29 Ekim 2014 Çarşamba

Kuş Aforizmaları

‘hayat kısa, kuşlar uçuyor..’
Cemal Süreya

‘ağaç anlatabilir kendini yağmura,
hiç değilse fısıldayabilir-bunu biliyorum.
kuş nasıl tarif edecek; konsa yeryüzünde av,
uçsa bir ömür boynunda vebal.’
Birhan Keskin 

‘kuşlar uçarlar uçarlar, insanlar vardı sanır..’
Cahit Zarifoğlu

‘belki bütün kuşlar uçar, belki değil mutlaka..’
Turgut Uyar 

‘kuşlar boşluk boşluk uçtukça. bir şey hızla duruyor..’
Edip Cansever

‘kuşlar gelsin hafız;
onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün
onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler’
Bekir Erdoğan 

‘mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin..’
İsmet Özel 

‘yüreğinde ki yaralara kuş olayım
her şeyi düzeltip lütufkarca uçayım’
Özmen Yıldız

‘takınsam kanat manat, kuş muş olsam seğirtsem..’
N.Fazıl Kısakürek 

‘kuşlar peru’ya ölmek için uçar..’
İlhan Berk 

‘Bir çocuğun, kuş olduğunu düşünmeye hakkı vardır. Tabii bu
biraz tehlikelidir.
Özellikle arka balkonlarda manasızca oturmayı seviyorsa.’
Emrah Serbes

‘utanın; kuşlar uçuyor, uçaklar düşüyor..’
Özdemir Asaf

‘âh beni vursalar bir kuş yerine..’
Sezai Karakoç

‘ve sen kuş olup gidersin’
Tarık Tufan 

‘kuşlar mı ki, çok şey denildi şair dilinden..’
Ahmet Telli

‘dön bana ve dinle, kuşlar uçuşuyor içimde..’
Erdem Beyazıt

‘göçmen kuşlar gibi çok uzaklardan. gel artık. ne olursun..’
Yavuz Bülent Bakiler

‘kuşlar ölürse yere düşerler, yere düşerler ve onları hep zehra
toplar..’
Âh Muhsin Ünlü

‘yüreğinden beyaz kuşlar uçardı yüreğime..’
Haydar Ergülen

‘bir yastık arıyorum kuş seslerinden..’
İbrahim Tenekeci

‘uçan kuşlar konsun senin göğüne..’
Murathan Mungan

‘konuk et, kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana..’
Yılmaz Odabaşı 

‘âh bu kuş, bu gidişle. uça uça gök bırakmayacak. öteki kuşlara..’
Cahit Koytak

‘kuşlar uçuyor, kervanlar geçiyor, bir iğne deliğinden..’
Âsaf Hâlet Çelebi

‘kuşlar geçiyor, derken; yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık..’
Orhan Veli Kanık

‘siz söyleyin garipliğimi kuşlar..’
Cahit Sıtkı Tarancı

‘kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta..’
Yahya Kemal Beyatlı 

‘hasretsiz bir kanat şakırtısına, mavi gökte kuşlar yine uçar mı?’
Ahmet Hamdi Tanpınar 

‘uçun kuşlar, uçun burda vefa yok..’
Rıza Tevfik Bölükbaşı 

‘sen gittin gideli kuşlar anlamaz görünür..’
Hilmi Yavuz

‘canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını..’
Cemal Süreya

‘kuşlar da kaderle uçar..’
Cahit Zarifoğlu 

‘kuş ölür, sen uçuşu hatırla…’ 
Füruğ Ferruhzad

“öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna”
Nilgün Marmara


25 Ekim 2014 Cumartesi

Poe'nun unutulmaz aşkı Annabel Lee

Gündemin boğucu dalgaları arasında yüzerken, kitaplığımın edebiyat raflarına uzak kalmıştım.

Sonbahar yalnızlığında kuru yapraklarla dolu yolumu gözleyen vefa dolu buruk sevgililerim benim...

Aylar sonra edebiyat raflarından 'İvan İlyiç'in ölümü'nü çektim zarif bir el hareketiyle.

Sevgilinin saçlarını aşkla okşayan bir elin dikkat dolu hassasiyetiyle...

Kitabı tam çıkarmak üzereyken, şuh bir hareketle o da başını uzattı bana doğru.

Lirik şiir seçmelerinin gece gibi saçları dolandı elime.

Uzun zaman olmuştu içinden bir şiir okuyup hüzünlenmeyeli.

Şiirin mısralarından yükselip pencerenin dışında belirsiz ufuklara dalmayalı...

Dudaklarını titretse de İvan İlyiç'i bir nefes bıraktım masaya.

Fakülte yıllarımdan kalan seçme şiirlerin duvağını geriye atıp kâkülünü kaldırdığımda,Annabel'in soğuk bir deniz ülkesinde gömülü tenini gördüm.

Edgar Allen Poe'nun lirizmin doruğundaki Annabel Lee şiiri ve acı hikâyesi...

Küçük yaşta ana ve babasını kaybeden Poe, Amerikan edebiyatının ıstıraplı devidir.

Kuzenlerinden Virginia Clem'le evliliğini hatırladıkça gözlerim dolar.

Edebiyat tarihinin unutulmaz hikâyelerinden biridir bu evlilik.

Kumara ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle Virginia üniversitesinden kovulan Poe, şiir yazarak vakit geçirip kurallara boyun eğmediğinden West Point Harp Akademisi'nden de ayrılmak zorunda kaldı.

Evlendiği zaman beş parası yoktu Poe'nun.

Ömrü boyunca da olmadı.

Eserini 10 yılda bitirdi

'Canavarlar' adlı eseri üzerinde tam 10 yıl çalışmıştı. Neredeyse her sayfasında birkaç defa silip tekrar yazan Poe, 10 yılda hazırladığı bu eseri ancak 10 dolara satabilmişti.

Evlendiklerinde Poe 26, karısı Virginia 13 yaşındaydı.

Pek çok aklıevvel bu evliliğin mutluluk getirmeyeceğine, kısa zamanda boşanmayla sonuçlanacağına hükmettiler.

