10 Ocak 2015 Cumartesi

Chuck Palahniuk’un yeni romanı: “Anlat Bakalım”

Anlat Bakalım Chuck PalahniukChuck Palahniuk yeni kitabı “Anlat Bakalım”da bizi film setlerinin hemen arkasındaki gerçeklere; ışıltılı dünyanın gerisindeki sahteliklere götürüyor. Palahniuk’un başrol ve yardımcı oyuncularına zengin kadro ve türlü senaryolar eşlik ediyor.
Hollywood soslu yalan dünya
Bize arka sokakları, kaybedenleri, kazandığını sanıp yokuş aşağı gidenleri ve kentin “ucubelerini” anlatmaya bayılan Chuck Palahniuk, kafayı ikidir film setlerine, kamera ve oyunculara taktı.
Lanetli’de burnu havada bir aktrisle ünlü işadamının garip kızlarının bizi yeryüzü cehennemine yollayışını işlemişti. Bu kez pılımızı pırtımızı toplayıp Hollywood’a taşınıyoruz: Palahniuk, okuru bir senaryo yazarı ve yönetmen gibi film setlerinin arkasına sürüyor, Katherine Kenton’la tanıştırıyor.
MÜKEMMELLİK ABİDESİNİN DÜŞÜŞÜ
“Hollywood ABD’dir” derler ya her zaman bunu kanıtlayacak, haydi daha insaflı olalım, bu şüpheyi doğrulayacak veriler bir şekilde önümüze geliveriyor. O sahte ama pırıltılı ortam, senaryolar ve hemen herkesi büyüsüne katan kurgu ve beyaz perde, yıldızlar yarattığı gibi vakti gelince onları emekliliğe hazırlayıp getirdiği hızda götürmesini de biliyor. Palahniuk’un yeni kurbanı, pardon kahramanı Katherine Kanton (Bayan Kathie), kaça göçe yaşayan ama başarılı işleriyle zincirlerini hep kırmayı beceren biri. Fakat kapısını zorlayan büyük bir sorunu var: Yavaş yavaş setlerden çekiliyor ya da dışarı itiliyor.
Tabii tüm Hollywood yıldızlarında olduğu gibi Bayan Kathie’nin de arkasında onu çekip çeviren biri bulunuyor; Hazie Coogan, kendini Kathie’nin “karmaşasına düzen getiren” ve “kaprisine disiplin aşılayan” kişi olarak tanımlıyor. Dahası, aktrisin hayatını yönlendirdiğini, ebedi koruyucusu ve Kathie’nin kendi eseri olduğunu düşünüyor. Ee her sırrını bilen, sorunlarına çözüm üreten ve Kathie’yi her anlamda “yola getiren” biri olduğuna göre bunları düşünmesinden daha doğal bir şey yok. Evliliklerine, akıl hastanesinde yatışlarına ve dev sözleşmelere imza atışına tanıklık etmek kolay iş değil. Yalnızlıktan kıvranan, köpeğiyle dertleşen ve viskileri devirip uyku haplarını şeker gibi yutan Bayan Kathie hakkında bu kadar çok şey bilmesi, Hazie’nin onu sahiplenişinin baş nedeni.
“Âşık olduğunda onu hiçbir şeyin üzemediği, âşık değilse hiçbir şeyin mutlu edemediği” Bayan Kathie’nin rol aldığı filmlerdeki başrol arkadaşına benzeyen ve bir hediyelik eşya gibi kenarda duran eski kocaları bahsi geçen aşklara ne kadar dahil, orası tartışılır. Hazie’nin böylesine ayrıntıları bilmesi ise ona olan bağlılığını perçinliyor.
Hazie’nin içine kurt düşürüp onu huzursuz eden günler ise Webster Carlton Westward’ın gönderdiği romantik kartlar ve çiçeklerle başlıyor. Gökte ararken kapısında bulduğu “aşk” Bayan Kathie’yi bambaşka bir dünyaya, Hazie’yi de savaş meydanına taşıyor.
