26 Mayıs 2013 Pazar

İTERSEM DÜŞERSİN - FATİH BALCIOĞLU (PATRONA HOLİ)


’'İnsan her ne kadar ölümsüzlüğü istese de, yaptığı her eylemle ölümün ondan istediklerini yapar.’’
16.yy ile üstündeki kara bulutu atmak isteyen Batı dünyası daha önce fertle sınırlı kalan bir bilimi toplumsal olarak işlemeye karar verdi: eleştiri. Yüzyıllardır insanları ipe götüren bu tehlikeli bilim, yaygınlaştıkça dağın zirvesinden düşen bir çığa dönüştü. 19.yy’ da değer olarak görülen ne varsa –olumlu, olumsuz-  bu çığın altında kaldı. Dini, siyaseti, toplumsal yaşamı, giydikleri elbiseye kadar tekrar sorguladılar. 19.yy’ da Alman bilim adamlarının ölümsüzlük fısıldıları, 20.yy’ da tüm dünyanın bağırarak konuştuğu tartışmalara dönüştü. Amerika ve Fransa başta olmak üzere devletler bilim adamlarını toplayıp laboratuarlar kurdu, çalışmaları için hazineden para ayırdı. Ancak daha önceki yüzyıllardan farkı şuydu: kobay hayvan değildi, insandı. Hatta Amerika bazı savaşlarda Güvenli Hava Sahası adıyla bölgeler oluşturup, kitleler üzerinde deneyler yaptı. (Irak, Vietnam) Peki ölümsüzlük bulunabilir mi? Cevabım tabiî ki hayır; ölümsüzlük bulunamaz. Din adamı edasıyla değil –onlar tarafından da pek sevilmem- cebindeki parayı bilen adam edasıyla konuşuyorum. Aldığın her nefes, Tanrı tarafından karşılıksız cebine sıkıştırılmış bir paradır. Bunu bir yerde söylediğimde kafam iyi değildi, ama dilim açığı kapatıyordu. Oradan çıktı bir dinci yosması: ‘’Hayır efendim’’ dedi. Dinlediğimi belirtmek için kafamı salladım. ‘’Aldığımız her nefes Tanrı tarafından cebimize sıkıştırılmış para da olsa, bu para karşılıksız değildir.’’ Muhteşem! Muhteşem bir tespit!  ‘’Evet, çok doğru söylüyorsun’’ dedim ve ekledim: ‘’İşte bu senin doğrun!’’ Şuna yürekten inanıyorum: ilk insandan son insana kadar menfaat en yüksekte oldu, olacak. O gün konuşan kişi de menfaati en yüksekte tutanlardan sadece biriydi. Devamlı yapılan bir hatayı yaptı: Yaratıcıyı, yarattıkları gibi aciz ve menfaatçi düşündü. Kilisede çanın ne zaman duracağını, ezanın ne zaman söylenmeyeceğini soranlara elimle yukarıyı işaret ediyorum. ’’Bir ses yok, haber bekliyoruz. Ne zaman cenneti yok ederse, o zaman insanlar çıkarlarını dinle kapatmaktan vazgeçecekler.’’

Ölüm diyordum. Ölümü size uzun uzadıya anlatamam, çünkü daha önce hiç ölmedim. Çok meraklıları için din kitaplarında uzun uzadıya tasvirleri var, açıp okuyun. Ölümsüzlüğün neden olamayacağı üzerinden devam edelim. Bilim o kadar ilerledi ki; geceleri yattığımız yataklarla dünya turu atacağız deseler, olmaz demem. Sınır bilmeyen bir teknoloji karşısında her şey olabilir. Her şey kelimesine bir parantez açalım. Her şey uçsuz, bucaksız demektir ve tek bir şeyle mümkündür: değişim. Değişimin en önemli parçası insandır. Buradan da genel bir kanı olan ‘’değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’’ kanısına çıkabiliriz. İlahi Herakleitos, sen çok yaşa! Biraz karışık oldu, haklısınız. Basitleştirelim: dünyayı düz bir tepsi olarak düşünün aynı Ortaçağ Avrupasının düşündüğü gibi. Bir de ölümsüzlük olsun. İlk deprem, insanları sıyırdı. İkincisi de, üçüncüsü de..-fazla iyimserim bugün- Ama kabul edersiniz ki milyonlarca deprem oluyor ve heyelan gibi birtakım sonuçlara sebep oluyor. Oluşan bir heyelanda insanın vücudu toprakla yer arasında sıkışıyor. Bu insan için ölümsüzlüğü bulsan da ne değişir? O senin gördüğün, duyduğun, hissettiğin dünyada yok demektir. Hani nerede ölümsüzlük? Dünyanın tepsi olması olayı da muhteşemdir. ‘’itersem düşersin he’’ ‘’N’olacak be oğlum, ölmem ki! Aşağıda ne bulursam orada yaşarım’’ İşte dünyanın ölümsüzlük üstüne çalışması bu, nefes alıp vermek! İşte bu ölümsüzlük, evren yok olana kadar olmayacak! Tabi, ölümsüzlükten kastınız başka bir şey değil ise..

Ölümsüzlüğü sokaktan geçen on kişiye sorun, aklına yukarıdaki beden-hayat ilişkisi gelecektir. Bedensizliğin yaşaması desem? Bunun üzerine çalışmak teşvik edilen bir yol değil. Bunun üzerine çalışmak demek; menfaatin olmadığı, kişiliğini arka plana atıp diğer insanları umursamak ve önemsemek demek. Aman ne dedim tövbeler olsun. İnsanlar için gerçek ölüm bu! Birisi çıkacak tekkede ‘’bu dinden olmayan bizden değildir, öldürün’’ diyecek. Diğeri locada çıkacak ‘’bunlar teröristtir, öldürmek İsa’nın buyruğunu yerine getirmektir’’ diyecek ve yüz binler aptal kesilecek. Akıllı biri çıkıp ‘’Kral çıplak’’ dese, yanındaki ‘’Aman evladım, hocanın tahsili yüksektir. Görmüştür, geçirmiştir’’ diyecek. Bilmeyecek ki; ‘’geçirilen’’ kendisi.