Lakin hiç de öyle olmadı.

İkisi bir arada mutlu ve oldukça romantik bir hayat yaşadılar.

Poe, çocuk denecek kadar küçük yaştaki karısını büyük bir aşkla perestişkârâne sevdi.

Poe ile Virginia'nın yaşadığı ev, her an yıkılacak kadar eski bir viraneydi.

Ama kırlar ve elma ağaçlarıyla çevrili güzel bir yerdi...

Bahar gelip de güney rüzgârları esmeye başladığı zaman leylak ve kiraz çiçeklerinin kokusu dolardı eve.

Poe bu evi 3 dolar aylık kirayla tutmasına rağmen bunu bile ödeyemiyordu.

Yeterli yiyecekleri olmadığından küçük karısı Virginia hastalandı. Lakin paraları yoktu. Yiyecek bir şey alamıyorlardı.

Ama mutluydular.

Poe sevgili karısına aşkla şarkı söylemesini, karısı da onu sevmesini biliyordu.

Bazen günlerce bir şey yiyip içmeden aç karnına oturuyorlardı.

Bahçede hindibalar yetiştiği zaman topluyorlar ve pişirerek karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı.

Poe ile karısının açlıktan öleceklerini hisseden komşuları, acıdıklarından sepetlerle yiyecek getirdiler.

İşte bu evde öldü sevgili Virginia.

Aylarca saman dolu yatakta yattı.

Bedenini sıcak tutacak bir elbiseden mahrum olması ölümüne sebep olmuştu Virginia'nın.

Çok soğuk günlerde annesi kollarını, Poe da ayaklarını ovalayarak ısıtmaya çalışıyorlardı onu.

Poe West Point'te giydiği er kaputunu zavallı Virginia'nın titreyen vücuduna örtüyor, kedileri ayakları ucuna yatırarak ve annesiyle durmadan okşayarak ısıtmaya çalışıyorlardı.

Biricik karısı öldüğü zaman Poe'nun cebinde cenazeyi kaldıracak kadar para yoktu.

Komşulardan biri yardım etmese sevgili Virginia'sı Pottersfield'deki kimsesizler mezarlığına gömülecekti.

Virginia kış aylarında ölmüştü.

Aylar geçti, nice baharlar geldi kışlar geçti.

Poe, evlendiği ve çok sevdiği tek kadın olan Virginia'yı hiç unutmadı.

O evin bahçesinde oturup yıllarca hasretini çektiği biricik karısı için lirizmin doruğundaki şiirlerini yazdı.

İşte "Annabel Lee", bu masalsı aşkla ve o unutulmaz ıstırapla yazıldı.

Annabel, Virginia'nın ölüsüne verdiği isimdir Poe'nun.

Eserleri okurken, ardındaki dramı da görmek gerekir.

HAFTANIN KİTAP ÖNERİSİ: http://www.kitapyurdu.com/kitap/sah-ve-kuzu/438840.html&filter_name=%C5%9Fah%20ve%20kuzu




23 Ekim 2014 Perşembe

Sıcak Afrika'nın Siyah Ağıdı - Abdurrahim Karakoç

Önce ellerinde İncil,
Sonra omuzlarında tüfekle geldiler.
Evleri, ekinleri bizim olan topraklara
Uzak ülkelerin uğursuz insanları..
Ne hakla geldiler anam,
Ne hakla geldiler?

“Allah bir” dediler inanıverdik
Anlatmadılar kullar arasındaki farkı.
Zulüm üstüne zulüm yığdılar;
Korku üstüne korku.
Siyah derili insan öğüttü dur-durak bilmeden,
Kurdukları medeniyet çarkı..

Misafir olmak, dost olmak dururken
Şart mıydı ellerinde ilah olması?
Bizde de vardı iki el, iki ayak, iki göz
Bizim de yüreğimiz vardı, biz de bilirdik sevmeyi
Suç muydu derilerimizin siyah olması?

Dövdüler, vurdular, sürdüler
Çocuklarımızı bile öpüp-koklayamadık.
Bize ait olan her şeyimizi
Yeni efendilerimiz aldılar
Namusumuzu bile saklayamadık.

Günü, ayı, yılı yok, her zaman
Gökyüzünü kızıla boyadı akıttıkları kan.
Köle yaptılar bizi beyaz medeniyete
Götürdüler madenlerimizi,
Meyvelerimizi, çocuklarımızı..

Ve işte onlardan geriye kalan:
Boş bir kilise
Taş bir kule
Bronz bir çan..

Gel bunları da götür gideceğin yerlere
Adaletsiz medeniyetin babası
Ölçüsü menfaat olan
Beyaz insan..

24 Mayıs 1985
Beşinci Mevsim(sh.62)
 
Abdurrahim Karakoç

Orhan Veli'nin uğruna şiirler yazdığı kadın Bella Eskenazi

Vatan Kitap’ın Genel Yayın Yönetmeni Buket Aşçı'nın hazırladığı yazı gizli aşkı gün yüzüne çıkardı.Yazının bir kısmı şöyle:

