28 Mart 2015 Cumartesi

Woolf'un İntihar Mektubu


En sevdiğim,

Yine delirecekmişim gibi hissediyorum. Bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum. Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. Bu kadar şeyden sonra iki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin. Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terkedip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse bizim seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.
V."

21 Mart 2015 Cumartesi

PAUL CÉZANNE HAYATI VE ESERLERİ

CÉZANNE, Paul (1839-1906)
Çağdaş res­min en büyük ustalarından biri olan Paul Cézanne, Aixen-Provençe’da, zengin bir bankerin oğlu olarak doğdu. 1858’de, banker olmasını isteyen babasının baskısıyla Hukuk Fakültesi’ne girdi. Ama iki yıl sonra annesi­nin desteğiyle, resim öğrenimi görmek üzere Paris’e gitti. Orada Delacroix, Rubens ve Tintoretto gibi ustaların yapıtlarını inceledi. Sanatçının o dönemde yaptığı resimlere ege­men olan koyu renkler ve güçlü fırça darbele­ri klasik geleneğin etkilerini yansıtıyordu. Başlangıçta Cézanne’nin alışılmamış üslubunu anlamakta güçlük çeken izleyiciler ve sanat eleştirmenleri onun resimleriyle alay ettiler. Ama o, uğradığı ağır eleştiri ve suçlamalara karşın, resimlerini bildiği gibi yapmayı sür­dürdü.
Cézanne 1872’de İzlenimci Akım’ın öncü­lerinden Camille Pissarro ile tanıştı  Pissarro, Cézanne doğaya da­ha yakından bakmayı, ışığın ve rengin inceliklerini öğretti. O dönemde doğayı ve nesneleri izlenimci bir anlayışla tuvale geçiren Cézanne Avrupa resim sanatını önemli ölçüde etkileyecek olan yapıtlar verdi. Resimlerinde­ki yalınlık, kullandığı renklerin yoğunluğu ve kompozisyona verdiği önem resmini yaptığı nesnelerin temelini oluşturan yapıyı öne çıkardı. Tarlalar, yollar, köy evleri gibi manzara öğelerini kendine özgü bir üslupla, fotoğraf kopyacılığına kaçmadan, kendisinde uya­nan duygulan yansıtacak biçimde yapmanın; yollarını aradı. Cézanne özgün üslubunu yaşamının sonuna kadar yaptığı tüm resimlerinde korudu.
1878’de yaşamının geri kalan bölümünü; geçirdiği Aix-en-Provence’a dönen sanatçı belirli aralıklarla Paris’e gitmeyi sürdürdü. Cézanne o dönemde perspektifi, yani resimlerindeki görsel derinliği yalnız renkle vermeye başladı.Portre, natürmort ve peyzajlarını canlı bir renk uyumu ve yalın bir gerçekçilikle betimledi.1895’te ilk kişisel sergisini açtığında ,resimleri genç sanatçılar ile bazı sanatseverlerin dışında halkın ilgisini çekmedi.Ama cezanne yaptıklarıyla 20.yüzyılın bir çok sanatçısını etkiledi.Kompozisyondaki ustalığı ve kullandığı renklerin yoğunluğu resimde anıtsal görüntüler yaratmasını sağladı.Yaşamının sonuna doğru yapıtları aranmaya ve ilgi toplamaya başladı.1906 sonbaharında kırlarda çalışırken soğuk aldı,hastalanarak birkaç gün içinde öldü.Bir yıl sonra Paris ‘te açılan sergisi büyük ilgi gördü.
  • Yıkananlar(Philadelphia sanat müzesi)
  • kendi portresi(Ulusal Galeri,Londra)
  • Sepetli ölüdoğa(Musee d’Orsay Paris)
  • İskambil Oynayanlar(Louvre Müzesi, Paris)
  • kırmızı Yelekli Delikanlı(Mellon Koleksiyonu,ABD)sanatçının en önemli yapıtlarıdır.
kaynak:Temel Britannica -Temel Eğitim ve kültür Ansiklopedisi-ANA YAYINCILIK

Diego'dan Frida'ya Sevgilerle...


Diego’dan Frida’ya sevgilerle…

I.
Diego’m:Ağzımda senin dudaklarından kalan badem tadı var. Dünyalarımız hiç dışarı çıkmadı. Bir dağın içini ancak başka bir dağ bilebilir.
Bütün mektupları unut Frida. Sonsuza uzanan bir aşkın özeti say. Zaman eziliyor ve kararsız bir mevsim giriyor aramıza. Aşk nedir ki? Belki bir dudak tiryakiliği. Bulutsuz bir göğe içimizi çizmek belki. Küçük bir el, ipek dalgası ya da kaygılı bir ses; çözüp çözüp bağlıyor küskün yanlarımızı. Hayatın tarihi de böyle bir şey Frida. Temiz yüzlü bir çocuktan doğuyoruz, sonra bütün defterleri denize atıyoruz. Ağzımızda soğuttuğumuz sözleri unut Frida. Onlar ki, zamana açılan koridorda bir çınlama sesi. Geçmişin aklını karıştırıyoruz ve hiç ummadığımız yerden kırılıyor kalbimiz. Gece ve keder, iki kere ter…
Senin bu ellerin diyorum, açık bir bahçe kapısı ve tuvalden kelâma uzun bir yol haritası. Bir dolu şenlikse eğer dünya, senin ellerin yerli yerinde Frida.
Bütün mektupları unut Frida. Bazı gerçekler vardır, bıçağın ucu kadar sıcak. Gitmek istediğimiz yerler vardır, gömülmek istediğimiz şarkılar. Oysa dürüst bir hayat için yaşlanıyor herkes. Ve anılar, adresi silinmiş evlerde saklanıyor. Belki unutmayı beceremiyoruz Frida, aklımızda hep eski sözlerin yükü. Neye dokunsak, orası çamurlu gece. Nereye baksak, oradan bir rüzgâr geliyor yüzümüze. Çürümek de böyle bir şey Frida. Eşyalar yalnızlaşır, kapanır kapılar ve tavan batar tenimize.Cıvıl cıvıl günlerin rüyası giriyor uykumuza. Saçlarınla konuşuyoruz, biraz gül kokuyor. Ama daha çok kül, durmadan…
Senin bu ellerin diyorum, apansız bir yaz iklimi ve odadan odaya iyi geceler müziği. Hayatın hüznü bir vedaysa eğer, senin ellerin derman yerine Frida.
II.
Diego:Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil. Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının oyuğu benim sığınağım.
Sevgili Frida’m, bir nilüfer açar açmaz başlıyorum seni sevmeye. İçimin derin kuyularına kadar çekiyorum kokunu. Kucaklaşıyoruz, ülkeden ülkeye geçiyor terimiz. Ömrümüz yer değiştiren bir sokak, baştan sona yürüyoruz aşk kalarak. Seni düşündüğüm her yerde bir incelik ve güzellik anıtı. Yeryüzü çayırları ve dağlar, mavi bir kıpırtıyla uyanıyor her sabah. Senin göğüslerindeki süt, gözlerindeki tuz; yeni yeni ağaçlar büyütüyor. Sevmek de böyle bir şey Frida. Bizi bekleyen anılara yürürken, bir kadın da kuşları süpürüyor arkamızdan. Ah Frida’m! Dudağımı dudağınla ıslatıyorum, bir çivi daha düşüyor çarmıhtan…
Senin bu ellerin diyorum, sevimli bir kır çocuğu ve serin çarşaflara sinmiş beyaz uyku. Unutmak bir kalp ağrısı değilse eğer, senin ellerin ten bilgisi Frida.
Sevgili Frida’m, gülümsüyorsun ya, güneş biraz daha yaklaşıyor dünyaya. İki şehir birden seviniyor. Hep bekledik, bazı yaralar geç iyileşiyor Frida. Aşk ki, eski defterleri karıştırma hevesidir ve biz bu gürültüler içinde arıyoruz kişiliğimizi. Ahşaba oyulmuş mektup gibi yüzümüzden başlıyor bir uçurumun derinliği. Özlüyoruz Frida, sesin sesimdeki pası silecek kadar incelikli. Nasıl olsa alışıyor insan, masumiyet gizli bir kötülükmüş. Yalnızlığın tarihi de böyle bir şey Frida. Fısıltıyla öpüşür bütün çiçekler ve tam zamanında gelir ölüm. Geç kalmamak için hiçbir şeye, haydi bir daha gülümse…