Bedensizliğin yaşaması;
İyilik demektir, senle nefes alan
Rengi, ırkı, dili ne olursa olsun saymak, sevmek demektir.

Bedenin ölümsüzlüğe ulaşma hayali;
Korku demektir, kendini kandırma
Ve bazen de umut demektir. Olmayacak bir umut…

Çok güzel bir günün ardından sevgilimin kulağına eğilip ‘’Ölümsüzlüğü bulmalıyız sevgilim’’ dedim. ‘’Yoksa çabuk ayrılacağız.’’ Bunları söylerken bile ölümün benden istediklerini yaptım: Tanrının cebime sıkıştırdığı paralardan harcadım. Nefes paraları…

FATİH BALCIOĞLU (PATRONA HOLİ)

23 Mayıs 2013 Perşembe

KARIMA MEKTUP - NAZIM HİKMET


11-11-1933 
Bursa 
Hapishanesi 

Bir tanem! 
Son mektubunda: 
'Başım sızlıyor yüreğim sersem! ' diyorsun. 
'Seni asarlarsa seni kaybedersem; 
diyorsun; 
'yaşayamam! ' 
Yaşarsın karıcığım, 
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin 
kızıl saçlı bacısı 
en fazla bir yıl sürer 
yirminci asırlılarda 
ölüm acısı. 
Ölüm 
bir ipte sallanan bir ölü. 
Bu ölüme bir türlü 
razı olmuyor gönlüm. 
Fakat 
emin ol ki sevgilim; 
zavallı bir çingenenin 
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli 
geçirecekse eğer 
ipi boğazıma, 
mavi gözlerimde korkuyu görmek için 
boşuna bakacaklar 
Nazıma! 

Ben, 
alaca karanlığında son sabahımın 
dostlarımı ve seni göreceğim, 
ve yalnız 
yarı kalmış bir şarkının acısını 
toprağa götüreceğim... 

Karım benim! 
İyi yürekli 
altın renkli, 
gözleri baldan tatlı arım benim: 
ne diye yazdım sana 
istendiğini idamımın, 
daha dava ilk adımında 
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar 
kellesini adamın. 

Haydi bunlara boş ver. 
Bunlar uzak bir ihtimal. 
Paran varsa eğer 
bana fanila bir don al, 
tuttu bacağımın siyatik ağrısı, 
Ve unutma ki 
daima iyi şeyler düşünmeli 
bir mahpusun karısı..


Nazım HİKMET

18 Mayıs 2013 Cumartesi

YAZARLAR HAKKINDA İLGİNÇ BİLGİLER



Yazar ve şairlerden ilginç anekdotlar okumaya ne dersiniz?

Karanlık hikâyelerin ustası Edgar Allan Poe‘nun karanlıktan çok içkiyle başı dertteydi. Ömrü boyunca alacaklılarından bir adım önde, alkoliklikten bir adım gerideydi.

Dünyanın en tanınmış yazarlarından, Büyük Umutlar’ın yazarı Charles Dickens dünyanın belki de en tuhaf uyku alışkanlığına sahipti. Yatarken yüzü mutlaka kuzey kutbuna bakacak şekilde uzanırdı. Bu tercihini açıklarken ‘yerküre elektrik akımları, pozitif ve negatif elektrik’ gibi şeyler söylemişti. En fazla vakit geçirdiği yer de kimsesizler morguydu.

Balzac öldüğünde 51 yaşındaydı ama arkasında onlarca ölümsüz eser bırakmıştı. Günde yaklaşık 50 fincan kahve içtiği söylenen Balzac, kahve yapacak birisi olmadığında kahve çekirdeklerini çiğnerdi.


Tolstoy’un 13 çocuğu vardı. 48 yıllık evliliğinin ardından karısına “Benim yaşımdaki insanların sıkça yaptıkları bir şeyi yapıyorum. Son günlerimi tek başıma ve sükûnet içinde geçirebilmek için dünyadan vazgeçiyorum,” yazan bir not bırakarak evini terk ettiğinde 82 yaşındaydı. Birkaç gün sonra bir tren istasyonunda donarak öldü.

Tolstoy, çağdaşı İvan Turgenyev’i düelloya davet etti. Hatta tabancalar bile geldi ama araya giren hatırlı dostlar sayesinde düello yapılmadı. Bu olayın ardından ikili uzun yıllar boyunca hiç görüşmedi.


Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll bir matematik dehasıydı. Kelime üretmekte üstüne yoktu. Halen İngilizcede onun uydurduğu onlarca kelime kullanılmaktadır. Kütüphanelerde kitapların daha kolay bulunabilmesi için kitap adını cildin sırtına yazma fikrini hayata geçirdi. Scrabble kelime oyununun ilk örneğini yaptı. En sevdiği ulaşım aracı kendi icat ettiği üç tekerlekli bisikletti.