Biliyorsunuz, geçenlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan bir kitap yayımlandı: “Yalnız Seni Arıyorum/ Nahit Hanım’a Mektuplar” adında. Orhan Veli’nin kısacık ömrünün son üç yılında (1947-1950) sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı bu mektuplar ilk kez, tam 64 yıl sonra, günışığına çıkıyordu. Şu ana kadar hep bir şehir efsanesi olarak konuşulan bu mektuplar gizliydi çünkü daha sonra şair Arif Damar’la evlenen Nahit Hanım, o yıllarda Yahya Kemal’in öğrencisi olan Halil Veda Fıratlı ile evliydi. Yani gizli bir aşktı bu. Daha doğrusu fısıltıyla konuşulan...
Mektupları okuduğumuzda görüyoruz ki, Orhan Veli Nahit Hanım’a sırılsıklam âşıkmış. Ama bu aşk bir türlü Nahit Hanım’a yetmezmiş. “Benim için her şey olduğunu mademki bugüne kadar anlatamadım, şimdiden sonra ne yapıp da anlatabilirim. Hoş, ne istersen yaparım, ayrı mesele. Canım Nahitçiğim, bu çocukça kaprislerden vazgeçsen, bana daha sitemsiz, daha tatlı mektuplar yazsan olmaz mı?” diyor mesela.
Sevgilisinin kaprisleri karşısında Orhan Veli’nin aşkını ispat çabası mektupların çoğunun satırlarına sinmiş. Oysa evli olan Nahit Hanım’dı yani kıskançlık duyması gerekenin Orhan Veli olması gerekmez mi? Peki o zaman neden?
Aslında mektuplara sinen bu tedirginlik beni hiç şaşırtmadı. Çünkü yılbaşından hemen önce gittiğim Barcelona’da tanıştığım, kendisini “Barbaros’un torunuyum” diye tanımlayan armatör Barbaros Gören ve güzel eşi Nurten abla sayesinde Bella Eskenazi‘nin adını duymuştum. Kendisi Orhan Veli’nin şiirler yazdığı kadındı. Hem de en güzel ve en bilinen şiirlerini...

Ancak tüm çabamıza rağmen röportajı gerçekleştiremedik.
Ancak Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a olan mektuplarının yayınlanması üzerine Bella Eskenazi’yi aradım ve sorularımı telefonda sordum.

Bella Eskenazi İstanbullu Bendavid ailesinin (daha sonra Kent soyadını alan) üç kızının en küçüğü. Ablası Dora ile evlenen İstanbul Üniversitesi’nin öğretim kadrosunda yer alan eniştesi Erol Güney’in entelektüel çevresinde tanışmış Orhan Veli’yle. Edebiyat tarihi ya da Orhan Veli’nin hayatı hakkında az çok okuyanlar Erol Güney’i tanıyacaktır, kendisi şairin yakın dostuydu. Orhan Veli, ölümüne neden olan beyin kanamasını geçirdiğinde onun evindeydi. Yani onu hastaneye götüren de son anlarında yanında olan da hep Erol Güney’di.
“Peki Erol Günel ve Orhan Veli’yi buluşturan bu çevrede kimler varmış?” derseniz, hemen sayayım; “Sabahattin Eyyüboğlu, Necati Cumalı, Cahit Sıtkı Tarancı, Abidin Dino” ilk akla gelenler... Sık sık bir araya gelen bu ekip, bir masa etrafında oturur, rakı içip sohbet edermiş. Yani şair Edip Cansever’in dediği gibi “masa da masaymış!”

KÖY ENSTİTÜLERİ
O yıllar Bella, henüz çok genç. Öğrenci. Aklı derslerinde, “geometri sınavını verebilecek miyim?” diye düşünüp durmakta. Sonra bir gün (eniştesi ve ablası Ankara’ya taşınmıştır) Mualla Eyüboğlu ile Ankara’ya 35 km uzaklıktaki Hasanoğlan Köyü’ne gider ve orada köy enstitülerinin çabasını görür. “O gün köy enstitülerine aşık oldum” diyor; “aklım fikrim artık bu işteydi. Burada çalışmak istiyordum. Bunun üzerine Sabahattin Eyyüboğlu’ndan rica ettim. Beni oraya gönderir misiniz, orada ne iş olursa olsun çalışmak istiyorum.”
Sabahattin Eyyüboğlu da onu İlköğretim Genel müdürü İsmail Hakkı Tonguç’la tanıştırır. Ancak Bella’nın köy öğretmenliğinden çekinirler. Gençtir, kadındır, ismi yabancıdır. Ya yarın öbür gün birileri çıkıp “Ayşe-Fatma yok muydu gönderecek?” derse ne denir! Ama Bella kararlıdır. Israr edip durur. Sonunda Hakkı Tonguç dayanamayıp konuyu İsmet İnönü’ye açar. Daha doğrusu şöyle der: “Efendim köylere yabancı dil bilen birilerini göndersek, öğrencilerin eğitimine yardımcı olsa ama gönderecek kişi bulamıyoruz.” Bunun üzerine İsmet İnönü “Ne yani koskoca Türkiye’de öğrencilere İngilizce dersi verecek biri yok mu?” der.
Hakkı Tonguç çekine çekine “Var ama adı Bella!” deyince İsmet İnönü’nün yanıtı kısacık olur: “Ha Bella ha Ayşe ne fark eder!” Böylece Bella Hasanoğlan Köyü’nde öğretmenliğe başlar ve hafta sonları da eniştesinin evine gider. Orhan Veli de buraya gelip gider. Neler olur bu görüşmelerde? Şöyle anlatıyor:
“Orhan Veli’yle o yemeklerde arkadaş olduk. Çok şıktı. Kıyafeti azdı ama çok hoş giyinirdi. Alkolik düzeyinde rakı içerdi ama tek taşkınlığını görmedim. Hatta hayatımda gördüğüm en terbiyeli insandı. O kadar çok içki içenini gördüm onun gibi ölçülü birine rastlamadım. Bir araya geldiğimiz bu toplantılarda hep birlikte yemekler yenir, sohbet edilir, çok güzel tartışmalar yaşanırdı. Entelektüel sohbetlerdi bunlar. Bir süre sonra ben başka bir odaya geçerdim. Çünkü sınavlarım vardı, aklım derslerimdeydi. Sessizce bir kenarda ders çalışırdım. Orhan Veli de yanımda dururdu. Daha doğrusu ben nereye gitsem, o da yanıma gelirdi. Ben sessiz biriydim ama o benden de sessizdi. Ben ders çalışırken yanımda sessizce durur ya şiir yazar ya da resim yapardı. Çok güzel resim yapardı. Mesela evimizde ‘Metamorfoz’ isimli bir tablo vardı, onun aynısını yapmıştı. Bu arada diğer herkes öbür odada sohbet ederdi.”
“Sizin için şiirler yazmış doğru mu?” diye soruyorum; “Doğru” diyor ve başlıyor anlatmaya: “Bir gün defterimi istedi ve başladı yazmaya, sonra da ‘Al bakalım düşes’ dedi, bana ‘düşes’ derdi: ‘Size şiir yazdım.’ Baktım, ‘Sereserpe’ şiiri!” Elbette çok etkilenmiş, şaşırmış Bella.