Senin bu ellerin diyorum, esmer bir şarkıya benziyor. Sabır, dilenmenin tersten okunuşu değilse eğer, senin ellerin kusursuz deli Frida.Ömer Turan

Diego’dan Frida’ya sevgilerle…

I.
Diego’m:
Ağzımda senin dudaklarından kalan badem tadı var. Dünyalarımız hiç dışarı çıkmadı. Bir dağın içini ancak başka bir dağ bilebilir.
Bütün mektupları unut Frida. Sonsuza uzanan bir aşkın özeti say. Zaman eziliyor ve kararsız bir mevsim giriyor aramıza. Aşk nedir ki? Belki bir dudak tiryakiliği. Bulutsuz bir göğe içimizi çizmek belki. Küçük bir el, ipek dalgası ya da kaygılı bir ses; çözüp çözüp bağlıyor küskün yanlarımızı. Hayatın tarihi de böyle bir şey Frida. Temiz yüzlü bir çocuktan doğuyoruz, sonra bütün defterleri denize atıyoruz. Ağzımızda soğuttuğumuz sözleri unut Frida. Onlar ki, zamana açılan koridorda bir çınlama sesi. Geçmişin aklını karıştırıyoruz ve hiç ummadığımız yerden kırılıyor kalbimiz. Gece ve keder, iki kere ter…
Senin bu ellerin diyorum, açık bir bahçe kapısı ve tuvalden kelâma uzun bir yol haritası. Bir dolu şenlikse eğer dünya, senin ellerin yerli yerinde Frida.
Bütün mektupları unut Frida. Bazı gerçekler vardır, bıçağın ucu kadar sıcak. Gitmek istediğimiz yerler vardır, gömülmek istediğimiz şarkılar. Oysadürüst bir hayat için yaşlanıyor herkes. Ve anılar, adresi silinmiş evlerde saklanıyor. Belki unutmayı beceremiyoruz Frida, aklımızda hep eski sözlerin yükü. Neye dokunsak, orası çamurlu gece. Nereye baksak, oradan bir rüzgâr geliyor yüzümüze. Çürümek de böyle bir şey Frida. Eşyalar yalnızlaşır, kapanır kapılar ve tavan batar tenimize.Cıvıl cıvıl günlerin rüyası giriyor uykumuza. Saçlarınla konuşuyoruz, biraz gül kokuyor. Ama daha çok kül, durmadan…
Senin bu ellerin diyorum, apansız bir yaz iklimi ve odadan odaya iyi geceler müziği. Hayatın hüznü bir vedaysa eğer, senin ellerin derman yerine Frida.
II.
Diego:
Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil. Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının oyuğu benim sığınağım.
Sevgili Frida’m, bir nilüfer açar açmaz başlıyorum seni sevmeye. İçimin derin kuyularına kadar çekiyorum kokunu. Kucaklaşıyoruz, ülkeden ülkeye geçiyor terimiz. Ömrümüz yer değiştiren bir sokak, baştan sona yürüyoruz aşk kalarak. Seni düşündüğüm her yerde bir incelik ve güzellik anıtı. Yeryüzü çayırları ve dağlar, mavi bir kıpırtıyla uyanıyor her sabah. Senin göğüslerindeki süt, gözlerindeki tuz; yeni yeni ağaçlar büyütüyor. Sevmek de böyle bir şey Frida. Bizi bekleyen anılara yürürken, bir kadın da kuşları süpürüyor arkamızdan. Ah Frida’m! Dudağımı dudağınla ıslatıyorum, bir çivi daha düşüyor çarmıhtan…
Senin bu ellerin diyorum, sevimli bir kır çocuğu ve serin çarşaflara sinmiş beyaz uyku. Unutmak bir kalp ağrısı değilse eğer, senin ellerin ten bilgisi Frida.
Sevgili Frida’m, gülümsüyorsun ya, güneş biraz daha yaklaşıyor dünyaya. İki şehir birden seviniyor. Hep bekledik, bazı yaralar geç iyileşiyor Frida. Aşk ki, eski defterleri karıştırma hevesidir ve biz bu gürültüler içinde arıyoruz kişiliğimizi. Ahşaba oyulmuş mektup gibi yüzümüzden başlıyor bir uçurumun derinliği. Özlüyoruz Frida, sesin sesimdeki pası silecek kadar incelikli. Nasıl olsa alışıyor insan, masumiyet gizli bir kötülükmüş. Yalnızlığın tarihi de böyle bir şey Frida. Fısıltıyla öpüşür bütün çiçekler ve tam zamanında gelir ölüm. Geç kalmamak için hiçbir şeye, haydi bir daha gülümse…
Senin bu ellerin diyorum, esmer bir şarkıya benziyor. Sabır, dilenmenin tersten okunuşu değilse eğer, senin ellerin kusursuz deli Frida.

Ömer Turan

Aşık Veysel Üzerine

Bu gün Türk halk ozanlarından Aşık Veysel'in ölüm yıldönümü, asıl adı ile Sivas Sarkışla dogumlu Veysel Şatıroğlu...

İki kardeşini suçiçeği hastalığından ötürü kaybeden ozan, yine aynı hastalıktan ötürü 7 yaşındayken 2 gözünü kaybetti.

Babası Ahmet Efendi, oğlu Veysel'e uğraş olsun diye saz aldı. Başka ozanların türkülerinden söyledi. Bir zaman sonra Ahmet Kutsi Tecer ile tanıştı. Tecer'in tesvikleriyle kendine ait eserler yazmaya basladı.

Aşık Veysel, son zamanların en büyük aşık edebiyatının sanatçılarındandır.
Bir dönem yurdu dolaştı, bazen saz hocalığı yaptı.

