Eserde yer alan hikâyeler sırasıyla şöyledir: Beyaz Montlu Adam, Unutulan, Korkuyu Beklerken, Bir Mektup, Ne Evet ne Hayır, Tahta At, Babama Mektup, Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya. [Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 20. Baskı, İstanbul 2004.]

MURAT KURUŞ tarafından "Makale Yarışması" için yazılmıştır...

Sait Faik Öykücülüğü





Sait Faik, öykücülüğü meslek edinen hatta onu bir hayat tarzı olarak yaşayan Modern Türk öykücülüğünün çığır açıcı öykücülerinden biridir. Ömer Seyfettin’den sonra öyküdeki ısrarıyla, bu türün edebiyatımızda yerleşmesinde, sevilmesinde, saygınlık kazanmasında öncü rol oynamıştır. Türk edebiyatında adeta her şeyin öyküleştirilebileceğinin ve disiplinsiz, hesapsız da öykü yazılabileceğinin anıt örneklerini vermiştir. Öykülerindeki savruk dil anlayışına, tartışmalı cinsel seçimine ve iddiasız, fazlasıyla temellendirilmemiş sanat algısına rağmen, coşkulu, içtenlikli öyküleriyle herkesin kabulleneceği bir öykü dünyası yaratarak Türk öykücülüğünün temel taşlarından biri olmayı başarmıştır.
Öykülerinde gündelik yaşamımızda varlıklarını bile hissetmediğimiz insanların sıradan yaşamlarını, “tutunamayanları”, bir köşeye itilmişleri, sokak serserilerini, hayat kadınlarını, balıkçıları gündeme getirerek Türk öykücülüğüne “küçük insan” kavramını kazandırmıştır. Bu tematik seçim, biçimsel tercihine de yansımış, şöhreti, yazarlık seçkinciliğini reddetmiş, sanki içlerinde birlikte yaşamaktan zevk duyduğu bu insanlarla eşitlenmek için sıradan, sade bir anlatımı yeğlemiştir. Hatta zaman zaman öykücü kimliğiyle alay etmiştir. Bir sohbet havasında, müdahil yazar tavrıyla adeta okurla birlikte öyküyü kurgulamıştır. Coşkuyla yazıp gitmiş, dönüp arkasına bakmamıştır. Bu tavrı onun çok üretmesini sağlamış ancak zaman zaman da tekrara düşmesine ve niteliksiz şeylere de imza atmasına neden olmuştur.
Sait Faik küçük insanları anlatırken mevcut düzene/yapılanmaya eleştirel ve muhalif bir tutum sergiler. Ama bu muhalefeti bir teklife dönüşmez. Yani sadece tespit eder, okura bir ideolojik görüş dayatmaz. Çünkü onun peşinde olduğu adı konmuş toplumsal bir proje yoktur. İnsanların hayallerinin gerçek olduğu, mutlu olduğu, haksızlıkların olmadığı, özgür bir dünyayı arzuladığını vurgulamakla birlikte bu beklentilerini bir siyasi hareketle irtibatlandırmaz. Örneğin Sabahattin Ali’deki özgürlük anlayışı “toplumsal” bir görüşün (sosyalizm) yansımasıyken, Sait Faik’te bu sadece “bireysel” bir projedir. Yani o insanın her istediğini yapabildiği, toplumsal baskıları hissetmediği bir özgürlüğü savunur. Yaslandığı yer de “hümanist” bakış açısıdır. Bu tavrıyla da öykücülüğümüzün ana damarları olan, Ö. Seyfettin, Sabahattin Ali çizgisinden ayrı, yepyeni bir alan yaratmıştır kendisine. Türk öykücülüğünde bu anlamda bir öncü görevi üstlenmiş, kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü etkilemiştir. İdeolojilere mesafesi nedeniyle kimilerince sosyal olaylara ilgisiz kalmakla suçlanmış, “bağlı” bir yazar olmaması eleştirilmiştir. O ise insanlara gerçekleri, doğruları gösterecek bir ideolojik görüşü olmadığını sürekli tekrarlamak zorunda kalmıştır. Ama angaje eleştirmenler de dahil kimse ondan vazgeçememiş, sanatını teslim etmek zorunda kalmışlardır.