DEFTERİMİ İSTEDİ VE BAŞLADI YAZMAYA
Bella’nın gençlik fotoğraflarından birine bakınca bu şiiri gerçekten ona yazdığını hemen anlıyorsunuz. Bir başka gün, yine yan yana sessizce oturuyorlar. Bella ders çalışıyor, ancak Orhan Veli bu kez sadece susmakla kalmıyor hiçbir şey yapmıyor: “Oysa ya resim yapar, ya şiir yazar ya da bir şeyler okur du. Ben de ‘İyi misiniz, gemileriniz mi battı’ dedim. ‘Bir şeyim yok’ dedi, ‘Ama ne yazıyorsunuz ne de çiziyorsunuz, bir şeyiniz var’ diye üsteleyince ‘Evet var, biliyorum ama anlatamıyorum‘ demişti. Sonra da o ünlü ‘Anlatamıyorum’ şiirini yazıp ‘Buyrun bunu size hediye etmek isterim’ demişti.”
“Ne hissetmiştiniz” diye soruyorum, çünkü Türk şiirinin en güzel şiirlerindendir “Anlatamıyorum”: “Benim bir hissim yoktu, daha çok gençtim bir de ok dalgın biriydim, aklım fikrim derslerimdeydi. Ayrıca biz sevgili değildik. Herkes bana aramızda bir şey olup olmadığını soruyor. Olmadı. Arkadaştık. Zaten onun sevgilisi vardı. Nahit Hanım. Orhan Veli onunla birlikteydi. Nahit Hanım çok hoş bir hanımdı. Gerçi bizim toplantılarımıza çok gelmezdi ama büyük ablam eşi Halil Veda Fıratlı’nın sekreteriydi, oradan münasebetlerini bilirdim.”
Burada araya girip soruyorum; “Mektuplarda Orhan Veli, Nahit Hanım’a sürekli onu ne kadar sevdiğini ispat etmeye çalışmış. Belli ki bir tedirginliği varmış Nahit Hanım’ın ve siz nereye giderseniz, peşinizden geliyormuş. Bu bir kıskançlık yaratmadı mı?”
“Dediğim gibi ben çok dalgındım. Ama bir gün hep birlikte otururken Nahit Hanım yanımdaydı, ‘Orhan Veli benimdir, kimseye kaptırmam’ demişti.”

kaynak: cumhuriyet.com.tr

22 Ekim 2014 Çarşamba

MEHLİKA / Yasin Gümbür



Beklemeyi sevmiyorum ama beklemekte güzel oluyor bazı zamanlarda, beklediğin otobüs durağında hoşuna gidecek biri de bekleyince otobüsü... Ne bekliyoruz, malum otobüsü bekliyoruz bir on kişi, dolmuş durağında... Kimse kimseyi tanımıyor neredeyse, ben de onu tanımıyorum. Ona bakıyorum, onu kesiyorum, onu fark ediyorum, o fark edildiğinden bihaber arkadaşıyla muhabbet ediyor.
       
İlk bakışta aşka inanmıyorum, ilk görüşte şiire inanıyorum ve ben ona inanmaya başlıyorum galiba, en şiirselliğinden. İnanmak, sevmenin yarısıdır derim ben ve şiirsel bir tinle inanmak benimkisi… Onun adını bilmiyorum. Adı Merve midir Zeynep midir acaba diye düşünüyorum, çok zayıf ihtimaller bunlar binlerce isim arasında. Onun adını şiir koyuyorum. Şiir hatun…  

Huyunu bilmiyorum, acaba tilkiye benzer itiyatları mı var, çakal huylu mu yoksa ahu huylu mu, hanımefendi? Buradan bakınca ahu gibi görünüyor resmen, sanki içimde an itibarıyla ceylan gibi sekiyor. Bana bir şeyler oluyor arkadaş. Beni doktorun eline götürün, ben ona hasta oluyorum galiba. Kroniğe bağlayacak mıydım acep?

Suyunu bilmiyorum, hangi tatlı gölün suyu bu? Hangi üzüm bağının salkımı bu? Ben ki karşıki dağların bir çam kozalağı…  Acaba soğukkanlı mı sıcakkanlı mı? Yoksa delikanlı bir kız mı? At üzerinde köyümüze gelin gelmeye tam layık. Buradan bakınca çok şiir görünüyor, çok şirine görünüyor, üzerinde turkuaz bir gömlek… Gözlerinin rengini buradan bakınca göremiyorum, fark edemiyorum, muhtemelen kahverengidir.

Üzerinde mavi bir pantolon, turkuaz bir gömlek, kolunda rengini çözemediğim çanta, bileğinde bir bileklik ve bir saat kolunda. İçimdeki hormonları provokasyon edecek kadar fit ama muhayyel bir şaibe düşünmüyorum hiç. At gibi tabiri yanlış olur bunun için, ahu gibi… Şiir gibi… Şiirin dibi… Çayın demi… Parmaklarına dikkat ediyorum; tırnakları boyalı kırmızıya ve hiçbir parmağında yüzük yok. Gerçekten de buradan bakınca bir şirine gibi duruyor ve gökyüzü masmavi, üzerimizde tek bir bulut tanesi yok. Buradan ona bakınca böyle ama ben onu hiç bilmiyordum ki ta bu güne kadar. Nereden çıktı karşıma, acaba bulutlardan arınmış şu mavi gökten mi düştü buralara? Bana gerçekten bir şeyler oluyor.
       
Bu gün benim için bir milat olmalı hissel ve tinsel olarak, ayrıca öncelikle onun gülüşünü görüyorum birkaç metre uzaktan, sanki gülüşünden şiir damlıyordu. Düşünsene, damlaya damlaya şiir kitabı olur onun seri gülüşlerinden… Yanındaki kişi de arkadaşı olmalı ki güler yüzlü muhabbetleri var anladığım kadarıyla. Bunun yanında saçlarının rüzgâra karşı raksını fark ediyorum. Düşünebiliyor musun, saç telleri ekip halinde dans ediyordu, dansa eşlik eden ses tonları şu ağacın dallarında öten kuşların sesi diyebilirim. Hava ne kadar da güzel, hafif bir yel esiyor. Esiyor yeller ama kimsenin de üşüyor gibi hali yok.
       