“Tasarladığı mükemmellik abidesinin”, yozlaşan ve bayağı bir genç kadın havasına girmesini asla kabullenmeyen sütre gerisindeki Hazie, emekle “inşa ettiği” Kathie’nin bozulmaması için elinden geleni ardına koymaz. Bu anda hem Hazie’nin hem de Kathie’nin aklında bir soru var: Webster gibi genç bir adam, yaşlanmış ve kariyerinin sonuna gelen bir aktrisle neden birlikte olmak ister? Neden “gerçek aşk uzağında değil” yazılı kartlar yollar, mektuplar gönderir?
ERİŞİLMEZ MASKENİN ARDI
Kathie’nin zihninde dolanıp duran sorular, Hazie’yi harekete geçiriyor ve Webster’dan intikam almak ve aktrisin ilgisini dağıtmak için kafa patlatıyor. Aslında Palahniuk, bir filmin çekimini andıran satırlar kaleme alırken beri taraftan da set ardında dönen entrikaları hissettiriyor.
Sırtlanların ve akbabaların bol olduğu bir dünyada düşe kalka ilerlemiş Kathie’nin, kamera önünde ve arkasındaki yüzünün; belli etmemeye uğraştığı son derece yılgın bir yaşamı bulunduğu bir gerçek. Bir yanıyla da şöhretin getirdiği, yıkılmaz ve erişilmez görünen maskenin hoşuna gittiği de unutulmamalı. Hakikati markeleyip insanlara keyifli vakit sunan fakat öte taraftan kendi gerçekliğiyle boğuşan bir oyuncu Kathie. Aslında bu biraz da filmle gerçeğin örtüşmesi veya birbirine karışması demek: Bir nevi yalanlarla örülü dünya. Dış ses tam o anda; bu yalanların peşi sıra geldiği zaman duyuluyor: “Belki de (Katherine için) hayatın kendisi kaçmak zorunda hissettiği bir tür hapishaneydi. Bir film yıldızı, herhangi bir hayvanat bahçesinde sergilenen hayvanlara yakınlık duyar.” Kim bilir, belki de bu yüzden kendini sürekli yeniden kurmaya yöneliyor; Webster’la yaşadığı aşk, Katherine’i gençleştiriyor.
Bayan Kathie’nin aktrisliği tartışılmaz, peki ama Webster nasıl bir aktör? Hazie’ye göre genç adam, hayli sinsi ve rolünü çok iyi oynuyor. Ama hangi film ne kadar gerçek zaten? Hangi film sonsuza kadar yaşıyor? Bayan Kathie’nin durumu bu. Hazie’ninki ise biraz değişik; “dışarıdan” bakan biri olarak hemen her şeyin farkında. Bir kahraman var fakat sonuçta hayatta hepimiz birbirimizin yardımcı oyuncularıyız. Gerçekler, yalanların arasında kaybolup gidiyor.
Palahniuk, Kathie aracılığıyla iki farklı kişiliği; Hazie yardımıyla, altından zeminin kayıp gittiği bir insanı anlatıyor biraz da. Anlat Bakalım, Hollywood soslu, tatsız, hüzünlü, pervasız, trajikomik ve elbette kazananın pek olmadığı bir hikâye.
Ali Bulunmaz
07 Ocak 2015, http://www.cumhuriyet.com.tr/

6 Ocak 2015 Salı

Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması


ROMAN YARIŞMASI KATILIM KOŞULLARI,
1. Yarışmanın son başvuru tarihi 3 Nisan 2015’dir. Postadan kaynaklı gecikmeden Belediyemiz sorumlu değildir. Eserler iade edilmeyecektir.