21 Mart 1973 senesinde akciğer kanserinden dolayı vefat etti.




20 Mart 2015 Cuma

RAYMOND CARVER


Raymond Carver Amerikan kısa hikaye yazarı ve şairi. 1980 in başlarından itibaren kısa hikayeleriyle hikayeciliği yeniden canlandıran ve hikayeciliğe güç katan önemli taşlardan biri olmuş, şöhreti ölümünden sonra da büyüyerek devam etmiştir. Bu ünü Amerikalı yönetmen Robert Altman bol ödüllü Short Cuts (1993) adlı filmini Carver in kısa hikayelerinden yola çıkarak senaryolaştırması ile 90’lı yıllara taşınmıştır (Film ülkemizde Sosyeteden İnsan Manzaraları adıyla gösterilmiştir.). 
Carver, kısa hikayelerinde ErnestHemingway ve Stephen Crane’nin geleneğini takip etmiş, hikayelerini gerçekçi bir üslupla kaleme almıştır. Fakat Carver’in hikayeleri farklı olarak post modern, minimalist hikayeler olarak kabul edilir. Carver’in eserlerinde ise öykülerin temel izleği duygusal dürüstlüğün yanı sıra yaşanan ruhsal boşlukların vurgulanması olmuştur. Hikayelerinin gücü anlattığı kişilerin durumlarından değil anlatımın olağanüstü kırılganlığından gelir. Kahramanlarıysa genelde kendisinin de dahil olduğu işçi sınıfıdır. Aylak, ne yapacağını hangi yolu tutturacağını bilmeyen, hayatlarının kontrolünü ellerinden kaçırmış insanlardır. Eserlerindeki insana merhamet dolu içtenlikli yaklaşımı, insanlar arası iletişimin kent yaşamıyla birlikte giderek zorlaşmasını büyük bir başarıyla anlatmasını sağlar.
Raymond Carver, Oregon’a bağlı olan Clatskanie’de doğmuştur. Burası bir işçi kasabasıdır ve babası da kereste fabrikasında bir işçidir. Aynı zamanda babası kendisinin de ilerde olacağı gibi ciddi bir alkoliktir. Annesi ise garson olarak çalışmaktadır. Carver da eğitimine burada yerel bir okul olan Yokima, Washington da başlamış, 1956 da buradan mezun olduğundaysa 16 yaşında olan kız arkadaşı Maryann Burk’le evlenmiştir. Bu sonraki dönemde, boş zamanlarında özellikle Mickey Spillane’in romanlarının etkisi altında edebi dünyası şekillenirken iki çocuğu ve karısına bakmak için fabrikalarda işçi olarak çalışırken bulmuştur kendini. Carver’in ciddi olarak yazıyla ilgilenmesi ise ailesi ile birlikte California’ya karısının anne ve babasının yanına taşınmasıyla birlikte başlamıştır. Carver burada yazarlık hayatının başlangıcı kabul ettiği, John Gardner tarafından verilen yaratıcı yazarlık derslerine devam etmiştir. Carver’in ilk hikayesi olan Pastoral ise Western Humanites Review adlı dergide yayımlanmıştır. Yine bu yıllarda Carver değişik işlerde çalışarak yazmaya devam ederken Carver’in içkiye başlaması da yine bu yıllarda olmuştur. 
1967 Carver için önemli bir yıl olmuştur. Carver’in Lütfen Biraz Sessiz Olur Musunuz? adlı hikayesi Martha Foley tarafından hazırlanan En İyi Amerikan Kısa HikayeleriAntolojisi’nde yayınlanmış, 1973‘te ise Writers adlı seminerde John Cheever’le birlikte ders vermeye başlamıştır. Daha sonra o günler için Carver içmekten başka hiçbir şey yapmadık demiştir. Iowa’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra Cheever alkol tedavisi görmeye başlamışsa da Carver alkol içmeyi sürdürmüştür. Alkolün hayatının hemen hemen tamamını işgal ettiği bu dönem aynı zamanda kısa hikayelerinin toplandığı ilk kitabı Put Your Self In My Shoes’un yayınlandığı dönem olmuştur. 1976 da ikinci kitabı Will You Please Be Quiet, Please? (Lütfen Biraz Sessiz Olur Musunuz?) yayınlanmıştır. Bu son kitabı Carver’in şöhretini arttırırken hikayelerindeki temel temanın da belirlenmesini sağlamıştır. Genellikle Carver’in konuları aşk ve onun yokluğu üzerine kurulmuştur. Özellikle Carver alkol bağımlılığı tedavisi gördükten sonraki eserlerinde ise hikayelerinde gittikçe artan bir açık sözlülük görülür. Bir sonraki kitabı What We Talk About When We Talk About Love (1981 Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz) yine bu konuları ağırlıklı olarak içeren on yedi öyküden oluşmuştur. Kitaba adını veren hikaye ise Amerika’da Ulusal Kitap Ödülüne aday gösterilmiştir. Carver’in üslubunda Çehov’un berrak ve yalın tarzı gözükürken, Kafka’nın karamsar tonlamaları da hissedilir. Carver 1982 de karısı Maryann’den boşanarak 1979 dan beri beraber yaşadığı Tess Gallagher’la 1988 de evlenmiştir. Bundan iki ay sonra Carver, 2 Ağustos 1988 de akciğer kanserinden ölür. ( Carver ölümünden hemen önce Çehov’un ölümünü anlattığı hikayesi Errand’ı bitirdikten hemen sonra kanser olduğunu öğrenmiştir. Yine kısa hikayelerinin seçkisinden oluşan Where I’m Calling From adlı kitabı bu sırada yayınlanmıştır.) 
Carver’in yazdıkları genelde kendi deneyimlerinden kurgulandığı gibi beyaz ve mavi yakalı işçilerin hikayelerini konu alır. Olaylar üzerine genellikle konuşulmaz, anlaşmazlık çözülmeden kapanır. Hikaye genellikle üstü kapalı ve çözümlenmeden bitirilir. Carver hikayelerinin herhangi bir yerde ve herhangi bir anda geçebileceğini belirtir. Carver’in hikayelerinde hiçbir arka plan veya okuyucuyu olaya hazırlayıcı süreç gözükmez. Bu bir eksiklik olarak görülebilir ve şu sorular sorulabilir. Hikaye nerede ve ne zaman geçiyor?, Karakterler kaç yaşında?, Bu eksiklikler okumamızı nasıl etkiler? Hikayedeki olay farklı okuyucular tarafından farklı olarak algılanır mı? Tüm bu sorular aslında Carver’in minimalist öykücülük anlayışı ışığında cevap bulur. Carver kamerasını karakterlere sadece doğrultarak sessizce kamerayı hareket ettirir ve bize sadece olayı gösterir. Carver’in hikayelerinde kaybedenler ve alkol bağımlıları da geniş bir yer tutar. Bu karakterlerin belirgin özellikleri: Topluma ve kendine yabancılaşma, derdini anlatamama, ümitsiz ve çaresiz kişilerdir. Carver’in kurgusundaki minimalist estetikten bahsederken onun söylemindeki ekonomik anlatım ve ifadelerindeki cimriliği, hikayenin bütünlüğünü hiçbir değer kaybına uğratmadan tamamlaması onun minimalist tarzdaki hikayecilikte bir usta olduğunu kanıtlamaktadır. Özellikle Carver’in tarzını ve üslubunu oluşturmasında Çehov, Franz Kafka ve Ernest Hemingway’in büyük izleri vardır. Carver Çehov’u gelmiş geçmiş en büyük kısa hikaye yazarı olarak tanımlamıştır ve onun hikayelerindeki gerçekçiliğin onu her zaman etkilediğini belirtmiştir.

Ozan Şafak

14 Mart 2015 Cumartesi

Bir Multipl Skleroz'un Mavi Dosyası

Bir Multipl Skleroz'un Mavi Dosyası

Yine bir gün poliklinik kapısından çıktıktan sonra yokuş aşağı yürürken peltek peltek, kafamın içinden acaba geç kalacak mıyım diye geçerken nihayetinde geldim, karşısındayım.

Buluşmak için banklar, kaldırımlar, insan gürültüsünden uzak yerler varken, yine kendimi buldum bir kafede... Çay içeceğim tabi, o da çayın yanında birkaç tane sigara yakacak.

Karşısındayım ve ne sohbet edeceğimi bilmiyorum, sükûn etmek onun karşısında... Ama konuşmak gerek, bir çift kelam... Bir çift gözle kelam etmek zor.

Havadan sudan derken yanımda getirdigim mavi bir dosya... İçerisinde biriktirdiğim sakladığım birçok a4 kağıtları... Randevu kağıtları... Tahliller... Birçok şey...Y

Bizi bir araya getiren üçüncü bir şey, bu benim yazdığım şiirler... Bir keresinde şiirden mevzu açmıştık. Ben ona ilk bakışta bir siir yazmıştım, onda tesir bırakmak için katiyen değil. Çünkü bir multipl sklerozun yaşama sevinci böyle küçük şeyler...