Evet, onu ilk defa görüyorum ve yüreğimde bir şiirler çarpıyor. Aklımdan bir şeyler karalamaya başlıyorum. Hiç düşünmemiştim şimdiye dek, bir otobüs durağında birine çarpıntı olacağımı, birine kafamın içinde birkaç satır yazacağımı. Ben onu ilk kez bu otobüs durağında gördüm, bu otobüs durağı mukaddes bir yerdir artık benim için.

Dakikalar sonra otobüs geldi, otobüse biniyor, ayaklarında topuklu ayakkabılar… Bakiyeniz yetersiz! Anladı ki kent kartında bakiye yok, cüzdanından çıkardığı beş lirayı uzatıyor şoför beye. Karşılığında buyurun diyerek şoför bey paranın üstünü uzatıyor. Acaba çantasında şiirler de taşıyor olabilir miydi? Acaba bir gün ben de kendi ellerimle yazmış olduğum bir şiiri avuçlarına uzatabilecek miydim? Şiirlerden öte ona elimi uzatabilecek miydim? Sakin ol, nereden nereye geldim şimdi. Yarınları bilemeyiz ki, hep muamma… Şimdi yarını düşünerek şu anları mahvedemem. Ardından ben de biniyorum otobüse.
       
Tesadüf değil, tamamen kasten ben oturmuş olduğu koltuğun arkasındaki koltuğa oturuyorum, sırf saçlarına daha yakın olabilmek için, onun saçlarını daha yakından görebilmek için. Saçları biraz şiirle karışık şampuan kokuyor. Yeni duştan çıkmış olabilir. O esnada kendime biraz dikkat ediyordum da ter kokuyordum ben, tabi ya onun gibi şampuanla karışık şiir kokacak halim yok ya. Ben ne şiir kokuyorum burcu burcu ne de parfüm kullanıyorum. Arada bir sakal tıraşı sonrasında kullandığım kolonyadan başka bir rayiha malzemem yok.

Kendime biraz çekidüzen vermeliyim sanırım, sonuçta insan içine çıkıyoruz diye düşünüyorum. Biraz albenimiz olmalı. Daha doğrusu o beni böyle düşündürmeye sevk etti o an için. Otobüsün içerisi sıcak geliyor bana, havasızlık kasvet doğuruyor. Bu ahval içinde onun saçlarına dalmış düşünüp gidiyorum; otobüste üniversite yerleşkesinden şehir merkezine doğru. O arada otobüs yol güzergâhındaki bir otobüs durağından yine yolcular alıyor. Üç erkek yolcu ve iri yarı bir kadın yolcu otobüse biniyor, kadın yaklaşıyor oturduğum yere doğru, yaşlı biri. Bir gözü toprakta, diğer gözü benim koltukta… Kolları ve yüzü buruşuk... Birazcık ayakta yolculuk etmek zorunda, boş bir yer görememişti kendine ve ne yazık ki yanı başımda dikiliyor, elleri de buruşmuş. Siyah siyah lekeler…

Nereden çıktı bu kadın diye içimden geçiriyorum bu cümleyi. Otobüs dolusu cümle âlem içerisindeyim, ayakta kaldı kadıncağız. Evet, ayıp oluyor o kadına yer vermiyorum. Anlık bir hareketle kalktım yerimden, buyurun siz oturun diyorum. Sağ ol evladım bile demiyor iyice yaşlanmaya yüz tutmuş kadının teki. İnsan bir teşekkürler eder, ne bileyim nezaket gösterir bir gülümsemeyle. Bazı kadınlar var, suratları mahkeme duvarları, bunun gibi mesela… Suratına bak, acı bir çay koy… Yaşlanmak ki tebessümünü öldürmüş olabilir ya da ne yaşadıysa artık… Gülümsemeden mahrum bir yüzün günden güne daha da ihtiyarlamasına inanıyorum.
       
Bu üniversite yerleşkesinden şehir merkezine ayaklarım üzerinde yolculuk etmekten nefret ediyorum, biraz da başıma ağrılar girdi, ortama adavetim biraz daha artıyor. Pozitif düşüneyim diyorum, saçlarınızı bu sefer tepeden fethediyorum, kusuruma bakmayın da yanı başınıza bir süreliğine bir ağaç gibi dikileceğim. Siz yine benden bihabersiniz.

Saçlarınızda tek un tanesi bir kepek bile yok, bir ak saç tel tanesi de yok. Kar görmemiş saçlarınız… Maşallah! Gençsiniz güzelsiniz üzersiniz diye düşünüyorum. Beni üzmek için ideal birisiniz, aynı zamanda beni mutlu etmek için ise çok fevkalade birisiniz. Burcu burcu saçlarınızdan cayıp gözüm biraz kaydı, ellerinize doğru. Elleriniz bir yemek yapabilecek kadar olgun mu? Elleriniz yaprak sarma sarmasını bilir mi, çiçek sulamasını, kitap tutmasını? İnanamıyorum eliniz, neredeyse elinizden büyük bir telefon tutuyor, akıllı telefon mu ne diyorlar bunlara, elinize ağır gelmiyor mu bu telefonlar, bu telefonlar sizi de aptallaştırıyor mudur acaba?

Elinizde bir okuma kitabı olsaydı daha da çok şiirleşirdiniz hanımefendi,  ne de olsa otobüsteyiz. Ne yalan söyleyeyim, hep yabancı filmlerde gördüm de hiç otobüs içerisinde kitap okuyan bir insan tanesi görmedim. Doğrusu böyle düşünüyorum da ben de okumuyorum ki…  Kendime inatla düşünüyorum kitap üzerine, neden elinizde bir kitap yok, okuyabilirsiniz mesela gözlerinizle içinizden. Tamam, benim elimde de kitap yok; ama ben kitap almaya gidiyorum şehir merkezine. Koskoca kütüphanemizin var olması her kitabın olacağı anlamına gelmiyor, bir nebze olsun eksiklikleri gidermeye gidiyorum paramın yettiğince. Siz neler yapacaksınız şehir merkezinde, bunu da merak ediyorum, kedi teyzeye dönüyorum o dakikalarda.
       