Öykü Serüveni

Sait Faik, genç sayılabilecek bir yaşta (48) ölmesine karşın ardında küçümsenemeyecek bir öykü birikimi bırakmıştır. Kuşkusuz bunda yazı dışında bir başka işle uğraşmamasının ve öyküde sebat etmesinin payı büyüktür. “Semaver”, “Sarnıç”, “Şahmerdan”, “Lüzumsuz Adam”, “Mahalle Kahvesi”, “Havada Bulut”, “Kumpanya”, “Havuz Başı”, “Son Kuşlar”, “Alemdağda Var Bir Yılan”, “Az Şekerli”, “Tüneldeki Çocuk”, “Mahkeme Kapısı” kitapları yayınlanmıştır. (Bu yazıdaki alıntılar Bilgi Yayınevi’nin Bütün Eserleri dizisinden olacaktır.)

İlk kitap “Semaver” (1936) onun sanat yaşamı boyunca peşinde olduğu deniz, çocuk, kadın, aşk, özgürlük temalarını yansıtır. İlk kitap olmasına karşın anlatım kusursuz ve dönemine göre orijinaldir. İkinci kitap “Sarnıç”ta (1939) ilk kitaptaki temel izlekleri sürdürür. Yoksulluk, cinsellik, özgürlük arayışı baskındır. Yoksulları savunmakla birlikte ideolojilere mesafeli olduğunu öne çıkarır. Hümanist bir bakış açısıyla, dünya vatandaşlığını savunur. İnsan olmanın gereklerini yerine getirmenin dünyadaki tüm problemleri çözeceği fikrini ileri sürer. İlk kitabın aksine daha düz bir anlatımı yeğler. “Şahmerdan” (1940) ise onun en zayıf kitaplarından biridir. Bu kitapta sosyal meselelere biraz daha fazla eğildiği gözlenir. Ameleleri, ekmek peşindeki gazete satıcılarını, balıkçıları, çöpçüleri, çingeneleri gündeme getirir. Ama cinsellik metinlerde hep belirleyicidir. Anlatımda ise sade, yalın bir üslubu benimser.

Sekiz yılık aradan sonra yayınlanan “Lüzumsuz Adam” (1948) onun öykü dünyasında yepyeni bir adımdır. Artık dünyaya, insanlara coşkuyla bakmamaktadır. O hayat dolu kahramanlar gitmiş, yerine hayata, insanlara küsmüş tam bir hayal kırıklığı yaşayan kahramanlar gelmiştir. Kimi araştırmacılar ondaki bu karamsarlığı siroz hastalığını öğrenmiş olmasına ve yazdıklarından dolayı yargılanmasına bağlarlar ki bu kabullenilebilir bir durumdur. Sait Faik kitap boyunca derin umutsuzluk ve yalnızlık vurgusunu öne çıkarır.

“Mahalle Kahvesi”nde (1950) yoksulları, düşkünleri, dışarıdakileri yazmayı sürdürür. Kestane satıcısını, Hallaç Babayı, yoksul çocukları, balıkçıları… Anlatımın merkezinde yine yazarın kendisi vardır. Anlatıcı, sarhoş, yalnız, dışarıda hayatı gözlemekte, şehre, onun düzensizliğine lanetler yağdırmaktadır. Ancak bazen küçük insanların namuslu yaşam mücadelesini görünce yeniden insanları sevmesi gerektiğini düşünür.