Mark Twain bugün bildiğimiz anlamda stand-up gösterilerini dünyada ilk kez uygulayan kişidir. Yazarlıktan kazandığı parayı farklı alanlarda değerlendirmeye çalıştı ama halka yutturulmaya çalışılan icatlara para yatırdığı için hep iflas etti. Halbuki evine telefon taktıran ilk insanlardan bir tanesi olmasına rağmen telefona yatırım yapma imkânı varken yapmadı. Ünlü mühendis ve mucit Nikola Tesla’yla yakın arkadaştı. Daktiloyla yazılmış olarak yayınevine teslim edilen ilk kitap Mark Twain’in 1883 tarihli Mississippi’de Yaşam kitabıdır. Kendi geliştirdiği bir diyeti vardı. ‘Azıcık aç kalmanın ortalama bir hastaya, dünyanın en iyi ilacından ya da doktorundan daha büyük yarar’ sağlayacağını düşünmekteydi. İzleyicilerin arasında Kraliçe 1. Elizabeth olduğu halde Mark Twain, yellenmek üzerine uzun bir konuşma yaptı.

İrlanda asıllı yazar Oscar Wilde, ABD ziyareti sırasında gördüğü “Piyanisti vurmayın. Elinden geleni yapıyor” yazısının hayatı boyunca gördüğü tek mantıklı sanat eleştirisi olduğunu söyledi. Wilde’ın Hemingway’le en büyük ortak özelliği ikisinin de çocuklukları boyunca annelerinin isteği üzerine kız kıyafetleri giymesidir.

Jack London tam bir kitap kurduydu. Şahsi kütüphanesinde 15 bin kitap vardı. John Baryelcorn isimli eseri adsız alkolikler birliğinin okuma listesinde yer alır. London beş yaşında içkiye başladı, 40 yaşında öldü. O kadar çok içiyordu ki, bu yüzden başına sayısız kaza geldi. Bir seferinde Oakland Rıhtımı’nda tökezleyerek denize düştü ve kendini San Francisco Körfezi’nde buldu.

Virginia Woolf konuşmayı çok severdi. Bir seferinde 48 saat aralıksız konuşmuştu. Bütün eserlerini ressam olan kız kardeşinin çalışma biçimden ilham alarak, ayakta durarak yazmıştır.

James Joyce ve Marcel Proust bir kez bir araya geldi. İkilinin buluşması büyük bir merak konusuydu. Her iki yazarın da yaşı ilerlemişti. Bir parkta tesadüfen yan yana gelmiş iki ihtiyar gibi hastalıklarından bahsettiler. Bir müddet sonra biraz sıkılarak da olsa birbirlerinin kitaplarını okumadıklarını itiraf ettiler.

Franz Kafka, et yemeyi cinayetle bir tutuyordu. Vasiyetinde yakın arkadaşı Brod’dan Yargı, Ocakçı, Dönüşüm, Ceza Sömürgesi ve Köy Doktoru hariç bütün eserlerini yakmasını istedi. Arkadaşı Max Brod onun vasiyetini yerine getirmeyerek Kafka’nın yazarlık kariyerine büyük katkı sağladı.

T.S. Eliot ağırbaşlı görünümüne rağmen eşek şakalarına, ses çıkaran yastıklara ve patlayan purolara bayılırdı.

Ernest Hemingway, kendisi hakkında ağır bir yazı yazan eleştirmeni ilk karşılaştığı yerde tutup yere devirdi. Bir yazarın eleştirmene karşı en sert hareketi bu oldu.

HAFTANIN KİTABI: TIKLAYINIZ...

16 Mayıs 2013 Perşembe

AMER İLE ÖMER - MELEK TUNÇ


TİYATRO

1. PERDE
Suriye ve Hatay'ın arasındaki sınır çizgisi dikenli bir tel örgüyle belirlenmişti... Sahi neydi bu tel örgüler? Neydi bu sınır çizgisi denen somut kavram? Bu sınırlar niçindi? Niçin insanlar sınırlandırılıyordu? Bunların pek çok cevabı vardı elbet. Ama insanlar farkında değillerdi. Bir kuş gibi kafesin içine itildiklerinin. Farkına vardıklarında ise kanat çırpıyorlardı. Ama nafile. Renkli kanatları buz tutmuş demirlere çarpıyordu.
İşte sınırın daha ne anlama geldiğini bilmeyen masum insanlardandı. Amer ile Ömer... Ve ne yazık ki bu iki masum bir kafesin içinde doğdular. Büyüdüler. Ve ... ve yaşamaktalar...

KADERİN BAŞLANGIÇ ÇİZGİSİ 
(Ömer, annesiyle pazara çıkmıştır. Annesi bir elinde pazar torbalarını tutarken diğer eliyle de Ömer'in elinden tutar. Ama Ömer az önce yanından geçtikleri ayakkabı tezgahına bakabilmek için durur. Annesi Ömer'in yürümediğini görünce o da durur.)
ANNE: Eee haydi oğlum! Niye yürümüyorsun?
(Torbaları yere bırakır ve daha sağlam tutarak tekrar eline alır. Oğluna bakar. Oğlunun baktığı yöne çevirir gözlerini. Ayakkabı tezgahını görünce üzgün ve cılız bir sesle.)
ANNE: Oğlum... 
ÖMER: (Heyecanla.) Anaa! Anaa! Bak... alacağım demiştin. Bak işte ayakkabı. Ne olur ana ne olur alalım!
ANNE: Ama oğlum...
(Ömer annesinin elini bırakır. Ayakkabı tezgahının önüne koşar ve eline bir ayakkabı alır. Annesine gösterir.)
ÖMER: İşte ana bunu istiyorum. (Masumlaşır.) N'olur...
(Annesi tezgahın önüne gelir. Elindekileri yere bırakır. Ömer'in elindeki ayakkabıyı alır. Pazarcıya döner.)
ANNE: Bu ne kadar amca?
PAZARCI: On lira bacım.
(Annesi cüzdanını açar. Ama sadece yedi lirası vardır. Cüzdanı karıştırır belki bir iki kuruş daha çıkar diye. Ama nafile. Usulca cüzdanı kapatır. Ömer'e döner.)
ANNE: Oğlum... o kadar param yok. Bugün bırakalım olur? Haftaya söz alacağım...
(Ömer'in alt dudağı düşer. Kollarını birbirine bağlar. Pazarcı bu olayın farkındadır.)
PAZARCI: Bacım ne kadarın var?
ANNE: (Tüm parayı eline alır ve pazarcıya gösterir.) Yedi lira.
PAZARCI: Üç beş kuruştan ne olacak bacım. Yedi lira yeterlidir. (Gülmser.) 
ANNE: Ne... ne diyeceğimi bilmiyorum amca. Çok... çok sağ olun.
PAZARCI: Ne olacak bacım. Şuncacık çocuğu üzmek olur mu hiç?
(Annesi, pazarcıya sımsıcacık gülümser. Pazarcıya parasını verir ve ayakkabıyı Ömer'e uzatır.)
ÖMER: Bu benim mi şimdi ana?
ANNE: Hee... senin (Gülümser.)
(Ömer annesinin yamaladığı terlikleri çıkarır. Yeni aldıkları ayakkabıyı giyer. Yerinde bir iki zıplar ve annesine kucak dolusu sarılır, yanağına öpücük kondurur. Ayakkabısına baka baka evin yolunu tutarlar...)
perde kapanır.