2. Yarışmaya katılacak eserler daha önce yayımlanmamış olmalıdır.
3. Yarışmaya yurt içi ve yurt dışından herkes katılabilir. 
4. Tanpınar Edebiyat Yarışması’ndan daha önce ödül alanlar katılamaz.
5. Katılım bir(1) eserle sınırlandırılmıştır, sayfa sınırlaması yoktur.
6. Yarışmada genel veya özel herhangi bir konu belirlenmemiştir. Yazar her türlü konu ve türde yazmakta serbesttir. Eserler Türkçe olarak yazılacak.
7. Her yarışmacı eserini 7 nüsha olarak çoğaltılmış halde ve bununla birlikte metni içeren cd’yi aşağıdaki adrese elden veya postayla gönderecektir.
OSMANGAZİ BELEDİYESİ / Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü:
Santral Garaj Mahallesi Ulubatlı Hasan Bulvarı No: 10 BURSA
8. Yarışmacılar gerçek isimleriyle değil rumuzla katılacaklardır. Bu nedenle eserin üzerinde(veya herhangi bir sayfasında) gerçek kimlik bilgileri yer almayacak, bunun yerine rumuz kullanılacaktır. Yarışmacının ad, soyad, telefon(cep, ev, iş), adres ve e-mail bilgilerini içeren bilgiler, kapalı bir zarf içinde gönderilecektir.
9. Eserler; Prof. Dr. Abdullah UÇMAN başkanlığındaki; Prof. Dr. Handan İNCİ, Prof. Dr. Mehmet TEKİN, Alim KAHRAMAN, Cem KALENDER, Metin Önal MENGÜŞOĞLU ve İhsan DENİZ’den oluşan jüri tarafından değerlendirilecek.
10. Yarışmada dereceye girenlerden; birinciye 15.000 TL, ikinciye 10.000 TL, üçüncüye 7.500 TL, mansiyon kazanan yarışmacılara ise 3.000’er TL ödül verilecektir.(Toplam 2 mansiyon)
11. Sonuçlar 22 Mayıs 2015 tarihlerinde açıklanacak, ödüller ise düzenlenecek törenle sahiplerine verilecek.
12. Jüri’nin yayımlanmaya uygun bulduğu eser veya eserler kitaplaştırılacak. Yayımlanacak eser veya eserler için ayrıca telif ücreti ödenmeyecek. Ancak, yayın ve dağıtım hakkı bir yıl süreyle 1. basım için geçerlidir. 1 yıl sonra, eserin basım, yayım ve dağıtım hakkı yazara geçer.
13. Yarışmaya, Bursa Osmangazi Belediyesi mensupları ile Seçici Kurul üyeleri ve bunların birinci derece yakınları katılamazlar.

İkinci Yeni'yi Anlamak (İkinci Yeni ve Gelenek)

İkinci Yeni'yi Anlamak (İkinci Yeni ve Gelenek)KÜLTÜR VE SANAT
3,4
     
*Bu yazı Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde kısaltılmış olarak yayımlanmıştır
İkinci Yeniyi anlamak adına yola çıkıldığında çoğunlukla gelenek sorununun nasıl algılandığı, ikinci  yeninin kendi öncül şiir anlayışlarına bakış açısı daha az tartışılmıştır. Kapalı bir şiir evreninde karşımıza çıkan bu simgeci şiir anlayışının farklı siyasal tutum ve düşünsel çerçeveyi sahiplenmiş nice ozanı ortak kılabilmesi de bu akımı önemli kılan başlıca nokta olagelmiştir.50?lerin toplumcu şiirinin Nazım Hikmet çizgisinde kaçınılmaz ağırlığını hissettirdiği bir dönemde Ece Ayhan'ın adlandırmasıyla "sivil şiir" hareketi ozanca bir eylemlilikle karşımıza çıkmış, imgenin sıradanlaşmasına karşı  dilin kalıplarını kırma çabası şiirde bir "imge" cumhuriyetini inşa edebilmiştir. 1950?den 59?a "Pazar Postası", "Yeni Dergi" ve "Dost"  dergilerinin ev sahipliğinde gelişen İkinci yeni, Birinci Yeni'nin yozlaştırdığını ve uyaksız bir anlama terk ettiklerini savundukları şiir ikliminin artık ayağa düşmektn kurtulması umuduyla yola çıkmışlardır.