Dosya yapraklarını tek tek açıp gayet sıkıcı bir şekilde gösterirken;


'' Bak , bu mr raporlari bu da taburcu olduğum gün verdikleri epikriz. Bu reçete kağıtları, bu ilaç muaf raporu,  bu kan tahlilleri, bu fizik tedavi egzersizleri....

Bu da sana yazdığım şiirler... al işte senin...

Biliyor musun her zaman istedim ki bir siir dosyam olsun, hep erindim oluşturmak için, simdi de şu dosya hep hastaneden türeyen anlamsız kâğıtlarla dolu... "

Yasin Gümbür
14 Mart 2014 / Muğla

Sabahattin Ali'nin Yazmaya Planladıkları

Türk edebiyatının önde gelen hikayecilerinden biri olan Sabahattin Ali'nin ölmeden önce yazmayı planladığı hikaye ve romanların listesi:

Yalnız Adamın Seyahati:
Roman, iki kısım, Almanya'da yazılacak.

Tokat:
Roman Türkiye'de yazılacak. Frank Thiess'in romanı okunacak.

Kerem ile Aslı:
Aşk masalı lirik, halk siirleriyle beraber Türkiye'de yazılacak.

Raki:
Yozgat romanı, Almanya'da yazılması mümkün olursa daha iyi olacaktır.

Mesih:
Temaşa eseri, Hz. İsa'dan bahis, iki üç sene sonra. ( dini eserler okunacak. )

Layemut Enayiler:
Büyük veya küçük hikaye, yahut ufak tenkidi parçalar...

Ölümlerin En Güzeli:
Hikaye, ormandaki ressam vesaire...

Rakip:
İstanbul'dan kalma yarım hikaye bitecek. 28 hikayesine bu günlerde baslayacagim.

Talisman:
Çingene musika hikâyesi...


Kaynak:

Sabahattin Ali - Tereke adlı kitap
Yapı Kredi Yayınları
10. Baskı

13 Mart 2015 Cuma

Beberuhi'ye Kahkalarımla! - Fatih Balcıoğlu

Eşref Yener'in Dil ve Edebiyat Derneğine Attığı Mail:

fatih balcıoğlu'nun Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Şiir Yıllığı 2014 te şiir kitabım üzerine zırvaları üzerinedir. bu kişinin kim olduğu büyük bir muamma. hadi diyelim, sorduğum kimsenin tanımamasını, yaptığı işlerle, yazdığı yazılarla edebiyat dünyasında yer etmemesini es geçelim ve ona ''eleştiri nedir nasıl yazılır?'' diye bir soru soralım. tabi bu cevabı belli talihsiz bir soru olurdu bu. yine dayanamayıp bu kin ve öfkesinin nereden geldiğini soralım.( kendisine önerim bir düşünsün farklı alanlarda rahatlamalara ihtiyacı olabilir belki.) kendisi bu sözünü ispat etmez ise şeref yoksunu bir ahlaksızdır; ''Sanırım Cemal Süreya Ödülleri, ''asansörü'' kamuya açık bir alanda değil, daha çok aynı aile bireylerinin kullandığı tapulu bir eşya gibi.'' birilerine sataşarak değil de eleştiri yazmayı öğrenerek ve edebiyatı kavrayarak vatana millete faydalı olması temennimdir. yazısının tamamını okuma şansına erişmiştim. yazısı da kendisi de o kadar talihsiz ki onun ağlanacak haline gülesim geliyor. bir kitap ya da kişi hakkında hangi üslupla konuşması gerektiğini ailesi dahi öğretemediyse YA DA DERGİ OLARAK BÖYLE BİR YAZIYA YILLIĞINIZDA YER VERİYORSANIZ sizin için Allaha dua etmekten başka bir seçeneğim kalmıyor. siz yine de şeref bilsel in 2014 teki 6 ilk kitap hakkında söylediklerine bir bakın ve ''üslup nedir eleştiri niye yazılır?'' ı öğrenin. bakmazsınız ya, ya bakarsanız diye; http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/6-sairden-6-ilk-kitap-4059

yazısının bitişindeki cemal süreya ile benim dizemin benzerliğini dil bilgisi, söyleyiş ya da fonetik olarak ispatlayamazsa okulunu bıraksın devletin sırasını boşa işgal etmesin ve ele güne kendini güldürmesin.yazdığı yazı hakkında zamanımı harcayıp ona detaylı bir cevap yazısı yazardım ama bu onun beş para etmez kimsenin umursamayacağı yazısına prim yaptırmaktan başka neye yarar. küçük sineğin mide bulandırmasından başka neye... bu mail YILLIĞINIZDA DONANIMSIZ, CIPCILIZ VE AHLAKSIZ BİR YAZIYA NASIL MÜSAADE ETTİĞİNİZLE ALAKALIDIR BİRAZ DA. (EŞREF YENER)

Dil ve Edebiyat Dergisi'nin yayımladığı 2014 Şiir Yıllığında Eşref Yener'in kitabı Baykuşta Yangın Tekrarı hakkında eleştiri yazısı kalem almıştım. Yazıya ulaşmak isteyenler cacarondergisi.blogspot.com.tr adresinden de yazıyı bulabilirler. Eşref Yener, bu yazıdan rahatsız olmuş olacak ki dergiye içinde bol övgü olan bir mail göndermiş. Ama öncelikle, o güne dönmek istiyorum. Böyle bir mailin geldiğini haber aldığım güne. Arkadaşım aradı. Yıllıkta kitabı hakkında yazdığım yazı nedeniyle Eşref Yener'den dergiye mesaj geldiğini söyledi. Kendi kendime dedim ki: ''Sanırım yazıyı kısa kestiğimiz için teşekkür mesajı yolladı. Çünkü biraz daha devam etseydim konu başlığımı 'Bir Kitap Nasıl Yazılamaz' diye değiştirmek zorunda kalabilirdim. Anca bu kadar berbat edilebilirdi.'' Arkadaşım maili yolladı. ''Geldi mi?'' diye sormak için aradığında o kadar çok gülüyordum ki konuşamadık. Kapattık telefonu. İnan ne sinirim bozulduğundan güldüm, ne de birilerini sinir etmek için. Yazdığın ilk paragraftaydı aklım. Zırvalarmış, kin ve öfkeymiş, rahatlama ihtiyacımmış. Güzel bir sinir harbi yaşamış arkadaş. Bilmiyorum, bu maili atarken belki de çok kötüydün. Sevgilinden ayrılmış olabilirsin, eski sevgilini başkasıyla el ele görmüş olabilirsin, ailenle aran kötü olabilir, cinsel sorunların olabilir -rahatlama ihtiyacı dediğin şey bu olsa gerek- Ben de bunları düşünerek daha iyimser dozda cevap yazıyorum. Edebi olmasına gerek yok, senin mailindeki üslubun kadar düşemesem de fakültenin kantininde konuştuğum ağızla konuşacağım. Altını çizerek söylüyorum, bu bir saldırma yazısı değildir. Savunma yazısıdır ve sayın Eşref Yener sen de biliyorsun ki o mailin benim dediklerimi taçlandırdı. Teşekkürler.