“Havada Bulut” (1951) ise “çerçeve hikâye” tekniği ile yazılmış öykülertoplamıdır. Kitap boyunca bir yazar öykü yazma serüvenini anlatır. Öyküsünde kendisine çok benzeyen bir köpekli adamı konu edinir. Sonunda öğrenir ki bu adam da bir öykücüdür. Kitaptaki öykülerin bazılarını da bu adamdan dinleyerek oluşturur. Her öykü sonunda, yeni öykü haber verilir. Böylece kitabın tamamında bir bütünlük hedeflenir. Temalar ise bildik Sait Faik temalarıdır. Tabii köpekli adam da Sait Faik’ten başkası değildir.

“Kumpanya” (1951) da üç uzun öykü yer alır. Kitaba da adını veren ilk uzun öyküde, turneye çıkan bir tiyatro kumpanyasının oyuncularından Sitare bir keresteciyle kaçınca tiyatro dağılır. Öykü tümüyle diyaloglardan oluşur ve sade bir anlatıma yaslıdır. Kısa öykünün gereklerinden olan sıkı örgü, dil özeni ve ritim öykülerde görülmez.

Sait Faik, öykücülüğünün ana izleklerini “Havuz Başı”nda (1951) da sürdürür. Yine aklında sevgilisi, derin hülyalara dalmış anlatıcı, İstanbul’un meyhanelerinde, kahvehanelerinde, parklarında dolaşarak orada rastladığı, gözlediği insanları, onların dünyalarını anlatır. Bu mekanlarda rastladığı kişiler de elbette serseriler, kumarbazlar ve yenilmişlerdir. Yani dışarıdakiler. Bunları hiç aşağılamaz, hatta yüceltir. Çünkü ülkede yaşanan hırsızlıklardan, yapılan yanlışlıklardan, haksızlıklardan bunların hiçbirinin günahı yoktur. Kitaptaki kimi öykülerde tekrar tuzağına, kimi öykülerde de denemenin tuzağına düşer.

“Son Kuşlar” (1952) daha kırık, daha hüzünlü öykülerden oluşur. Hayatla ölüm arasında gidip gelen Sait Faik, iyiden iyiye adaya, balıkçılara, denize odaklaşmıştır. Karaciğer rahatsızlığını artık satır aralarına yerleştirmeye başlar. Ölümün yaklaştığının, hayatın elleri arasından kaydığının farkında, kırık, içli metinlere dönmüştür. Artık geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir durumda geçip giden güzelliklere ağıtlar yakmaktadır.

“Alemdağda Var Bir Yılan” (1954) Sait Faik öykücülüğünün zirvesi olur. Hişt, Hişt, Dülger Balığının Ölümü, Bir Hastalık gibi Türk öykücülüğünün klasiklerinden olmuş öyküler bu kitaptadır. Ölümünden önce yayınlanan bu son kitabında özensiz, derinliksiz öyküler yok denecek kadar azdır. Biçimsel anlamda da öykücülüğümüzün çığır açıcı kitaplarından biridir. (Ferit Edgü: Yaklaşan ölümü sezmiş gibi tüm bir yaşamı boyunca biriktirdiklerini, dile getiremediklerini, kuğunun son şarkısı misali, bu kitabındaki öykülerinde dile getirmiştir.) Gerçeküstü/sembolik bir anlatımla, toplumsal dayatmaların, hoşgörüsüzlüğün insanı nasıl kendi haline bırakmadığı, başka bir şeye dönüştürdüğü, toplumsal atmosferin farklılıkları nasıl yok ettiği incelikle işlenir.