1950?lerin Menderes iktidarında şiirlerindeki "politikasızlık" ki aslında bu tartışmalı bir durumdur, M.H Doğan'ın da ifade ettiği gibi bu şiir baskının yarattığı yeni "Edebiyat-ı Cedide" değildir.İkinci yeni tam da şiirin diyalektiğine uygun, herhangi bir toplumsal kaygıyı reddetmeden şiir adına atılmış poetik bir adım olarak karşımıza çıkmaktadır. ikinci Yeni'nin gelenek reddi bile bu açıdan geleneğin işlenmesi, yeni şiir dilinin inşasında ona göndermeler yapılmasını zorunlu kılabilmiştir. İkinci Yeni'yle ilgili söylenegelen birçok değerlendirmenin bir gelenek reddi olarak ifade edilmesi başlıca yanlışın kendisidir.  Fransız sembolizmden, halk şiirine, divan şiirinin aslında özgün sayılabilecek imge dünyasına özdeşlemeden bakma şansına sahip olmuştur bu ozanlar. Sivilleşme belirgin biçimde Ece Ayhan tarafından vurgulanırken, var olan tüm iktidar aygıtlarına, şiirdeki iktidar olgusuna karşı ozanın özgünlüğünü vurgulayan örnekler karşımıza çıkabilmiştir.  Bu durum nazireciliğe karşı, şiirdeki folklorikleşme ve benzer bir öykünmeciliğe karşı reddedişin de uzantıdır. Şirin kendiliğindenliği savunmuştur İkinci Yeni ozanı da bu açıdan Aziz Çalışlar'ın dile getirdiği gibi.
İkinci Yeni'nin sivilleşme savı kuşkusuz şiirdeki iktidara karşı şairi özgür ve özgün kılan bir yanı da içerir. Cemal Süreya'nın 100 Aşk Şiiri seçkisinde Divan şiirini görkemli bir gramer olarak  vurgularken kelimeye dayanmayan ve kelime sarsan kendi içinde oldukça devrimci bir şiirin İkinci Yeni'yle inşasını bu özgünlüğe ve özgürlüğe başlayabilmiştir.  Şiirin anonimleşmesine, tek boyutluluğuna bir direniş veya aforizma sayılabilecek bir dizi şiirinde Cemal Süreya, İlhan Berk, Edip Cansever'in sözcüğü sözlüğün tozlu raflarından çıkarma ve kendinleştirme çabası bununla ilgilidir. Kuşkusuz bu durum bir yandan söz konusu ozanların gelenekle hesaplaşmasını ve buradan çıkarak bir beslenme damarı yakalamasını getirmiştir. Eca Ayhan'ın Yort Savul'da kimi zaman Yunus Emre'ye yapılan göndermeler, divan yazınından iktibaslar  (Şeyh Galip, Enderunlu Vasıf, Nef'i) ondaki tüm kökleşme ve açılımsız gelenek sevdasına öfkeye karşın gelenekten beslenmenin işaretleri gibidir.  Benzer bir durum Edip Cansever için de geçerlidir, o da kendi şiir toprağını reddetmenin akıldışılığına inanır. Onun Metin Eloğlu'yla yaptığı bir söyleşide Divan yazınını dile bakışı, mazmunlar ve dil işçiliği açısından değerli bulduğunu, halk şiirini ise halka yaslanmaktan öte bir ayrıcalığa sahip olmamakla yargıladığını görebiliyoruz.  Bu açıdan besleneceği damarın halk şiiri değil de divan şiiri olduğunu ifade eden Cansever'in yeninin yaratıcısı ozan için esin kaynağının yine şiirdeki töz olduğunu öngördüğünü söyleyebiliriz.  İlhan Berk'in "Aslında biz kendi geleneğimizi kendi kuran o yıldızlar kümeleriyiz" sözü de bunu doğrularcasına  gelenekten esinlenmeyi onaylar. İhan Berk'in 1960?ta yayımladığı "Başlangıcından Bugüne Beyit-Mısra Antolojisi"nde Divan yazınındaki kendiliğindenliği  beyitin gücüne ve yarattığı dilsel zenginliğe bağlaması da bu yargımızı güçlendirmektedir.