2. PERDE
AMER ile ÖMER'İN KADER ÇİZGİLERİNİN KESİŞTİĞİ AN
(Pazardan geleli beş-on dakika olmuştur. Annesi mutfağa geçer ve aldıklarını buzdolabına yerleştirirken. Ömer gelir.) 
ÖMER: Ana biraz dışarı çıkayım mı?
(Annesi mutfak camında komşu ülkeden gelen sessizliği inceler. Huzursuzlanır ama Ömer'in de hevesini kırmak istemez.)
ANNE: Çık oğlum ama şu tellerin oraya gitmek yok. Tamam mı?
ÖMER: (Annesine sarılır yine.) Tamam ana... (gülümser.)
(Ömer kapıyı açar ve hızla dışarı koşar. Ayakkabılarına baka baka oradan oraya kelebek gibi uçar. On-onbeş metre ilerdeki telin arkasında duran bir şey dikkatini çeker. Koşmaya başlar, annesi ise o esnada Ömer'e bakmak için pencereye çıkmıştır. Ömer'in koştuğunu görünce telaşlanır.)
ANNE: Ömeeer! Ömeeer! Oğluumm nereye? Gel buraya!
(Ömer'in duymadığını görünce telaşı ikiye katlanır. Elindeki domates poşetini hızla yere atar ve o da arkasından koşar. Ömer ile telin arasında bir metre var ya da yok. Ömer durur. Nefes nefesedir. Yürür, telin arkasındaki akranına yaklaşır.)
ÖMER: Sen kimsin?
AMER: ... (Sessiz sessiz hıçkırarak Ömer'e bakar.)
ÖMER: Üstüne başına n'oldu?
AMER: ...
ÖMER: Anan nerede?
AMER: ... 
ÖMER: Dilini mi yuttun? Konuşsana!
AMER: ... (Dikkatini Ömer'in ayakkabıları çeker.)
ÖMER: Nasıl beğendin mi? Anam bugün aldı. (Amer'in ayaklarına bakar.) Senin ayakkabın yok mu? 
(O esnada annesi omzuna dokunur.)
ANNE: Oğlum ben sana ne dedim?
ÖMER: (Üzgün bir şekilde.) Ana bak onun ayakkabısı yok.
ANNE: (Üzülür.) Çok yazık oğlum ama elimizden bir şey gelmez ki... 
(Ömer'in aklına bir şey gelmişti. Ayakkabılarını çıkarır. Ve ondan büyük olan tel örgünün arkasına doğru atmaya çalışır. Ama tekrar kendi tarafına düşer.)
ANNE: Oğlum ama sen çok istemiştin bu ayakkabıları.
ÖMER: (Yerden ayakkabıyı tekrar alıp atarken.) Benim hiç değilse terliklerim var. Ama ona baksana ana... 
(Annesi hiçbir şey söylemez. Oğlunun elinden ayakkabıyı alır ve Amer'in bulunduğu tarafa atar. Amer'in yakınına düşer.)
ÖMER: Al hadi şimdi giy... Hadi hadi... çabuk giy!
(Amer ayakkabıları yerden alır. Kucağında tutar.)
AMER: (Titrek bir sesle.) Teşekkür ederim.
ÖMER: (Gözlerinin içiyle gülümser.) Hadi onları giy.
(Yakınlarda bir bomba patlar. Silahlar yine konuşmaya başlar. Hepsi birbirlerine korkuyla bakar.)
ANNE: Haydi oğlum gidelim. (Ömer'in elinden tutar.)
ÖMER: (Eliyle Amer'i işaret eder.) Ama o!
ANNE: (Üzülür.) Elimizden bir şey gelmez oğlum. Onun koruyucusu yine kaçışı. (Amer'e döner.) Hadi oğlum sende kaç... Git! Saklan bir yerlerde...
(Bir bomba daha patlar. Bu kez çok şiddetli.)
ANNE: Hadi hadi yürü (Ömer, arkasına baka baka yürür. Amer el sallar ve ayakkabılara sıkı sıkı sarılarak hızla koşmaya başlar. Ömer de ona el sallarken, aniden yere yığılır. Annesi ne olduğunu anlamaz. Ve durur. Oğlunun başından akan parlak kanı görünce dizlerinin üzerine çöker ve şaşkınca ne yapacağını anlayamaz. Dokunamaz. Ve birden boğazını tutan yumruk gevşer. Haykırır. Ağlar. Ağlar. Saçını başını çeke çeke, dizlerine vura vura, ağıtlar yaka yaka ağlar. Durur...)
perde kapanır.