Önyargı olmasın diye belki e-kitap okuyorsunuzdur diye gözlerimi telefonunuza biraz daha dikkat kesiyorum, görebildiğim kadarıyla mesajlaşıyorsunuz. Ya o ne Allah aşkına? Gülücük atıyorsunuz, orijinal gülüşünüz ağzınızın ortasında, siz de mi smile? Sizin birazcık da gamzeleriniz belirgin yüzünüzde, o smile’de hani gamzeniz? O akıllı telefonlar, o smile’da belirgin bir şekilde gamze üretmeyi akıl edememiş olmalılar. Herkes tarafından makbul olabilecek gülüşünüz, teknoloji kurbanı… 

Acaba telefon numaranız kaç, kiminle mesajlaşıyorsunuz acaba, eskiden insanlar mektuplaşıyordu. Mektuplaştığınız biri yoktur herhalde, bu teknoloji kalabalığı içerisinde. Benim de yok zaten. Ah bu teknoloji! Hayatımızı çok basite indirgedi. Teknolojinin o kadar çok geliştiğini sizden anlıyorum ki, o akıllı telefonunuzun camından rujunuza bakıyorsunuz, aynalara ayıp ediyorsunuz.  Siz gülünce, dişleriniz beyaz gelinlikler giymiş gibi halaya duruyor sanki… Şiirler ithaf edilmiş olabilir mi acaba gülüşünüze öncesinde? Ben çok şiir yazdım, arkadaşlarımın isteği üzerine sevgililerine bile şiir yazdım, acayip bir şey bu inan… Sizin isteğiniz üzerine size değil, içimden gelerek kendim size yazıyorum şu an aklımın odasında. Sürrealist bir ressam değilim ama sürrealist düşünmeyi seviyorum. Bulutların şekillerinden şiir yazabilirim size… Daha nicesi…
       
Nihayetinde otobüs şehir merkezine geldi 12 dakikalık bir yol mesafesinden sonra. Ayakta olduğum için öncelikle ben ve birkaç kişi inmiş oluyor otobüsten, indikten birkaç saniye sonra durak çevresinde sağ solu gözetliyormuşum gibi eylemlerde bulunuyorum. O da iniyor aheste aheste, ayaklarında topuklu ayakkabılar...

Olur ya filmlerde yolcu otobüsten iner, peronlar çevresinde bekleyen sevdiğini görür, sevdiğine koşar ve sarılır doyarcasına...  Neyse hevesim kursağımda kalsın o bana sarılmaz zaten, ben hem biraz ter kokuyorum hem de onun ayaklarında topuklu ayakkabılar var. Topuklu ayakkabılarla bana koşup sarılacak hali ve hevesi yok ya! Aklımdan bir an olsun öyle böyle şeyler geçiyor, o bana sarılsa yüreğime inerdi sanırım, pek alışık değilim ki sarılmalara. Ve bana ailemden başka sarılan pek olmadı. İstisnai biri olsun ister insan ama benim için ille de olsun istemiyorum ama olacaksa da olsun olmayacaksa da sağlık sıhhat olsun. Hayırlısı olsun.
       
Yürümeye başladı, ayağınızdaki topuklu ayakkabılarla arkadaşınızdan uzun olacağınızı sanıyorsunuz galiba. Boyunuz nereden baksam 1,70. Ama saçlarınızın uzunluğunu rakamsal olarak ifade edemiyorum. Şiirsel bir ifadeyle, atkuyruğuna benzeyen siyahımtırak saçlar… Masalsı bir ifadeyle rapunzel… Çok abarttım yine sanırım. Topuklu ayakkabılarınızla biraz daha uzunsunuz, saçlarınızın uzunluğu da hala dikkatimi çekiyor. Acaba her gün suluyor musunuz bu saçlarınızı? Sulamak mesele değil de saçlarınızı kurulamanız sizi yormuyor mu? Saçlarınız biraz da dalgalanıyor, havada hafif yel var, saç telleriniz yellere maruz. Sonra saç telleriniz üşütür, kırılırlar belki. Saçlarınızın sağlığı bile düşünmeye başlıyorum, yine garipleşiyorum.
       
Bir yüz metre yürüdünüz, siz sanırsınız ki o ayaklarınızdaki topuklu ayakkabılarla podyumda yürüyorsunuz. Hanımefendi, burası kaldırım, sizi tanıştırayım. Bakınız şunların hepsi de kaldırım taşı, merhaba deyin. Burası Paris’te bir moda defilesi değil, burası Muğla’nın bir kaldırımı. Siz manken değilsiniz, siz şiirsiniz haberiniz yok. Kasmayınız kendinizi, rahat olunuz. Ayaklarınıza yazık, o topuklu ayakkabılarınız ağrı ve nasır yapmıyor mu ayaklarınızda? Yalın ayak yürüseniz daha iyi, şeytan diyor ayaklarındaki topuklu ayakkabıları çıkar, şu işyerinin damına at… Takıntılıyım galiba bu topuklu ayakkabılara…
       
Bu iki arkadaş, benim gideceğim ismini yazmak istemediğim bir kitapevine yönlerini çeviriyorlar, ne güzel bir şey bu. Kitap alacaklardır, yoksa niye girsinler ki kitapevine. Saniyeler sonra ben de kendimi buluyorum kitapevinde. Dört bir taraf kitaplarla dolu, ortalık kitapla karışık o kokuyor. Yeni bir kitap kokusunu içime çektiğim çok olmuştur. Bu sefer, onunla aynı ortamda hele de kitaplar içerisinde aynı havayı soluyorum. Burnum bayram ediyor, ciğerlerimde bayram havası sanki…  Hapşırıyorum o an, tek bir tane çok yaşa diyen de yok... İkinci hapşırmam da geliyor hemen ardından, yine yok… İnsan bekliyor işte, tanımasa da etmese de çok yaşayın lafını duymayı… Sonuçta aynı ülkenin insanları, aynı dinin mensupları, aynı ortamın müşterileriyiz.
       