Avrupa şiirinin gelenekten beslenmesi özellikle dilsel bir kopuş söz konusu olmadığı için daha kolay olmakla birlikte Cumhuriyet dönemi ozanının gelenekle kurduğu bağ hem dil hem düşünsel kopuşun işaretleri gibi olmuştur. Bu açıdan geleneği anlama çabası birçok ozan için bilinmesi gereken ayrı bir antik dile "Osmanlı Türkçesi"nin bilinme zorunluluğuna işaret eder ki çoğu çağdaş ozan için bu olanaklı görünmemektedir. Ancak "İkinci Yeni"de tasavvuf, metafizik ve Divan şiirinin düşünsel zeminini yeniden güncele taşıma kaygısını başarıyla yapan Sezai Karakoç için durum farklı olabilmiştir. Tümüyle İslam felsefesine dayanarak mazmunu güncelleştirmek ve İslam mitinin kaynaklarına inerek neoklasik bir şiirin inşasını gerçekleştirmek Sezai Karakoç'u diğer birçok İkinci Yeniciden ayıran bir unsurdur. Arketip ve leitmotiflerle kurulan şiirsel iklim Karakoç'u geleneğe daha sağlam zeminlerde bağlamıştır. Dilin ön planda olduğu, gerçekliğin gizlendiği ancak geleneğin ürettiği mazmunlardan yola çıkılarak yeni hayal ve düşünce bağlarıyla imgenin bugüne bu diyalektik içinde taşındığı Karakoç'un şiiri birçok İkinci Yenici gibi geleneği özgün bir okumayla ele almayı yeğlemiştir. Aynı tarihlerde Behçet Necatigil'in  modern malzemeyle divan şiirinin hayal dünyasını yeniden yazmak olarak adlandırabileceğimiz çabası benzer bir şiirsel eylem olarak görülebilir.  Dilsel malzeme olarak sözcükler değişikliğe uğrasa da Şeyh Galip, Yunus'la kurulan düşünsel bağ gözden kaçmamalıdır. Tunca Kortantamer'in söylediği gibi cinas ve göndermeler geleneğin bugüne taşınması adına büyük katkı yapmıştır hem Necatigil hem de Karakoç'un şiirinde.
İkinci Yeni şiiri geleneğe bakışıyla çoğu kez yanlış okunmuş bir şiirsel alan olmakla birlikte sadece altı ya da yedi ozanın toplamından oluşan bir şiir kadrosu da inşaa etmemiştir elbette. Günümüz şiirini de besleyen, kökleri ve uzandığı gökyüzünün ucu bucağı olmayan bir şiir çınarı olarak görülebilecek bir şiirsel anlayış kuşkusuz yola çıkışını birey'in trajedisiyle başlatmıştır. Bireyin trajik durumu ne kadar bireysel de olsa toplumsal trajedininn izlerini taşır şiirin imgeci yapısında.  Cahit Sıtkı'daki, Orhan Veli'deki bunalım, birey, karamsarlık veya ölüm düşüncesinden farklı olarak mısra döktürmekten kaçan, dili deneyimlemek çerçevesinde gelişen buluşçu bir şiir olmuştur İkinci Yeni.İlhan Berk'in ifadesiyle "deneyci" bir şiirin kapısı açılmış ve bir daha bu kapı kapanmamıştır. Rimbaud, Baudlaire, Mallarme, Nerval gibi simgeci ozanların İlhan Berk, Sezai Karakoç, Turgut Uyar ve Edip Cansever gibi kuşağın ozanlarını beslediği kadar mazmun geleneğinin yarattığı güçlü söz sanatları, cinaslar da bu buluşçuluğun yaratıcı esini olabilmiştir. Cemal Süreya'da Aragon ve Nerval'in gücü Karakoç'taki Fuzuli, Galip esiniyle pekişmiştir.