3. PERDE
KADERİN BİTİŞ ÇİZGİSİ
"26 sene sonra..."
(Amer elinde rengarenk karanfiller ve su testisiyle Ömer'in mezarlığına gelir. Elindekileri küçük mezarın kenarına bırakır ve çömelir.) 
AMER: Merhaba küçük adam... (Mezar taşına dokunur.) Beni hatırladın mı? Ben Amer. Sınırın ötesindeki çocuk. Ayakkabını hiç düşünmeden verdiğin, o tellerin arkasındaki kirli yüzlü, yalınayak duran, üstü başı annesinin sıcak kanıyla boyanmış masum çocuğum. Tabi o zamanlara rağmen masumluğum aktı. Gitti benden. Çünkü; kirli bir yüzdüm. Ne kadar yağmur yağarsa yağsın, senin ki gibi temiz olmadım... Olamadım... Sen (Durur. Derin bir nefes alır ve yavaşça verir.) Sen ki yağmur ve güneşin çocuğuydun. (Tıslayarak güler. Fısıltıyla.) Sen gökkuşağıydın Ömer... (Derin bir nefes alır ve verir.)
Biliyor musun Ömer? Ben bir yazar oldum. O senelerde senin halkın bana sahip çıktı. Yedirdi. İçirdi. Giydirdi. Büyüttü. Eğitti. Okuttu. Daha nice iyilikleri dokundu bana . Tıpkı senin gibi...
(Birkaç dakika susar. Aniden bir konuyu anlatıyormuşcasına devam eder.) 
Sonra bir gün yine masa başında otururken, bir hikaye yazmaya çalıştım. Yazdım. Sildim. Yazdım. Çizdim. Yazamadım. Attım. Ben bir yazardım. Evet! Çok sevilen ve sayılan bir yazar... Ama amacım hiçbir zaman çok para kazanmak olmadı. Evet! Para bu zamanda önemli. Önemli ama... seni anlatabilmem için kelimeleri satın alabilecek kadar da bir değeri yok. Ya da o kadar zengin değilim. (Güler.) Yani anlayacağın ne satın alabildim kelimeleri senin için ne de kumbaramda biriktirdiğim kelimelerle sonlandırabildim hikayeni... Gerçi hiç başlayamamıştım ki sonlandırayım (Küçük bir kahkaha atar. Bir süre surar. Mezarı inceler.)
Biliyor musun? (Mezar taşına bakar. Güler.) Annemin de bir mezarı var artık. Tabi o Suriye'de ama olsun. Ben onu sürekli ziyarete giderim. Gidiyorum da. (Bir çocuk gibi mahsunlaşır.) Senin yanına da geleceğim elbet. Eğer gelmezsem. Sokaktaki mendil satan öksüz, yetim çocukların yüzlerinde beni ayıpladığını daima göreceğim. Ki bu beni hep huzursuz edecektir, üzecektir çocuk... 
(Sessizleşir yine. Sonra dalgın dalgın konuşmaya başlar.)
Ve biliyor musun Ömer? Tanrı aslında bize çok güzel bir resim çizmiş. Önce sonsuz maviliğini sundu. Deniz ve gökyüzünü. Sonra yeryüzünü. Yeşilliklerle bezeli cennetinin benzerini. Adem Babamızı ve Havva Annemizi buraya gönderdi. Ve bir sınır çizgisi olmadan Ademoğulları ve Havvakızları yaşamaya başladı. Yüzyıllar geçti ve sonra insanlık öldü ama insanlar çoğalmaya başladı. İşte tam da burada kafeslere tıkıldık. Sınırlandırıldık. Hala da öyle!.. 
(Dişlerini sıkar. Keskin bir şekilde nefesini verir. Müzik başlar ve küçük mezara bakar hüzünle gülümser. Sanki Ömer'in kanlı canlı başını okşuyormuşcasına toprağı okşamaya başlar. Yanında getirdiği karanfillere uzanır ve usulca üzerine örter. Su testisini alır. Toprağın her bir yanını kuru bırakmaksızın ıslatır. Su bitmiştir. Yavaşça testiyi kenara bırakır. Ayağa kalkar. Ellerini semaya açar ve dua eder. Ellerini yüzüne sürerken, müzikte son notasını çalmaktadır. Çantasını açar. Ömer'in ona verdiği ayakkabıları şimdi o, onun ayak kısmına bırakır. Tam giderken durur. Mezara döner yüzünü.)
AMER: Ve biliyor musun çocuk? Tanrı senin gibi bir çocuğu olduğunu bilse, şüphesiz bizleri yaratmazdı. Esenlikle kal. Yine geleceğim...
(Ellerini cebine koyar ve mezarlıktan yavaş yavaş uzaklaşırken kırmızı kadife perde de siyah gölgesini oyunun üzerine örterek kapanır...)

Müzik: Cem Adrian'dan
"DÜN GECE BİR RÜYA GÖRDÜM ANNE"

MELEK TUNÇ

10 Mayıs 2013 Cuma

NEYE İNANALIM ? - FURKAN ABİR


  İnanç … Kulağa geldiğinde insan üzerinde ne kadar da olumlu bir etki bırakıyor. İnançtan kastım ilahi bir inanç değil, hayata karşı bizim savunma mekanizmalarımızın ürünü olan inanç. Değişkenlik gösterse de herkesin hayatta kişilere, olaylara, zamana dair birtakım inançları var. Benimse şu an aklımda tek bir soru var : Bir tesadüf bir soruyu ne kadar anlamlı kılabilir ?