Ölümünden sonra yayınlanan “Az Şekerli”, (1954) “Tüneldeki Çocuk” (1955), “Mahkeme Kapısı” (1956) kitaplarında tipik Sait Faik öyküleri yer almakla birlikte, bir dağınıklık, savrukluk gözlenir. Kimi metinleri öykü olarak nitelemek bile zordur. Ancak yazarın müdahalesi dışında hazırlanmış bu kitapların biçimsel yapısındaki dağınıklığını elbette anlayışla karşılamak gerekir

Öykü Anlayışı

Sait Faik kelimenin tam anlamıyla bir enstantane öykücüsüdür. Onun öykülerinin pek çoğu İstanbul’u ve insanlarını bir zaman diliminde donduran fotoğrafik öykülerdir. O ömrü boyunca boynunda eski püskü fotoğraf makinesi, akıp giden hayatı (İstanbul’u, İstanbul’un insanlarını) ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Kimi düşlere, kimi tensel arzulara, kimi yaşama coşkusuna yaslı enstantanelerle, gözlemlerle öyküsünü oluşturmuştur. Öyküleri de üst üste yığılmış kartpostallar gibidir. Birinde sislere batmış Galata Köprüsü, üstünde balıkçılar, seyyar satıcılar, arkada belli belirsiz Yeni Cami; diğerinde, adalarda üçüncü sınıf bir kahve, önünde insanlar, uzanıp giden tozlu yollar, yol boyunca serviler, mor salkımlar, zakkumlar. Bir başkasında, Beyoğlu’nda camları kirli bir pastane, hemen önünden geçen tramvay ve sinemadan çıkan kalabalıklar. Daha bir yığın İstanbul görüntüsü, çeşit çeşit insan manzaraları. İstanbul’u anlatan, insanlarını tanıtan renk renk kartpostallar.

O İstanbul’u dolaşıp, bir türlü içine giremediği insanlara (özellikle savrulmuş insanlara) dünyalar kurar öykülerinde. Sokakları, iskeleleri, istasyonları gezerek başıboşları, mutsuzları, yalnızları, kimsesizleri anlatır. Şehrin ışıltılarında yalnızlığın, ölümün, yoksulluğun lirizmini arar. Ona göre, “Sokakta, bir dükkânda, bir kalabalık yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür.” Ama insanları anlatırken şehri ondan ayırmaz, onları bir bütün içinde anlatır. Öykülerinde şehir ve insan kaderinin ortaklığına vurgu yapar. Herhangi bir yerde gözü birine takılır ve onunla ilgili düşünmeye başlar: Kimdir, ne iş yapar, çoluğu çocuğu var mıdır? Öykü buradan başlar ve onu anlamaya, zihninde bir yerlere oturtmaya çalışır. Ardından kahraman olarak seçtiği bu kişiye özgü bir dünya yakıştırır.

Bazen nasıl öykü yazdığını saklamaya çalışır: “Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamları çıkıyor, camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum. Sıkılmıyor muyum? Aksine, müthiş eğleniyorum. İnsanların yüzüne, hal ü etvarına bakıp hikâyeler mi düzüyorum? Ne münasebet!” (Mahalle Kahvesi, S.50) dese de öyküsünü aynen böyle yazar. Bir bakarsınız yolda birinin peşine düşmüştür: “Önümde bir adam gidiyor. Vakit gece yarısını geçeli hayli. Tıknaz, kalın enseli...” (Mahalle Kahvesi, S.56). Ya da bir enstantaneyi canlandırmaya başlar: “Köprü’nün üstünde el ayak çekilmişti. Üstünden başından amele olduğu anlaşılan bir adamla, yine aynı yaşlarda elbisesinden gemiciliği dökülen bir başka adam hiç konuşmadan yanyana cıgaralarını tüttürerek, Üsküdar’a doğru bakıyorlardı.”

Düş ve gerçek onun dünyasında içi içedir. Kahramanlarına kurduğu/yakıştırdığı dünyaların pek çoğu muhayyeldir. Anlatır anlatır, sonra, “Çingene kızının muhayyel olduğunu söylememe lüzum var mı?” (Tüneldeki Çocuk, S.38) diye öyküsünü bitirir.