Beni tanımadığını söylemiş, sordukları da beni tanımıyormuş. Senin o kitabının biyografi kısmındaki dergilerin yüzde doksanında şiir,öykü ve eleştirilerim yayımlandı. Biyografinde yazmayanları da es geçiyorum. Peki, diyelim ki senin edebiyat dünyası dediğin dünyaya -kendi kafandaki dar dünyandan bahsediyorum- ben hiç girmedim. Bu yazımdaki anekdotları haksız mı çıkarır? Seni tanımıyorum ve tanımadığım kişiler hakkında kin ve öfke duymam. Sen, yazdığım o yazıyı sana -olmayan- kin ve öfkemden dolayı mı yazdığımı düşünüyorsun? Biz tanışıyoruz, kin ve öfke besleyecek kadar samimiyiz de benim mi haberim yok? Şu konuda oldukça samimiyim: O kitabı kardeşim bile yazsa eleştirmekten çekinmem. Kitap hakkında yazdığım yazıdaki bir alıntıyla devam etmek istiyorum: ''Oldum'' dedirten her ödül, her durum, her övgü genç şairi ilerleten değil, duraksatan şey olacaktır. Demek ki yanlış söylememişim, dimi? Eğer 1992 doğumlu birisi gelip eleştirildiği dergiye böyle fütursuzca ve ahlaksızca yazı yazabiliyorsa bu ödül ona ''oldum'' dedirtmiştir. Bu attığı mail pişmeyen kekin ağızda çamur izi bırakmasından farksızdır. Tatmak istemişsinizdir, ancak o kadar yüzsüz ve pişkindir ki ağzınızın her tarafına yayılır. Kendine yaptığın iyilik şudur Beberuhi: üniversite tercihlerinde edebiyatı seçmemen. Eğer sen bu haldeyken böyle aptalca tavırlar içine girdiysen edebiyat okusaydın halini düşünemiyorum. Daha Cemal Süreya'nın dizesiyle kendi dizen arasındaki benzerliği göremeyecek olan kör gözlerin sen de mevcutken, bu boş kafayla nereye kadar gidebilirsin bilmiyorum. Şeref Bilsel'in yazısı gönderilmiş. Şeref Bilsel'in bilgisine ve geçmişine saygı duyuyorum. Ben kendi görüşlerimin hâlâ arkasındayım. Bak, bu da tutmadı Beberuhi. Şeref Bilsel'e sataşmadım, saygı duydum. Ailemin bana hangi üslûpla konuşmam gerektiğini öğretememesinden gem vuruyor arkadaş. Üzülüyorum. Ailem beni keşke bu kadar iyimser üslûpla yetiştirmeseydi, keşke bazen kurallar dışına çıkabilseydim. Belki o zaman o yazı sadece kitap sınırları içinde kalmazdı ve tüm paçavralarını dökerdim. Aileme teşekkür etmelisin Beberuhi. Ama ben senin ailene kızgınım. Bir paragrafta büyük harfle yazılanlar şöyle ise: DERGİ OLARAK BÖYLE BİR YAZIYA YILLIĞINIZDA YER VERİYORSANIZ. Bunun adı içten pazarlıktır Ruhi, bunun adı dedikodudur Ruhi, bunun adı şeref ve haysiyetin yokluğudur Ruhi. Neden böyle şeylere girersin delikanlı? Daha 23'ünde başkasına hükmetme, alttan alta tehdit, yakarım-yıkarım edaları. Gelişim ödevlerini son güne mi bıraktın?

Küçük sinek mide bulandırır ama içeceğine kaçarsa sonun olur. Şunu unutma: sana karşı kin ve öfkem hiç yok. Emin ol olsaydı Facebook'un en büyük 5 edebiyat sayfasına sahip biri olarak seni yerle bir ederdim. Üstüne tatlı diye de iki edebiyat dergisine yazı verirdim. Donanımsız, cıpcılız -cılız da değil- ve ahlaksız kelimelerine hep beraber güldük. Tamam Beberuhi, söz veriyorum. Ben kitap çıkardığımda sen de beni eleştir, içinde kalmasın. Ama biraz eleştiri nedir, ne değildir diye teori kitaplarını karıştırman gerekecek. Sen kitap isimlerini hiç duymamışsındır; yardım gerekirse arkadaşlar sana bir liste yapıp ulaştırırlar. Nurullah Ataç'ın Abdülbaki Gölpınarlı'ya yazdığı mektupla başlayabilirsin. Gerçi o yaşasaydı senin ismini bile duymazdı ya, neyse. Bu kadar reklamın oldu, yeterli  mi? Davullarla başlasın eğlencen. Haydi selametle.

(Yıllık çıkmadan yazı Eşref Yener'e ulaşabiliyorsa, mutlaka bu yazıyı da ulaştırır o postacı kılıklı gulyabaniler. Hiç olmazsa Eşref Yener bulur yazıyı. Zaten bu tip yazar bozmaları günde 10 kere google'da ismini aratıyorlar.)

Fatih Balcıoğlu

12 Mart 2015 Perşembe

Yüzyılın 40 Öykücüsü

205 seçicinin önerdiği 167 öykücü arasından seçilen 40 öykücü.
yuzyilin40oykucusu
Sait Faik Abasıyanık
Sabahattin Ali
Tomris Uyar
Bİlge Karasu
Vüs’at O. Bener
Füruzan
Cemil Kavukçu
Leyla Erbİl
Memduh Şevket Esendal
Orhan Kemal
Haldun Taner
Sevim Burak
Ferit Edgü
Nezihe Meriç
Oğuz Atay
Murathan Mungan
Onat Kutlar
Ömer Seyfettİn
Ayfer Tunç
Aziz Nesin
Selim İleri
Hulki Aktunç
Tarık Dursun K.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Sevgi Soysal
Tahsİn Yücel
Erdal Öz
Faruk Duman
Oktay Akbal
Refik Halit Karay
Orhan Duru
Yusuf Atılgan
Necati Cumalı
Adalet Ağaoğlu
Cevat Şakir Kabaağaçlı
Tezer Özlü
Necati Tosuner
Osman Şahin
Sema Kaygusuz
Demir Özlü
Semih Gümüş