İster istemez iki arkadaş arasındaki muhabbete kulak misafiri oluyorum, o an için kendimi tanrı misafiri ilan ediyorum, konuştuklarına, ayrıca arada bir gözlerim ona kayıyor. Gözlerimle onu tepeden ayağa taciz etmek değil benimkisi, güzele bakmak şiirdir. Bizim ki yine çantasının içerisindeki küçük bir çantadan bir kâğıt parçası çıkarıyor. Masa başında oturan ak saçlı gözlüklü kitapçı beyefendiye şu kâğıtta yazan kitaplardan almak istiyoruz, acaba var mı diye soruyor. O küçük kâğıt parçasında hangi kitapların adı geçiyordu, onu da merak ediyorum. Ben de o esnada bir taraftan onların sesine kulak veriyorum, bir diğer taraftan gözlerimle kitap isimlerine göz atıyorum. Nihayetinde almam gereken iki tane kitabı alıyorum elime, bunlar da okunup bağrımıza basılmalı deyip aynı zamanda kitapevinin kasiyeri olan kitapçı beyefendi amcaya doğru adımlarımı atıyorum. Şiir hatun oracıkta beklemelerde… Yan yana gelmiş olduk, onun yanı ne kadar çok heyecan verici. Acaba bu şehre tanrı misafiri misiniz diye sormak geçiyor içimden… Yoksa siz yoksunuz da ben sanrılar mı görüyorum acaba? Yok, yok siz varsınız ve ben görüyorum sizi, gerçekten varsınız.

        Yanındaki arkadaşı mırıldanırcasına Mehlika saat kaç diye sordu? Şiirime kestirdiğim yanımdaki güzelin, adını duymuş oldum o soru içerisinde. Ve aylardan eylül, onun adı da Mehlika. Dışarıda belki bahar havası yok ama eylül rüzgârları var ve içimde sekmeyi yeni öğrenen bir ceylan yavrusu… Anasının kuzusu olmalı Mehlika, görünümünden tavırlarından biraz öyle anlaşılıyor. Ama Mehlika biraz da aptal çıktı diyebilirim, o elindeki elinden büyük akıllı telefon aptallaştırıyor gerçekten onu. Sol kolunda bir saat var, oradan saatin kaç olduğuna bakmaya aklını erdiremiyor ve telefonuna bakıyor; saat on biri çeyrek geçiyor diyerek arkadaşına cevabı veriyor. Ses tonu, kulağa şiir gibi geliyor.
       
Onunla şimdi yan yanayım, sanki beraber yemek yemiş üstüne bir de çay içmişiz de hesabı ödüyoruz kasiyere. Alakası yok bu sanki ile… Gözlerime inanamıyorum, ben sanıyordum ki onlar bağrına basabileceği, okuyabileceği kitaplar aldı. Ders kitapları… Hangi öğrenci bağrına basmış bu ders kitaplarını? Aldıkları kitaplar Eğitim Psikolojisi bir diğeri de Yazılı Anlatım kitabı. Belli ki üniversite hocaları, şu kitabı bu kitabı alın ders için demiş. Bari bir tane olsun, okumalık kitap alsaydınız, hesabı ben öderdim her ne kadar tanışık değilsek de. Aldıkları kitaba bakacak olursak sanırım Eğitim Fakültesi öğrencisi Mehlika…
       
Her şey güzel de sorun şu ki ben Mehlika ile nasıl tanışacaktım, ona nasıl merhaba diyecektim, hadi diyelim merhaba! Sonra ne diyeceğim? Bana demezler mi sen de kimsin? Aklıma bir fikir geldi ilk muhabbeti oluşturmak adına, bu ikisine hibe kitap hediye edecektim, madem okuma kitabı almadınız, kendi ellerimle kitap bağışlayacağım size. Kitap da hayat kurtarır. Bir de nereden bulduysam birazcık cesaret topladım. İçimde o an itibariyle bir çuval dolusu cesaret. Kız ahalisi ile iletişim kurma konusunda pek becerikli değilim, bunu biliyorum. Birazcık kabuk kırabilsem, kıralım olup bitsin ne olacak sanki? Karşısına çıkacağım insan ne kraliçe ne de imparatoriçe. Aynı fakültedeysek o da alelade biri ve ona şiir gibi davranan bir ben şiir zat var. Madem ona ben şiir gibi diyorum, onun karşısına çıkabilirim, kır şu zincirlerini.  
       
Onlar, okul kitaplarını alıp kitapevinden çıktıktan sonra ben hemen kasiyer kitapçı amcaya aldığım kitapların ücretini ödedim. Aldığım 3 kitabın maliyeti önemli değil. Aldığım tüm kaliteli kitaplara verdiğim para helal hoş olsun. Amcacığım, insan bir iyi okumalar diler, biz okuyucular kitap aldıktan sonra ayraçlarını bile parayla alıyoruz bu şehirde. İnsan bir ayraç hediye edip bu da bizden der. Parayla ayraç almıyorum doğrusu, alan oluyordur elbet. Okumakta olduğum kitabın hangi sayfasında kaldıysam sayfanın sağ üst köşesini bükenlerdenim. Yine de insan bu da bizdendir diyerek bir ayraç bekliyor. Siz nasıl kitapçı esnafısınız, gözünüz paraya doymuyor!
       
Kitapevinden hızlı adımlarla çıktım, Mehlika’nın peşine düşüyorum, hızlı hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum… Yaklaşıyorum arkalarından. Bir bakar mısınız, affedersiniz diye seslendim, sesim biraz utanırcasına. Sesim kıpkırmızıca… Mehlika yüzünü bana dönüyor, arkadaşı da dönüyor. Bu seslenen de neyin nesi diye bakıyorlar. Yüz yüze geldik, sonra göz göze geliyorduk ki bu kadar yakından, gözlerini kaçırdı. Gözlerini bir anlık arkadaşına çevirdi.
       