Sait Faik dünyayı/yaşamı seven ama kendi istek ve arzuları ile onu değiştiremeyeceğini anladığında, hayallere/öyküye ihtiyaç duyan biridir. Bu anlamda öykü, onsuz yapamayacağı bir şeydir. Çünkü gündelik hayatının, hayat görüşünün eksik kalan yanlarını öyküyle/yazıyla tamamlamaktadır: “Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah insanları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgi ile seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan binbir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındaydım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum.” Bireysel tutkuları, yaşamı güzelleştirme/renklendirme çabaları/arzusu onu sanata/öyküye götürür. Muhayyel, romantik, şairane tutumu toplumsal yapıyı/inancı/alışkanlıkları aşma girişiminin bir yoludur. Bütün zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onu cezbeder. Kuşkusuz bu yolla bir şekilde kendisini de test etmektedir: aylaklığını, aczini, ürkekliğini...

Bu anlamda yaşadıklarıyla yazdıkları birbirinden ayırt edilemeyecek örnek isimlerden biridir Sait Faik. Ne yaparsa yapsın, neyi yazarsa yazsın “özne” hep kendisidir. Aylaklığa övgüler bu anlamda otobiyografiktir. Akıp giden gündelik hayattan günübirlik sevinçler, mutluluklar, acılar üretirken aslında hep kendi ruh hâlini yansıtır. Pek çok öyküsünde bireysel arayışlarını, arzularını bu gözlemleri üzerinde test ederek, olayı yine kendine döndürerek özne olur. Gündelik hayatın inceliklerini, ayrıntılarını yakalamak tüm gizlerini çözmek isterken aslında kendini anlamaya, anlatmaya çalışır. Pek çok yerde de rüyaya bu yüzden başvurur. Edebiyatı, hayatı güzelleştirmede bir araç olarak görür. Zaten kimi öyküleri, mektup, söyleşi, deneme, izlenim, öykü arasında gider gelir. O da bunu hiç önemsemez, aldırmaz. Sadece yapması gereken şeyi yapmaktadır, o kadar. Bu da, dönemin “gazeteci-hikâyeci” anlayışına denk düşen bir “muharrirlik”yaklaşımı ve rahatlığıdır.

“Eftalikus’un Kahvesi”nde, öyküsünün oluşma serüvenini, nasıl öykü yazdığını bütün çıplaklığıyla izah eder. Eleştirmen olmak isteyen bir edebiyat heveslisi ile Eftalikus adlı kahvede söyleşirken, o, içten içe öyküsünü kurmaktadır. Edebiyat heveslisi genç, yazara çeşitli sorular sorar. Yazar da cevaplandırır. Ama bütün bu konuşma sırasında yazarın (Sait Faik) gözü hep karşısındaki âmâ/kör adamdadır. Âmâ adam, birine bağırırken Sait Faik adamla ilgili olarak düşünmeye başlar: “Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın karşı tarafa, “Mahmut Bey” diye sesleniyor. Demek ki, Taksim sinemasının önünde olduğunu biliyor. (...) Acaba kör etrafın havasından, gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor, yoksa adımlarını mı sayıyor?” Yazar bunları düşünürken genç adam durmadan onu öven sözler söylemektedir. Sait Faik’in aklı hâlâ o kör adamdadır. Onunla ilgili zihninde yorumlar yapmaktadır: “Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir.” Bir ara genç adam: “Hikâyelerinizi nasıl yazarsınız?” diye sorar. Sait Faik şöyle cevaplar: “Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra konuşuyorlardı. –Bilmem- dedim yine-, işte böyle körükörüne. İşte meselâ şimdi bir hikâye yazıyorum. Hem ismini bile koydum-dedim.” Sonra Eftalikus’un merdivenlerinden inerler. Öykünün sonunda şunları söyler: “İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.”