Pazar sabahı keyfiyetten erken uyananları Allah cehennemde yakacak olsa da, yananlar kervanına katılmak zorundaydım zira arkadaşımla buluşacaktım ve geç kalmam cehennemi beklemeden daha bu dünyada yanacağım anlamına geliyordu. Uyanınca uygulanan prosedürleri uyguladım ve bir saat içinde kendimi dışarı attım. İstanbul pazar günleri biraz daha çekilebilir oluyor. Arkadaşımla Taksim’de buluştum. Orada yapılabilecek herşey birbirine benzer, az çok tahmin edersiniz. Akşam olunca arkadaşımı otobüse bindirdim ve metroya yöneldim.

Metroya gelmeden, artık yüzüne aşina olduğum mendil satan bir kız çocuğu gördüm. 8-9 yaşlarında, saçları kıvırcık, dünya tatlısı bir çocuk bu. Daha önce onu Beşiktaş’ta, Mecidiyeköy’de, Fulya’da yine mendil satarken görmüştüm. Onu ne zaman görsem bazı zekâ timsali kişilerin bana “burası İstanbul , kimseye inanmayacaksın, herkes başının çaresine bakmalı” darb-ı meselleri gelir ve bu paranoidlerin sözlerini çiğnemek için, gider ona elimden geldiği kadar yardım ederim.

Çocuk bana 15-20 adım uzaklıktaydı, gelip geçenler tarafından pek umursandığı söylenemezdi. Taksim’de genellikle etek boyu üç parmaktan fazla olan hiç kimse toplumun ilgisini çekmez. Bir an içimi bir coşku kapladı ve kızın yanına gittim, oturdum.

- Senin adın ne ablacım ?
-Ecem.
Sesi net ama korkakt
ı. İsmi bende çoktan kapanmış olsa da, derin bir yarayı ifade ediyordu.
-İsmin güzelmiş. Kafasını hafifçe salladı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu.
- Neden buradasın?
Cevabını bildiğim sorular sormaktan nefret etsem de, içimde dayanılmaz bir konuşma isteği vardı.
- Neden olacak, yemek lâzım, yemek için de para …
Sade, net, dürüst, tertemiz bir cevap. Demek ki k
ız fakirliğin utanılmayacak bir şey olduğunu biliyor. Aklıma hemen hemen aynı yaşlardaki yeğenimin, yaşı küçük olduğu için bisiklet alınmayınca yaptığı maymunluklar geldi ve kızın olgunluğuna hayran kaldım.
-Baban para kazanmıyor mu ?
- Sana ne ! Benim bunları satmam lâzım, konuşturma beni.
Önünde 7-8 tane mendil vard
ı. Mendilleri önünden çektim ve parasını verdim.
- Bu kadar iş yeter hadi gel yemek yiyelim.
-Eve gitmem lâzım.
-Peki.

Ben giderken arkamdan seslendi:

- Abi, sen kötü biri de
ğilsin…

Onu da anlamak gerekiyordu. Küçücük yaşında travestinin, satanistin, alkoliğin, esrarkeşin, kol gezdiği bir yerde yaşamaya çalışıyordu. Benim kötü niyetli olup olmadığımı anlamak için kendince bir teste tâbi tutmuştu. İnsanların beni sınamasını asla sevmesem de bıcırığa sevgim bir kat daha arttı.

Yakın bir mekâna yemeğe oturduk. Ben söylemesem utangaçlığından bir şey yiyeceği de yoktu. Yemeğimizi yedik ve bir abi-kardeş gibi sohbet ettik. Kızın babası dört sene önce ölmüş, 7 yaşında bir kızkardeşi var, annesini iki sene önce kazada kaybediyor ve Tarlabaşı’nda dul olan teyzesinin yanında kalmaya başlıyorlar. Bu kadar boktan durumlar keşke filmlerde olsa diye düşündüm. Ben insanın bu kadar küçük bir yaşta, bu durumda kendisine ne gibi çıkış yolları üretebileceğini düşünedururken, telefonuma bir mesaj geldi, arkadaşım “ay bu gün keşke Taksim yerine Ortaköy’e gitseydik, hem kumpir de yerdik, canım çekti ya of “ diyor. Dünyada 7 milyar insan, 7 milyar farklı sorun var ve tabii ki herkesi kendi sorunları ilgilendiriyor.

- Abi, ben artık gideyim geç oldu.
- Peki bundan sonra ne yapacaksın ?
Sanki çocu
ğun hayatını kurtarmış ve ona birçok seçenek sunmuştum. Ne kadar aptalca bir soru olduğunu ancak şimdi idrak edebildim.
- Mendil satacağım. Gözleri yere sabitlendi. “Çünkü satmazsam teyzem kardeşime de bana da yemek vermez.”
- Okulunu güzel bitirirsen büyüyünce teyzene ihtiyacın kalmaz, devlette sana burs verir.

Resmen evrim geçirmi
ştim. Sanki 70 yaşındaydım ve torunuma tavsiye veriyordum. Ayrıca sosyal devlet algımda fazlasıyla komik, devlet karşılığını almadığı hiçbir şey vermez, bu çocuğun verebilecek neyi var ki ?

- Ne okuması abi, benim bir an önce para kazanmam lâzım.
- Okursan para kazanırsın.
- Okumak uzun, para olmadan okunmaz.

Hani bir söz var, facebookta, twitterda, sevgilisinden ayr
ılan ergen kırmaları hemen buna sarılır. “İdam sehpasındaki mahkuma çok yaşa demek gibiydi bazı umutlarımız.” Hayır. İdam sehpasındaki mahkuma çok yaşa demek, şu an benim bu çocuğa yaptığım şeydi.

- Hayatta inandığın şeyler olsun, umudunu kaybettiğinde onlara sarıl ve inançların için çabala.
- Peki neye inanayım ?