Şairanelikten kaçışı  kalıplaşmış dize kuruluşlarının reddiyesiyle veren Turgut Uyar, mükemmel şiiri veya kusursuz dizeyi değil şiirin istediği sözcüklerle kurulmuş dizeyi tercih eder. Cansever'in şiir dilinin konuşma dilinden ayrı, olağan dilin söz diziminin oldukça dışında algılamadığını Metin Eloğlu'nun onunla yaptığı bir röportajda dile getirmesi aslında İkinci Yeni'nin birçok eleştirmenin oldukça haksızca yabancı, anlaşılmaz ve konuşma dilinden kopuk eleştirisine yanıt gibidir. Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da bu şiirin ne toplumcu, ne varoluşçu, ne tam anlamıyla simgeci ve bireyci olduğudur. Öncelikle bu şiir şiirin doğasına göre oluşturulmuş, insana dayanan ve bireyin trajedisini yine bireyin bilinçaltına ses vererek anlatan bir poetikaya dayanmaktadır. Umutsuzlar Parkı'nda baskının ve özgürlük kavramının, ozanın çevresinden başlayarak evrensellik içinde irdelenmesi Cansever'in şiirindeki politik alana işaret ettiği gibi  bütün ikinci yeniciler için de bunaltının kaynağı sayılabilecek ekonomik koşullar, modernizm olgusu şiirin tematik bağlamını inşa edebilmiştir. Felsefeyi sokağa indiren Sartre gibi şiirlerindeki felsefeyi okura sezdirerek insanın özünü anlatabilmeyi başarmıştır bu ozanlar. Tüm İkinci Yenicilerin ortak bir kaygısı olarak varsayamasak da şiirde buluş, sözcük türetme çabaları, deneysellik kuşkusuz bir zorlamaya da dönüşebilmiştir zaman zaman. Ece Ayhan'ın eskiyen Cumhuriyet'e dair bir hesaplaşma olarak şiiri "sivil" bir direniş aracına dönüştürdüğünü söylemesi de bu kuşağın sanat eylemine aslında kendi açılarından politik alandan baktıklarının da göstergesi sayılmalıdır. Kuşkusuz bu durum eskiyen bir Cumhuriyet'le hasaplaşmadır Ece Ayhan'a göre. Ayhan'ın gelenekle ilgili hesaplaşması da bu eskiyeni sorgulamak ve kırmakla başlarken bu hesaplaşmanın sonrasında arda kalan çağrışımların ondaki gelenek izleri olabildiği görülmektedir. Okuru imge, cümle çağrışımlarında çıkarıp kendi zihnini okumaya çağıran bilmece bir şiirdir Ayhan'ın şiiri bu anlamda.