Sait Faik öykülerinde kısa kısa cümlelerle, bir akışkanlık ve şiirsellik peşindedir. Diyaloglarla yorduğu öyküleri olduğu gibi, kusursuz bir ritimle oluşturduğu öyküleri de vardır. Onun bir anlatım biçimi olarak seçtiği yöntem sahihlik ve içtenliktir. Okura ulaşmayı önemsediği için çoğunlukla sıradan ve basit bir yöntemi kullanır. Büyük olaylardan ziyade, küçük ama derinlikli durumları öyküleştirmeyi sever: “Ben hikâyeciyim diye, sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde, bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakıalar beklemeyin.” (Lüzumsuz Adam S. 128). Ama gerek büyülü gerçekçiliği (Mesaret Oteli gibi), gerekse sürrelasist yaklaşımlarla oluşturduğu öykülerinde de oldukça başarılıdır. (Alemdağda Var Bir Yılan). Ahmet Mithat’tan mülhem yazarın metne müdahalesi onun sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Bu da içtenlik ve sahihlik arayışının bir sonucudur. Buralarda kurmacayla adeta dalga geçer.

Temalar; Yalnızlık, cinsellik, kadın, çocuk, aşk, deniz…

Onun öykülerinin temel izleklerinin başında yalnızlık gelir. Ama yalnızlık değişik şekillerde tezahür eder. Öncelikle öykülerde büyük düşünsel ve felsefi arayışlar içerisinde varoluşsal sancılar çeken insanların yalnızlığı yoktur. Daha çok avareliği, serseriliği seven insanların bir başınalığı vardır. Anlatıcının yalnızlığını düşünürsek bu çoğunlukta Sait Faik’in yalnızlığıdır. Bu da hikâye kovalayan bir muharririn yalnızlığıdır. Yani derinliksiz, zorunluluğun dayattığı bir yalnızlık. Öte yandan içmeyi, düşler aleminde gezmeyi seven birinin bohemliği. Yalnızlık bazen toplumun değer yargılarından, kimi zaman da gerçeklerden kaçış olarak gerçekleşir. Bir mutluluk arayışı, kaçınılmaz bir sığınak. Sinemalar, parklar, meyhaneler, kahvehaneler de bu yalnızların mekanlarıdır. Yalnızlığı besleyen temel argümanlardan biri de sevgiliye kavuşamamadır. Sevgililerden uzak kalma, kavuşamama, kaybetme yalnızlığı doğurur. Böyle bir sevgili gerçekten var mıdır bilemeyiz. Çoğunlukla düşseldir. Yani seçilmiş yalnızlığın mazeretidir. Kimi kez de karşılanamamış, karşılanması imkansız sapkın arzuların (çocuk) bir sonucudur yalnızlık. Ama çoğunlukla derinlikli, varoluşsal bir arayışın sonucu değildir.

Onun öykülerinin temel izlerinden biri de cinselliktir. Sait Faik’e göre insanlar doğal yaşamın, tabiatın bir parçası olarak cinsel özgürlüklerini sonuna kadar yaşamalıdırlar. Çünkü cinsellik insan hayatının gayesidir. Buralarda Freud’yen bakış baskındır. İnsanın en büyük eylemi kadın erkek birlikteliğidir. Aslında yaşanan bütün problemlerin çözüm yeri tam da burasıdır. Ama cinsellik bu toplumda hiçbir zaman hakkıyla yaşanmaz. Bu yüzden insanların mutsuzluklarının kaynaklarının başında cinsel arzularının karşılanmaması gelir. Hayatta mutluluğu yakalamış insanlar iyi bir sevgili bulan insanlardır. Onun mutsuz kahramanlarının çoğu kadınsız ya da erkeksiz kişilerdir. Cinsellik asla doyurulamayan bir şeydir. Herkes bir şekilde cinsel açlık yaşamakta, bu karşılanamadığı için de hastalıklı haller ortaya çıkmaktadır. Kadınlar öykülerde o kadar işlevseldir ki dünya sanki onların etrafında dönmektedir. “Ahmet, dünya yüzünde sahip olunacak şeyin yalnız bir kadın olabileceğini, ötesinin ise yalan” olduğunu düşünür. (Semaver, S.74). Kadınları kastederek bir kahraman şöyle der: “nefes almaktır, nefes alamayınca yaşanır mı çocuklarım.” (Lüzumsuz Adam, S. 181). Mutluluğun kaynağı ya güzel bir sevgiliye ya da eşe sahip olmaktır. Mutsuz evlilikler yapan insanların ise ayağı kaymıştır. Hayat dolu kadınlar olarak özellikle rum ve ermeni kadınlar gösterilir.