Çağdaş Türk öykücülüğünün geçen yüzyılının 40 öykücüsünü edebiyat kamuoyumuzun ağırlığını çeken büyük bir seçici kurul seçti. Daha önce yapılmış hiçbir edebiyat soruşturmasında bu denli büyük bir katılım olmamıştı. Dolayısıyla bu sonuç sağlam bir veri, güvenilir bir değerlendirme yerine geçebilir. Nitelikli tartışmalara yol açabilir. Aynı zamanda tarihsel bir dönem saptaması da sayılabilecek bu soruşturma, çağdaş Türk öykücülüğünün bugününü sorgulayanlar için sağlam bir temel de oluşturuyor.
Bu arada yazarların, okurların, araştırmacıların, eğitimcilerin göz önünde tutmaları gereken bir 40 öykücü listesi çıktığı da kaydedilebilir.
Öykücülüğümüzü şiirin yanı başına yerleştiriyorsak, seçkinci olduğumuzdan değil, binlerce yıllık sözlü ve yazılı edebiyatın mirasını yirminci yüzyılda da kesintisiz biçimde devralıp geliştirmesinden. Dahası, yeri geldiğinde söylüyoruz, öykü bugün Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar canlı ve istekli değil. Daha çok çağdaş Türk öykücülüğüyle içli dışlıyız. Onu nereden başlatacağımız zaman zaman tartışılır. Çağdaş Türk öykücülüğünün kanonunu oluşturmak ya da antolojisini hazırlamak, en başına kimin konacağından başlanıp günümüze kadar yaşadığı değişimlerin bıraktığı izleri değerlendirmeyi gerektirir.
Bana kalırsa, Memduh Şevket Esendal, doğum tarihi de onu en başa getirdiği için, ilk sıraya gelir, sonra da günümüze uzanılır. Esendal, değeri geç anlaşılmış, ama hak ettiği değeri sonunda bulmuş öykücülerimizden. Notos’un soruşturmasının başlığı da Yüzyılın 40 Öykücüsü olduğuna göre, verimi son yüzyılda ortaya çıkan öykü yazarlarından söz ediyoruz. Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında öne çıkan yazarlar, aynı zamanda ülkenin önde gelen aydınları olarak, yeni bir ulus, kültür ve dil yaratma sorumluluğunun ilk yüklenicileri oldu. Memleketin İstanbul dışında yaşayan, o güne dek tam anlamıyla bilinmeyen gerçekliği, romanların yanında öykülere de konu oldukça, yeni bir bilincin de yükselişine tanık olundu.
Neden sonra Sait Faik, öykücülüğümüzü bize bugün bile etkileyici gelen biçimler kazandırarak köktenci bir değişikliğe uğratıyor, edebiyat okurlarının günümüzde de ellerinden düşürmediği öyküler yazıyordu. Sabahattin Ali, toplumcu duyarlığı insanın birey olarak yaşadığı sorunlar içinde anlatarak yazdığı öykülerle belirgin bir yol açıyordu. 1950 Kuşağı, geleneksel edebiyat anlayışının bütüncü yapısına karşı Batı’dan aldığı düşünsel ve yazınsal yeniliklerle modernist edebiyatımızın kendini yeniden yaratmasını sağladı. 1960’lardan 1980’lere doğru öykücülüğümüz sıcak siyasal hayatın sorunlarını kavramaya çalışırken, Kürt sorunu ve Doğu gerçekliği başta olmak üzere, yepyeni gerçeklerle buluştu. 1990’lardan sonra sayıları hızla artan çok sayıda genç öykü yazarı, öykünün şiirle yarışacak çoklukta yazıldığı bir sürecin ateşleyicisi oldu.
Edebiyatımız, yaşadığı serüvenin başlıklarını böyle sıralayabileceğimiz öyküyü baştacı ettikçe popüler kütürün ve medyanın yarattığı yeni gerçeklik alanları karşısında yazınsal niteliğin savunulduğu bir mevzi oluşturdu. Öykü, Notos’un da varlık nedenlerinden.
Öykü ile Notos’un birliği
Notos, Aralık 2006’da yayınına başladığında, edebiyat dergiciliğimizin geleneksel yüzünün dışında, yeni bir dergi anlayışı ortaya koymayı amaçladığını belirtmişti. Bu yeni anlayış, aynı zamanda edebiyat dergilerinin makus talihi olan kısıtlı satış çemberini kırıp güçlü bir örnek de oluşturabilmeli, edebiyat dergisi okuru olmayan yeni okur kesimlerini de kazanabilmeliydi. Edebiyat dergiciliği, yalnızca verilmiş olanı almakla yetinip durağanlığa teslim olmamalıydı. Notos daha baştan yalnızca bir öykü dergisi olmadığını, ağırlığını öykünün çektiği bir edebiyat dergisi olduğunu da belirtmişti. İkinci yılından sonra logosundan öykü adını çıkarıp yalnızca Notos adıyla yayınını sürdürmeye başladı ve kendini bir edebiyat kültürü dergisi olarak yeniden tanımladı.
Sonunda üçüncü yılını tamamladı, dördüncü yılının içinde Notos. Önüne koyduğu her işi nitelikli biçimde yapmaya, bir çalışkanlık ve üretkenlik örneği yaratmaya, zaman içinde alışılagelmiş konular yerine yeni konuları ve sorunları gündemine almaya, yazınsal değerleri parlatmaya, genç tavrıyla bir enerji alanı oluşturmaya, durağan edebiyat ortamına kendi etkinlik alanı içinde canlılık kazandırmaya, geniş okur çevrelerinin hayatından gitgide uzaklaşmaya başlayan edebiyatı yeniden göz önüne taşımaya, edebiyatın buarada geniş çevrelerde tartışılmasına neden olmaya çalışan Notos, yıllık geleneksel soruşturmalarını da bunun için başlattı.
Notos bugüne dek üç büyük soruşturma düzenledi:
Ölmeden Önce Okunması Zorunlu 40 Kitap (Şubat 2007)
Yüzyılın 40 Romancısı (Şubat 2008)
Edebiyatımızda Geleceğin Ustaları (Şubat 2009)
Bilindiği gibi bu soruşturmalar, olabilen en geniş yazar çevresinin katılımıyla gerçekleşmiş; edebiyat kamuoyunda bir edebiyat dergisi aracılığıyla toplanabilecek ilginin oldukça üstünde ilgi görmüş; gazetelerde, dergilerde, kitap eklerinde ve Notos’un kendisi için de önemli bir etkinlik alanı olarak gördüğü internet platformlarında tanıtılmış, tartışılmıştı.
Bu arada Yüzyılın 40 Romancısı soruşturması ötekilerden de ayrılmış, önde gelen bütün gazetelerin sayfalarına geniş biçimde yansıyan, benzeri pek görülmemiş bir yankı yaratmıştı. İkinci sayfasının tümünü ayırdığı soruşturmayı olumsuz eleştirilerle değerlendiren Milliyet gazetesinin tutumu nedense farklı olmuştu. Olumlu olanı görmezden gelip yalnızca beş yazarın dile getirdiği olumsuz eleştirileri “Edebiyatçıların isyanı” başlığıyla magazinciliğin olumsuz yanına eğilerek vermek, konu edebiyat olunca, epeyce tatsız olmuştu. Gazetenin sorumluları beş yazarın olumsuz eleştirileri yanında soruşturmaya tam 135 yazarın katıldığını görmezden gelmişti. Oysa, bugüne dek bir edebiyat dergisinin hazırladığı hiçbir soruşturmaya 135 yazar katılmadığına göre, “Edebiyatçıların isyanı” değil, “Edebiyatçıların büyük ilgisi” başlığı daha doğru olmaz mıydı?
Soruşturmanın özellikleri
Notos, soruşturmalardan sonra yaptığı değerlendirmelerde madalyonun her iki yüzüne de nesnel biçimde ayna tutmaya çalıştı. Şimdi sonuçlarını verdiğimiz Yüzyılın 40 Öykücüsü soruşturması da aynı biçimde değerlendirilebilir.
• Önce soruşturmaya katılıma bakalım. Belki şaşırtıcı gelebilir, ama Notos’un yaptığı dört soruşturma arasında en büyük katılım Yüzyılın 40 Öykücüsü’ne oldu. Tam 205 yazar, “Öykücülüğümüzün yüzyılı içinde en beğendiğiniz öykücü” sorusuna yanıt vermişse, soruşturmaya büyük bir destek verildiği belirtilemez mi? Cumhuriyet dönemi boyunca edebiyat dergilerinin yaptığı pek çok soruşturma arasında bu denli büyük bir katılıma ilk kez rastlanıyorsa (ikincisi de Yüzyılın 40 Romancısı soruşturması olmuştu), bunu edebiyatın olumlu bir kazanımı olarak görmek gerekmez mi? Her zaman en yüksek katılımın amaçlanması, Notos’un yaptığı soruşturmaların en önemli yanlarındandır.