Şiirin poetikası açısından geleneğe bakışı İkinci Yeni için kesin doğrular bütünü olarak görülmemeli elbette. Kemikleşmiş, kalıplaşmış bir dilin karşısında yeni bir şiirin inşasını halk ve divan ozanlarının birikimlerine dayandıran Turgut Uyar gibi Ülkü Tamer de halk şiiri esintilerinden çok da rahatsız olmadığını vurgulamıştır onunla yapılan bir röportajda. Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine adlı yapıtında Sezai Karakoç dil, içerik açısından nasıl Divam şiirini başlangıç noktası yapmışsa Turgut Uyar'ın Büyük Saat ve Divan'ı Divan yazınıyla şekilsel benzerlikle taşıyabilmiştir. Cemal Süreya'nın Sevda Sözleri'nde aynı yazın geleneğinin izleri "azade" olarak  adlandırılan mısra çağrışımlarıyla karşımıza çıkar. Süreya'nın "Kahvaltı", "Yakın", "Oteller Hanlar Hamamlar" adlı metinlerinde de beyit özgün örnekleriyle okurun karşısındadır. Ece Ayhan'ın Yort Savul'unda sekiz beyitlik şiiri uyaksız ama çağdaş beyitin tüm çağrışım zenginliğiyle örülüdür:
"1. Atlasları getirin!Tarih atlaslarını!
    En geniş zamanlı bir şiir yazacağız.
2.Harbi karşılık verecek ama herkes
   Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:
3. Bir, Yeryüzüne nasıl dağılmıştır
   Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?
4.İki. Daha yavuz bir belge var mıdır ha
   Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?."
Benzer bir durum İlhan Berk'in  Galile Denizi'nde yer alan "Yazıt II" şiiri için de geçerlidir.
"Bu ilk çağıydı göğünün dünyada
 Ben geldim senin som akşamını açtım.
Beyaz, bir yerdeydik, hani oluruz ya
Alınmış sularım, flavtalarım, defterlerim."
Gelenekten beslenmek adına kalıplaşmayan, tutuculaşmayan yazma eylemi bütün İkinci Yenici ozanlar için imgeyi özgün ve kendinden kılmayı zorunlu kılmıştır kuşkusuz. Sezai Karakoç'un Diriliş'ten aktaracağımız ve yine beyitlerle kurulmuş şiiri farklı bir bütünlüklü yapı olarak İslam estetiğinin göndermeleri ve çağrışımlarıyla yüklüdür. Onda yer yer Leyla ve Mecnun mesnevisine gönderme yapan ve hatta yeni bir mesnevi dili yaratma çabası da geleneğe kendince yaslanmanın bir sonucu sayılabilir.
"Yeniden başlamak yazma sanatına
 Kat kat olup açılmak gök katına
İndirmek yeryüzüne Allah'ın rahmetini
Bir gül gibi sunmak dünya saltanatına."
Şiirde aklın yani usun yönlendiriciliğini reddeden İkinci Yeniciler egemen poetik dili kırmak ve ters yüz etmek adına yola çıkarken akan, resme yakın ve figüratif bir ses tonunun da terke edildiği görülebilir. Şiiri mekanikleşmekten çıkaran bu yaklaşım ne derece gelenekle bir bağ kurmuş olsa da yine geleneği kendince yorumlamayı ve algılamayı tercih etmiştir. Devingen, başı ve bitimi belirsiz bir şiir yazma eylemi özgür imgelerle, düşsellikle yola çıkarken bireyin trajedisini toplumsal trajediyi yok saymadan anlatmıştır. İkinci Yeni'nin tahkiyeden öte sezgici, çağrışımlardan beslenen yanı Ece Ayhan'ın yazının sonunda aktaracağımız şu dizelerinde olduğu aslında bir o kadar politiktir. Paul Klee'nin resimlerindeki görüneni değil görünmeyeni, doğadan koparılmış olanı gösteren İkinci Yeni ozanı aslında dilsel, biçimsel yıkıcılığını oldukça devrimci ve politik bir "Sivil"leşme savunusuna bağlar. Ne toptan reddedici olan bu şiir iklimi kalıplaşmayı ve kemikleşmeyi kendi içinde yadsırken sürekli gelişime ve devinime açık bir şiirin bugüne uzanan örneklerini sunar. Kuşkusuz 2000?lerin şiirindeki İkinci Yeni etkisi ve esini bu güçlü akıştan kaynaklanmaktadır.
"Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür"
Erinç BÜYÜKAŞIK
Yararlanılan Kimi Kaynaklar:
Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni, Kültür Bakanlığı Yay., 2002, Ankara
Tunca Kortantamer, Eski Türk Edebiyatı-Makaleler, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2006, Ankara
Celal Fedai, Şiiri Konuştular, Sütun Yayınları, 2011, İstanbul
Erdoğan Alkın, Şiir Sanatı, İnkılap Yayınları, 2005, İstanbul
Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı, YKY Yayınları, 2010, İstanbul
İlhan Berk, Bir Yeryüzü Tanığı, YKY Yayınları, 2010, İstanbul
Sezai Karakoç, Şahdamar-Körfez-Sesler, Diriliş Yayınları, 2005, İstanbul


EMEL İRTEM’İN “SANA SEVİYEM”İ

Emel İrtem’in (1969) “sana seviyem” (İkaros Yay.) adlı şiir kitabı, daha ziyade hedonist şiir örnekleri görmek isteyenlerce okunması gereken bir bütünlük. Bu sıklıkta beden güzellemesi içeren bir kitapla son yıllarda pek karşılaşmamıştım, maddeye tapınmış bir şiir kişisi var bu kitapta, ne diyor Emel İrtem: “Bedenim vardı bir vakit/Benim kutsal tapınağım”. Nurduran Duman ya da Gonca Özmen’in şiirlerinde de hedonist ifadelerle karşılaşırız, fakat onlar yine çoğunlukla imgelerin arkasından, dilde az çok bir estetik tat bırakarak konuşuyorlardı. Emel Güz ise neredeyse Nihilist diyeceğim bir tavırla poetik kaygılardan sıyrılıp ahlaki değerlere savaş açmış durumda: “Hiç de hayata ait değil kahkaha/Annem demişti mukayyet ol ağzına/Çok gülme çok konuşma çok görünme/Yoksa seni vereğen sanırlar a kızım/İnsana önce hayâ lazım../İşte böyle dedi de ben kızdım/Ne alaka diye” (s.12) Onda ölüm korkusu bile (“Öleceğiz/Bir geminin yelkenini indirmeden/Doya doya bir sevgilinin ağzını içmeden”), coğrafi durumlar bile (“Ayıp değil, kabahat değil mutlaka/Antarktika da bir gece altı ay sevişeceğiz..”) cinselliğin penceresinden değerlendiriliyor. Eleştiri normlarını bırakıp Ülkü Tamer’in şiirleri için hakimleri iş başına çağıran Mehmet Kaplan’ın duruma düşmek istemiyorum, cinselliğin hayatın bir parçası olup şiirde işlenebilir bir alan olduğunu kabul ediyorum fakat sanatın tek bir alana sıkıştırılmasına da itiraz ediyor, buradan kalıcı eserler çıkarılamayacağını düşünüyorum. Toplumun ahlaki değerleriyle de kavga edilebilir şüphesiz, edebiyat tarihinde bunun sayısız örneği var; ancak neyi işlersek işleyelim büyük perspektiften işleyelim, derim. Emel İrtem, Ece Ayhan’dan çok daha açık yazmasına rağmen temalarından ve “Cehennet” (s.23), “Karaşın Güzel” gibi şiir başlıklarından da çıkarabileceğimiz gibi onun izinde ilerliyor. “Benim gözlerim kuyu, her gören içine düşer” (s.24) ve “(…) göğsümü yarıp içindeki acıyı göstereceğim.” gibi tek tük güzel mısraları da var Emel İrtem’in. Bununla beraber, birçok kıymetli şairimiz Türkçenin sınırları dışına çıkamamışken onun biyografisinden öğrendiğimize göre İngilizce, Arapça, Arnavutça ve Bulgarcaya çevrilmiş olması sizce de tartışılması gereken bir durum değil midir? 


Aykut Nasip Kelebek