Sadete geliyorum:  
       
Sizin vaktinizi fazla almayacağım, biraz önce Anatolia kitapevinde sizleri gördüm de sanırım derslerle alakadar birkaç kitap aldınız, onlar okunacak tadılacak kitaplar değil, öyle düşünüyorum. Ben bir kitapsever olarak, istiyorum ki kitaplara ilgi artsın. İşte elimde gördüğünüz şu iki kitabı ikinize hibe etmek istiyorum. Yani alın bu kitapları, okuyun… Okul içerisindeki derslerle alakadar kitaplardan başka, gazetelerde magazin ve spor sayfalarındaki haberlerden başka yazı okumayan bir gençlik istemiyorum. İstiyorum ki gençlerimiz daha çok kitap okusun, daha çok bir şeyler okusun... Bu benim naçizane ve devede kulak niteliğinde bir çabam. Ama olsun, şahsen ben kendim sarf ettiğim bu çabadan hiç rahatsızlık duymuyorum, siz de rahatsızlık duymazsınız sevinirim, o yüzden alın bu kitapları. Okursanız, ne mutlu size… Ne mutlu bana… Ne mutlu ülkemize…
       
Uzun bir konuşma oldu bu sanırım, olduysa oldu ne yapalım? Mehlika bir şeyler söylemeye başladı, iyi ya da kötü bir dilsel tepkisi olacaktı. Tabi şaşırdılar önce, bu neyin kafası der gibiydi bakışları. İyi hoş güzel de siz bizim kitap okumadığımızı nereden biliyorsunuz, biraz bize önyargı ile yaklaşmadınız mı dedi. Bu ayaküstü muhabbet biraz uzayacak gibi görünüyordu.
       
Önyargı değil benimkisi, doğrudur kitap okuyorsunuzdur. Belki okumuyorsunuzdur, kitap okumamak belki ayıp değil ama kayıp. Kitap okuyor ya da okumuyorsunuz, ben kitapları uzatıyorum, ister alırsınız ister almazsınız. Ama alırsanız ben şahsen mutlu olacağım şayet almazsanız bir birey olarak sizlere kırılacağım. Kimseyi kırmak gibi bir düşünceniz hiç kimse için yoktur sanırsam. Evet, alıyor musunuz kitaplar havada kalmasın.
       
Mehlika elini uzatıyor, alıyor hibe ettiğim kitapları. O an aklıma şoförün uzattığı paranın üstü geliyor. O an ki düşüncelerim… Mehlika’ya şiirler de uzatmak istiyorum, kendim yazmış olduğum.
       
E siz kitapsız kaldınız dedi arkadaşı. Benim kocaman bir kütüphanem var diyerek ilk gerçeğimi arkadaşına söylüyorum. Büyük bir kütüphanem var, raflardaki kitap sayısı binlerde diyebilirim. Daha da büyük bir kütüphanem olsun istiyorum doğrusu…

Teşekkür ederim, mutlu oldum. Bu iki kitabı siz kendi aranızda bölüşürsünüz. Umarım okursunuz, rafa koyup oralarda tozlanmasınlar. Okumanız temennim.
       
Mehlika gülümsedi ve o esnada kompliman mı dersiniz yağ yakmak mı dersiniz ne dersiniz bilemem de tutamadım dilimi. Gülüşünüze de toz konsun istemem, tekrar teşekkürler. Rahatsızlık verdiysem de affedersiniz, kusuruma bakmayın iyi günler.

        Oradan öylece çekiliyorum, iltifatıma bir şey diyemedi, gülümsedi sanki içinden ama yüz ifadesi olarak belli etmedi. Kitaplar bahane idi, Mehlika ile konuşabilmek ilk defa… Kabuğumu kırmış oldum biraz, konuşabildim onunla ses tellerim arada bir titrese de… Bu kitapları seviyorum gerçekten. Her ne kadar okuma niyetiyle aldığım kitapları onlara hibe etmiş olsam da mühim değil. Resmi olarak tanışamadım onunla belki ama en azından ismini biliyordum. Mehlika… Ve aylardan eylül, havada eylül esintileri… İçimde bir ceylan yavrusunun sekiyor olması. Kendisiyle tanışamadım ama gülüşüyle tanıştım, gülümseyişine çok yakından tanıklık ettim. Sanırım yine bana bir şeyler oluyor, ceylan yavrusu yetmiyormuş gibi bir de karnımın içinde kelebekler…
       
Aldığım kitaplardan iki tanesinin hayrını görmüş oluyorum. Ama o iki kitabı okumam gerekliydi, kitapevine tekrar dönüyorum. O iki kitabı bir kez daha alacaktım. Kitapevine giriyorum, kasiyerde yine okul kitaplarının ödemesi var galiba, iki kişi okul kitaplarına paralar ödüyor.
       
Beşinci kat rafta buluyorum yine, o hibe ettiğim iki kitabı da.  Kasiyer kitapçı beyefendiye ödemeyi yaparken, içimi biraz dökmek istiyorum, birkaç kelime… Bir cümle. Amca, bak sana ne diyeceğim,  kitapevinizin bir dış tarafına herkesin okuyabileceği afişler yapıştırmalısınız, afişlere de şöyle bir not düşmelisiniz: ‘Ders için kitap satmıyoruz, gerçek okuyucu için kitap satıyoruz!’

Kitapçı amca, sana bir şey daha sormak istiyorum, bu işin içindesiniz. Malum kitaplar satıyorsunuz, genel olarak da daha çok eylül ve şubat aylarında okul kitapları satıyorsunuz öğrencilere. Acaba şu okuma kitaplarından hiç okuduğunuz oldu mu? Olmadı mı? Birkaç tane dışında mı? Değil mi, o kitaplar size para doğuruyor, kitap satmanız ekmek parası sizin için, saygı duyuyorum.
       
Hayırlı işler!


MEHLİKA / Yasin Gümbür