Demek ki düzenlediğimiz soruşturma edebiyat kamuoyunun kendisini önemli bir ağırlıkla ortaya koyduğu bir sonuca yol açmıştır. Bu katılımın nedenlerinden birinin de, Notos’un ilk günden bugüne geçen üç yıl boyunca izlediği tutumla verdiği güven olduğunu söyleyebilir miyiz?
Katılımın bu yıl belirgin biçimde artması, edebiyat kamuoyunun bir edebiyat dergisine destek verme duygusundan da kaynaklanmış olabilir mi? Virgül, Kül Öykü, Roll gibi nitelikli dergilerin 2009 yılında kapanmış olması edebiyat dergilerine duyarlığı artırmışsa, bunun Notos aracılığıyla belirtilmesini de elbette çok olumlu bir sonuç olarak kaydetmeliyiz.
Düzenlediğimiz soruşturmalarda her zaman katılımcılarımızın tümünü bir tür “Seçici Kurul” gibi görüyoruz. Soruşturmamıza katılan 205 adı alt alta sıraladığımızda, güvenilirliği, saygınlığı, inandırıcılığı kuşku götürmeyecek, daha önce bir arada görünmemiş bir seçici listesi çıkıyor ki ortaya, onun edebiyat kamuoyumuzun bugünkü eğilimini önemli ölçüde temsil ettiği de söylenebilir.
Bu temsil ile ilgili olarak şu da belirtilebilir: Bir soruşturmaya katılım hangi oranda artarsa, o soruşturmanın sonucunun güvenilirliği de aynı oranda artmaya başlar. Yüzyılın 40 Öykücüsü konulu bir soruşturmaya 205 yazar –neredeyse bir yazar örgütünün üyelerinin dörtte biri– katıldığı zaman, ortaya çıkan sonuç edebiyatımızın bugününü anlatan bir eğilimi belirtir. Sözgelimi yirmi-otuz kişinin katıldığı bir soruşturmanın sonucundaki olası sapmalar, katılımcı sayısı arttıkça enaza inmeye başlar. Notos’un, geleneksel soruşturmalarına katılımın ençok düzeyde olması için gösterdiği çabanın nedeni de budur.
• Çıkan sonucun bir doğruyu göstermediğini belirtmek gerekir mi? Öyküden, yaratıcı yazıdan söz ediyoruz ve edebiyatta yazarlar ve yapıtlarla ilgili doğrular olmaz. Yalnızca bir eğilimi gösterir sonuç, güçlü bir eğilimi, yaşadığımız günlerin beğenisini. Bu arada bir tek kişi tarafından belirtilmiş bir eğilim nasıl o kişinin öznelliğini gösterirse, 205 kişinin belirttiği bir eğilim de o topluluğun öznelliğini gösterir. Edebiyatta verilen yargıların değeri de bu öznelliğin nitelikli oluşundan gelir. Başka bir deyişle, tarihsel bir saptama yapmaktır bu ve amaç da zaten bu tarihsel saptamayı ortaya çıkarmaktır.
• Sözgelimi birkaç onyıl sonra yinelendiğinde çıkacak sonuçla karşılaştırıldığında, Yüzyılın 40 Öykücüsü soruşturmasının edebiyat kültürümüzdeki değişimi anlamak için ne denli sağlam bir veri yarattığı daha iyi görülecektir.
Bizde tarih, anı, biyografi yazımı, zamanında kayıt düşme alışkanlığımız olmadığı için yeterince gelişmemiş, bu türlerin meraklıları çoğalamamıştır. Demek ki Notos’un yıllık büyük soruşturmaları edebiyat tarihimize düşülmüş, en azından benim hiç kuşkum yok ki, en nitelikli kayıtlar arasında yer alacak, gelecekte geçmişe dönük çalışmalar yapacak bütün edebiyat araştırmacıları için başvurulması gerekli kaynaklar arasında bulunacaktır.
• Böylece akademik kurumlarla özel kültür kurumlarının, öğretmenlerle öğrencilerin, edebiyat araştırmacılarının çeşitli çalışmalarda ve etkinliklerde kullanabileceği, çağdaş Türk edebiyatının yüzyılı içinden süzülmüş, 205 kişilik bir kurulun beğenisiyle oluşmuş, nitelikli bir Yüzyılın 40 Öykücüsü listesi çıkmış oluyor.
Sonucu yorumlama
• Yüzyılın 40 Öykücüsü soruşturmasında 205 seçicinin ilk iki sıraya değer gördüğü Sait Faik ile Sabahattin Ali, edebiyat kamuoyumuzun en az yarım yüzyıldan bu yana taşıdığı genel onayı gösteriyor. Sanırım bugüne yaklaşırken Sait Faik adı zamanla daha da öne çıktı. Öykülerinin bugün bile yeniliğini koruyan biçimsel özellikleri ve bireylik kavramı çevresinde taşıdığı anlam, onu günümüze gitgide daha çok yaklaştırıyor. Sait Faik soruşturmaya yanıt verenlerin yüzde 91’inin oyunu alırken, Sabahattin Ali yüzde 55’inin oyunu almış. İkisinin de listenin ilk iki sırasında yer alacağı, sanırım soruşturmanın sonuçları belli olmadan da belirtilebilirdi.
• Listenin göze çarpan sonuçlarından biri, 1980’den sonraki kuşaklardan bir yazarın, Cemil Kavukçu’nun ilk on yazar arasına girmesi sayılabilir. Bu dönemin yazarları arasında öykücü denince akla ilk gelen yazar gerçekten de Cemil Kavukçu oldu ve seçicilerin yüzde 35’i tarafından önerildi. Öte yandan, denebilir ki öykücülüğümüzün önceki kuşaklardan ustaları 40 kişilik listenin büyük ağırlığını, yüzde 90’ını oluşturuyor. Yüzyılın 40 Romancısı soruşturmasında da 1950’den sonra doğumlu yazarlar 40 kişilik listenin yüzde 15’ini oluşturuyordu. Bunun öykücülüğümüzün gerçeği olup olmadığı, demek genç kuşakların, son yirmi beş yılın yazarlarının eski kuşakların yarattığı birikimin çok daha azını yaratıp yaratmadığı, soruşturmanın ortaya çıkardığı ciddi bir tartışma konusudur. Kendi payıma, bunu bir tartışma ve yazı konusu etmekten yanayım.
• Aldıkları oylara göre bakınca, herkesin kendi beğenisine, edebiyat anlayışına, bakış açısına göre diyecekleri olabilir. Kimi için Orhan Kemal’in yeri daha yukarıdadır, kimine göre Oktay Akbal’ın ya da Necati Tosuner’in. Kimi genç yazarların ilk kırk öykücü arasında daha çok sayıda olması gerektiğini düşünenler de olabilir. Ama bunun soruşturmanın değerlendirmesinde yeri olduğunu sanmıyorum. Öznelliğe karışılmaz. Öte yandan, 205 kişinin ortak beğenisini yansıtıyorsa sonuç, herkesin öznelliğini ortak beğeniden ayırma hakkı vardır. Öte yandan, edebiyatımızın ayrıksı yazarlarından Bilge Karasu ilk on öykücü arasında yer alırken, listenin bütününde de birbirinden çok farklı öykü anlayışlarının temsil edildiği görülüyor. Edebiyat, farklı anlayışları bir araya toplayan bir pota, renkleri sınırsız bir yelpazeyse, oluşan kırk yazarlık bütünün de aynısını yansıttığını söyleyebiliriz.
• Bu tür soruşturmalarda yapılan seçimlerin geçmişin ustalarına daha dönük olduğunu hemen her zaman görüyoruz. Yüzyılın 40 Öykücüsü’nün sonuçları da aynı eğilimi gösteriyor. Kırk yazarın 26’sı kaybettiklerimiz arasından seçilmiş. Yaşayanların sayısının daha az oluşu yanıt verenlerin kendi kuşaklarından çok eski kuşakların ustalarına yakınlık duyduğunu gösteriyor ki, edebiyatta eğilimler hemen her zaman aynıdır.
Notos’un dördüncü büyük soruşturması olan Yüzyılın 40 Öykücüsü, sonuçları tartışılacak ve hem bugün, hem yarın değerlendirilecek nitelikte bir soruşturma olmuşsa, bunun nedenlerinden birinin de, iyi tasarlanıp uzun zamanda, yoğun emekle hazırlanması olduğunu belirtebilir miyiz?
Sonunda, 205 yazarın yanıt verdiği bir soruşturmanın uzun hazırlığı özen, sorumluluk ve emek ister. Böyle bir soruşturma da hemen her zaman durgunluk içinde yaşayan, kendini tartışma refleksleri zayıf, değişimi yavaş, merakları kısıtlı bir edebiyatın kan dolaşımını hızlandırabilir.