Onun öykülerinin bütününe yayılan bir başka yönelim de çocuk düşkünlüğüdür. Pek çok öyküsünde çocuk düşkünlüğünü anlatır. Anlatıcı insanlar, kalabalıklar arasında önce çocukları görür. Bol bol çıplak çocuk tasvirleri çizer. Kimi yerlerde de şefkat, merhamet ve şehvet iç içe geçer. Yani Usta öyküsünde kahramanımız şöyle der: “karılardan çok çocukları severim.” (Alemdağda Var Bir Yılan, S. 47). “Semaver”deki Şehri Unutan Adam öyküsünde, bastırılmış cinselliğin marazi halleri anlatılır. “Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak isteyen” kahraman ne çocuklardan ne de kızlardan umduğunu bulamaz. Sarhoş denerek ondan uzaklaşılır. Peşlerine düştüğü kızlar, seni polise veririz diye tehdit eder, çocuk bahşişi iade eder, onu aşağılar. Kahramanımız kızların peşindedir ama sanki bunu bir şeyleri örtmek için yapmaktadır. Anlatıma hep çocuk görüntüleri sokuşturur. Bilinçaltında çocuk vardır ve aslında bunu anlatmak istemektedir ama toplumsal baskılardan çekindiği için kadınları öne çıkararak olayı örtmeye, meşrulaştırmaya çalışır.

Deniz, Sait Faik için sonsuz özgürlük demektir. Dertlerden, tasalardan, huzursuzluklardan kurtuluştur. İnsan her şeyi ondan öğrenir: “Dersler deniz kadar güzel, deniz kadar öğretici miydi acaba?” (Semaver, S.21). Hayat kaynağıdır: “Deniz ona ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası yaşamanın zevkini ve lezzetini verirdi.” (Semaver, S.20). Çünkü “Denizler karalardan daha geniştir.” (Semaver, S.90). Onun deniz yaklaşımı en iyi izah eden öyküsü “Stelyanos Harispulos Gemisi”dir. Öykü sembolik bir anlatıma yaslanır. Adada dedesi dışında tüm ailesini kaybetmiş on iki yaşındaki Trifon’un hayallerini bir gemi temsil etmektedir. Yaptığı gemiyle dünyayı dolaşacak, şehirlere uğrayacak, yeni yerler görecektir. Gemi bir anlamda onun kıstırılmış hayatından kurtulma aracı, özgürlük düşlerinin simgesidir. Ama yaptığı bu gemiyi de mahalle çocukları, insanlar batırır. Bu öyküde sembolik bir anlatımla toplumsal yaşamın/değer yargılarının bireysel özgürlükleri kısıtladığı, onu yok ettiği anlatılır.

Sait Faik, Türk edebiyatında, öykücülüğünün, sanatının kalitesi üzerinde neredeyse ittifak edilmiş ender yazarlardan biridir. Üzerine pek çok bağımsız incelemeler yapılmış ve öykücülüğü genel anlamda onaylanmıştır. Adı neredeyse modern Türk öykücülüğüyle özdeşleşmiş olan Sait Faik’in herhangi bir ideolojiye yaslanmamasına karşın, günümüze değin okunuyor, seviliyor olması hiç şüphesiz onun sanatının gücünün de bir göstergesidir.

Necip TOSUN