http://www.notosoloji.com/yuzyilin-40-oykucusu/'tan alıntıdır...

11 Mart 2015 Çarşamba

DİRİLİŞ POSTASI, BİR POSA MIDIR!..

diriliş postası ile ilgili görsel sonucuDüşünün ki ben, gündemden habersiz yaşayan münzevi bir adamım, evden işe işten eve gidip geliyorum; dedikodudan uzak, çoluğu çocuğuyla ilgilenmeye çalışan bir aile babasıyım. Bakın, bu tasvir hoşuma gitmedi değil, çünkü bu imitasyonçağında en güvenilir yer evdir. Düşünün ki evvelden beri Sezai Karakoç’u çok seven bu adam, mahallesindeki gazete bayiinin önünden geçerken dörde katlanmış bir vaziyette Diriliş’i görüyor, heyecanla eline alıyor, gazeteyi açıyor, Postası’nı görünce bunun bir posa olduğunu hissediyor, sayfaları karıştırınca bu hissediş bir kesinliğe dönüşüyor. Emin olun, bu durumu yüzlerce kişi yaşamıştır. 
            Konuyla ilgili birçok komplo teorisi üretebiliriz ama buna gerek yok, çünkü ortada can yakıcı bir gerçeklik var, o da Diriliş isminin kullanılmaya ve tüketilmeye çalışılmasıdır. Biliyoruz ki İslam davasının kahramanlarından olan Diriliş, öldürülemez. Ona zehir olmaya çalışanlar, bir panzehir olan Diriliş’in içerisinde kaybolurlar ancak. Bunun farkındalığıyla içimiz rahat. Ama Diriliş’e intihar saldırısında bulunan Hakan Albayrak gibi kardeşlerimizi uyarmak isteriz: Yanlış yerde mevzileniyorsunuz. İşte, ilk tepkiler:                              
            Mustafa Yürekli: “Her şeye el atıyorlar… İçini boşaltmadıkları bir şey kalmadı. Ne çok tüketiyorlar. Tükettikleriyle övünüyorlar. Diriliş öyle sıradan bir kelime değil, Sezai Karakoç'un imzası adeta... Siyasi parti kurulmuş adına. Sen "Diriliş" kelimesini alacaksın, yanına postası kelimesi koyacaksın... İzin istemeye, haber vermeye ne gerek var… Diriliş'i götürüp iktidarın davulu yapacaksın...”                                                                         
            Yüksel Kanar: Şu, aslında paçavradan ibaret olan DİRİLİŞ POSTASI gazetesi, dış görünüşü ve seçtiği adla gerçek Diriliş’i çağrıştırmak üzere çıkarılıyor. Dolayısıyla DİRİLİŞ'in içini boşaltmak isteyenler tarafından yapılan planlı bir hareket olduğu kesin. Müslüman duyarlığı taşıdığını iddia eden bu zavallıların İslam’ın yüzakı ve savunucusu bir insana yaptığı bu zulüm alınlarına kara bir leke olarak yapışacaktır. Sezai Karakoç'un yaklaşık 60 yıldır üzerine titrediği ve her türlü şaibeden koruduğu tertemiz bir düşünceye isim olmuş Diriliş'i, iktidarın borazanı bir paçavraya dönüştürmek, hiçbir ahlâka, hak ve hukuka, vicdana sığmaz. Sezai Karakoç'u yalnız ve savunmasız sanmamalıdır kimse. Onu önce Allah koruyacak, sonra da biz sonuna kadar savunacağız. Bu olay aynı zamanda Üstad Sezai Karakoç’un gazeteyi çıkarmak için hazırlandığı bir zamanda meydana geliyor.  Fındıkzade'deki yeni yerine DİRİLİŞ GAZETESİ VE YAYINLARI yazısı 3 ay önce yazıldı. Hem de dev bir tabela üzerine. İnşallah çıkacak da. Ve gazete çıktığında zaten bunlar yerle bir olacaklar. (…) Müslümanların mağdur edildiği 28 Şubatgibi kara bir günün seçilerek böyle bir gazete çıkarılması, Diriliş'e karşı yapılan yeni bir darbedir.” 
            Yukarıdaki yazar arkadaşların sözlerini, kimileri fazla ağır bulabilir ama gazetesine böyle bir ismi veren biri, elbette bu tepkileri bekliyor, göğüslemekte zorlanmıyordur. Ortalama zekâ, somutlanmayan bir mevzuu anlamakta zorlanır. Şimdi, bir mimar çıkıp Süleymaniye’nin yanına baraka eklese, ‘Süleymaniye’yle birlikte bu yapı benimdir’, diyebilir mi. Diriliş, düşünce dünyamızın Süleymaniye’si gibidir. Yanına Posta koyan biri, yeni bir mefkûre mi peyda etmiş olur. Yüksel Kanar’ın belirttiği gibi Diriliş Gazetesi’nin çıkma arefesindeki bu girişim, manüpilasyon değil midir. Ne yapsın şimdi Üstat Sezai Karakoç, 60 yıllık bir düşünce patentini değiştirip kendisine başka bir isim mi arasın.
            Hakan Albayrak’ın şimdiye kadarki yaptıkları ve iyi kötü edindiği adı, zan altındadır. Niçin kendine bu zararı verdi, anlamak zordur. Eğer bu talihsiz adla çıkarmasaydı gazeteyi, mesela hadi isim bulamamışlar, bir isim verelim onlara, Uyanış Postası deseydi, daha bir anlamlı olur, bu polemiklerin içine düşmezdi ve onu samimi bulur, okurduk; biçimsel olarak gayet şık bir gazete çünkü. Avrupai tarzda, az resimli, düşünce üretmek derdiyle çok yazılı sanki. Fakat gazetenin uzun ömürlü olmayacağı apaçık, Sezai Karakoç’la az buçuk ünsiyeti olan aklıselim birinin burada yazacağını sanmıyorum. Cahit Koytak’ın varlığını anlamakta ise zorlanıyorum. Zayıf kadrolu hiçbir yayın uzun ömürlü olamaz. Gazetenin, Yeni Şafak’tan, Star’dan, Akşam’dan işlevsel açıdan bir farkı yok. İslami düşünceden geldiğini bildiğimiz yazarlar, İslam’ı değil kişileri savunuyor, apaçık politika yapıyor. Bir de şunu sormalıyız: Bomboş çıkan onca İslami çevre gazetesi varken böyle bir gazeteye ne gerek vardı? Ayrı bir baş çekme, iktidarda bir yerlere gelme derdi midir bu? Ben iktidarı onlardan daha çok överim, savunurum, benden daha iyi methiyeci yok yarışı mıdır? Tayyip Bey, İslami kesimin menfaatçileri tarafından kullanılıyor. Gerçek sevenleri tarafından ise uzaktan uzağa dualarla kollanıyor. Üstat Sezai Karakoç’u kırarak kimse Tayyip Bey’in gözüne gireceğini sanmasın, o göz onlara kapanır.
Bir de Türkiye Cumhuriyeti hukukuna göre Hakan Albayrak, haksız bir şey yapmamışmış, lakin Üstat Sezai Karakoç’un bir tek ilahi adaletin huzuruna çıkacağını unutmamak lazım. Düşünün, Üstatla Mahkeme-i Kübra’da karşı karşıyasınız. Kazanma şansınız var mıdır acaba.
Diriliş Postası bir yalan gibi duruyor karşımızda, bizi yılan gibi sokuyor. Canımız acır elbette. Yıkılmamış bir kale var: Diriliş. Onu savunacağız elbette. Biz, yeni nesiller buradayız, Sezai Karakoç’un uzun ömrüyüz.
              
Zafer Acar