Bir cevap beklemeden kalktı ve gitti. Doğrusu o beylik lafları ederken böyle bir soruyla karşılaşacağımı ummuyordum. Çakıldım kaldım. Oturmaya devam ettim, sadece bunu düşünüyordum. Çocuğun geçmişteki ve şu an sürmekte olan yaşamına baktığımda neye inanabilirdi ?

Beynim için yorucu bir gece olmuştu. Mecidiyeköy’e geldiğimde “ yeter ulan, dünyayı ben mi kurtarıcam” tarzı salak saçma laflar söyleyip kafamdan düşünceleri kovmaya çalıştım. İnsanlara, insanlar yardım etmezse kim yardım edecek, uzaylılar mı ? Ancak bu o zaman aklımdan geçen şey değildi, tek isteğim o ruh halinden kurtulmaktı.

Kahve insanlığın en yararlı buluşlarından birisi. Bir mekâna kahve içmek için oturdum. Kahve gelene kadar etrafı seyretmeye başladım. Karşı masada iki çocuk, gündem Benfica- Fenerbahçe maçı. Yan masada bir çift ; surat ifadelerinde aptal bir memnuniyet ve tartışma havası var. Herhalde doğmamış çocuklarına isim arıyor zavallılar, diye düşündüm. Onların yan masasında ise o an görmek isteyeceğim en son manzaralardan birini gördüm. Şu ilk aşk denen zımbırtı hakkında çok atılıp tutuldu bu güne kadar. Unutulması ise bence sessizlikle mümkündür. Hatta unutmak mümkün değildir, mümkün olan sadece hatırlamamaktır. Ama “o” iki yan masamda bana yine kendini hatırlattı. Beni fark etmemişti. Yanındaki arkadaşıyla sohbet koyuydu. Ciğerini bilirim, 3956. babetini alacaktır da hangi renk alsam diye karşısındakinden fikir istiyordur. Hatıralar, resimler, ayrıldıktan sonra o boşluğa alışmak için geçirdiğim rezalet günler hepsi bir bir gözümün önünden geçti.

En önemlisi de birlikte yapılan planlar, artık ikimiz tarafından da başkalarıyla yapılıyordu, belki yarın başkalarıyla yapılacaktı. Görünmeyen bir el sanki mideme bıçak sapladı. Zaman ve mekân algımı kaybetmiştim. Garsonun sesiyle irkildim:
- Kahveniz ..
Benimse dalgınlıkla ağzımdan küçük kızın sorduğu soru dökülüverdi:
- Neye inanayım?
Garson;
- Anlayamadım?

O anlayamadı, bir de size soralım:

Neye inanalım?


Furkan ABİR

9 Mayıs 2013 Perşembe

PİSLİĞE ÖVGÜ - İSLAM ÇOBAN


Kalb-i süflî dîn-i nâkıs kimdir deseler avâm
Hep sen gelirsin yâdımıza bu kavle cevap haham
Anlatılmaz sen gibi p.ç kurusu deniye merâm
Zîrâ akl u fikrin yektir bir tek kalça .m

Post için gelmişsin dünyaya meçhûl peder u bî-mâm
Sâhib-i hakka maksûdun üzre hep âmil-nâm
Katı küffâr senin yanında kalır mümin şehir Şâm
Cünüp bedenin tuhruna değil gusül yetmez hamâm

Hümâ konmuş bâşına belli ki gürûhun da tamâm
Arzûn ne bilinmez amma lâyık sana donsuz îdâm
S.çtın bıraktın cihâna yellenmeden daha imâm
Böyle ulu deyyûstan ürer mi ki âdem-i tamâm

Fânî cihânda mevtini isterim ey kelb-i âzâm
İlm-i dünyâda âlim gezersin a câhil-i adham
Ahlâmında akan olasın hayâtında hem bilsam
Kîrin soksun g.tüne etsin hayallerin devâm

Dilerim sana makber-i çar-kûşe vere ol kirâm
Gele dâim s.ça makberine b.ku gelmiş agnâm
Âcâm g.tünden girip çıka arza misâl-i atam
Dökülen misk bûy-ı gûh olsun aya hınzır-ı bel’am

İslam ÇOBAN

Lügatçe:
Avâm: Halk
Meçhûl peder u bî-mâm: Annesiz ve babası belirsiz
Âmil-nâm: Muamele etmek ile bilinen
Tuhruna: Temizliğine
Hümâ: Talih kuşu
Deyyûs: Karısının kötü hâllerine, iffetsizliğine, göz yuman ve ses çıkarmayan adam
Mevt: Ölüm
Câhil-i adham: Kaba cahil
Ahlâm: Rüyalar
Akan: Kısır
Bilsam: Zâtü’l-cenb, akciğer zarı iltihabı

Makber-i çar-kûşe: Dört köşeli kabir
Kirâm: Eli açık cömert kimseler
Agnâm: Koyunlar, keçiler
Âcâm: Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar
Misâl-i atam:  Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.
Bûy-ı gûh: B.k kokusu
Hınzır-ı bel’am: Terbiyesiz, açgözlü, obur

BAMBAŞKA - KAHRAMAN TAZEOĞLU


İnsanlar geçmişlerine en büyük ihaneti unutarak yapar. Benim geçmeyen geçmişim hep şimdimde duruyor. Anılar unutmayı zorlaştırmak için verilmiş cezalardır sevgilim. Ben bu cezaya gülümsüyorum. Senin bıraktığın hiçbir şey ardımda kalmadı benim. İnsana en uzak düşen şey, bilerek geride bıraktıklarıdır çünkü... Kalbimdeki yerine hiç ihanet etmedim. Gidişin hiç bitmedi bende. Kaybedecek de olsam bir yolum vardı sende. Ve hayat o kadar kuralsızdır ki bazen, oyunu kuralına göre oynamak bile kazandırmaz insana. Seni kaybedeceğimi bile bile oynadım bu oyunu. Utanmaktan utanmadan...

Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
Beni mutlu edecek yalanlar söylemeyi öğrendim sensizlikte. Küçük mutluluklara büyüteçle bakmayı bildim. Sustum öylece. Konuşamadım sensizlikle. Gidişini haklı gösterecek uyduruk bahaneler buldum kendime. Sustum öylece... Kimse benim kadar sessiz susamazdı. Zaten o eski tadı da kalmadı susmaların; kime sorsam konuşuyor şimdi. O kadar sustum ki sensizliğe, sessizliğimde boğuldum her gece. Çok düşündüm seni düşünmemeyi. (Düşünmekle olmuyormuş seni düşünmemek). Keşke bana beni nasıl unuttuğunu öğretseydin, belki ben de sana uyardım. Anlamadığım tek şey; bende duran zaman sende nasıl geçiyor?

Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
Ben senden mutlu bir son değil, mutlu bir sonsuzluk istemiştim. Anlamadın! Belki de seni güzelleştiren, hayatın çirkinliğiydi... Bunu da ben anlamadım! Acaba benimle mutlu olduğun için mi beraberdin yoksa ben mutlu olduğum için mi? Bu sorunun da cevabını bırakmadın. Sadece gittin. Aşk ne senin bende gördüğündür ne de benim sende gördüğüm. Aşk; birlikte gördüğümüzdür sevgili. Seninle aynı değilmiş aşka bakışımız. Sen benden kusursuz bir aşk istedin, ben senden yaşanabilir bir aşk. Belki bu yüzyılın insanı değilsin diyeceksin bana ama bence aşk karşındaki insan çırılçıplakken bile gözlerini onun gözlerinden ayırmamaktır sevgili. Bu kadar temiz severken seni, koca bir hayatı kirletip terk ettin beni. Bu hayat seni unutabileceğim kadar uzun değil sevgili.
Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
Sen bir katilsin ama suç işlemedin. Suç işlemeden katil olanlar sadece kalp kıranlardır. Keşke “beni” öldürseydin; kalbimi değil! Üzülme sakın. Yaşayan ölülere yas tutulmaz sevgili. Ağlarken bile güzel kalmayı becerebilen yüzünle hatırlıyorum seni. Bensiz de yaşayabilecekken, beni tercih edendin o zamanlar. Nasıl da inanmıştım konuştuklarına. “Sevdim” demiştin, hatırla. Oysa sevilmekten önce güvenilmek isterdim ben. Daha ilk kıskançlığımda çekip gittin. Kıskanmak aşkın bencil yüzüdür sevgilim. O kadar da mı hatrım yoktu sende? Aşkı meslek edinmiş yüreğin meğer ne kadar da hazırmış her yeni başlangıca hazin bir son bulmaya... İçindeki eksikliği boşluk zanneden sevgilim; şimdi gözlerimizin her çarpışmasında kırılan kalbimin parçaları hayatıma batıyor biliyor musun?

Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
Aramıza kaç dünya girdi kim bilir? Senden sonra öyle büyük bedeller ödedim ki... Senin yalan ve ihanete ödediğin bedelin çok daha ağırını ben dürüstlüğüme ödedim. Ömrüne kattığın mutluluğu, benim hayatımdan çalman doğru muydu sence? Gözlerin beni ararken benden önce kaç gözde kirlendi kim bilir? Bunun hesabını hiç sormadım ben sana. Ama sen geçmişimi kabullenemediğin için, geçmişime sahip olmaya çalıştın. Benim olmak için değil, ait olmak için sahiplendin. Yine yanıldın! Değişirsin diye çok bekledim. Ve anladım ki insan değişir ama bizi asıl üzen hiç değişmeyenlerdir. Yaralar acıyı saklar, izleri hayatı gösterir. Gözlerini biraz aralayabilseydin, sana aydınlığı öğretecektim. Şimdi geceyi yak ki ışısın. Gidişini affetmeyişimdendir bu gaddar halim. Senden çok daha alaları beklese de kapımda, ben şairim; kıyamam turnayı gözünden vurmaya...
Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
İnsanı yaşatan ve ayakta tutan umutların, bir gün insanı öldüren umutlara dönüşmesi ne acı. Hâlbuki bütün bunlara ne gerek vardı? Hayat beni sensizken de uzun uzun öldürüyordu zaten. Ah bir de ölmeyip böyle benim gibi yaralı kaldın mı vay haline. Zamanla biter diye diye zamanı bitiriyor omzunda ağladığın dostların. Hâlbuki zaman acıyı bitirmez, dönüştürür sevgilim. Doğru tecrübeleri körelten, yanlış sıralamalardır. Başlamak bitirmenin yarısıysa, yanlış başlamak hatanın tamamıdır. Yanlış aşkta kazanmaksa, aslında kaybeden olduğunu bilmemekmiş... Bütün bunları bana sen öğrettin. Bilmeden... Her “yeniden”, gerçekten yeniydi eskiden. Şimdi her başlangıç, bitişini ezbere bildiğimize merhaba demek yeniden ve yeniden. İşte hayat böyle susturuyor insanı bazen. Başlıyorsun ama sonunu getiremiyorsun. Her şey o bildik ayrılığa çıkıyor çünkü... Böyle zamanlarda basiretin bağlanır, dilin kurur, kalbin donar. Başladığın cümleni kendin bitiremezsen, noktayı başkası koyar.

Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.
Şimdi içimde varmaktan çok bir gitme isteği. Zaman o kadar cimri ki; hiçbir saniyesini vermiyor geri. Zamanın değerini daha iyi anlıyorum bu yalnızlık yolunda şimdi. Ki beni zaten bu kalabalıklar yalnızlaştırdı sevgili. Yalnızlık tek başına taşınır. Sakın yanlış anlama, kendimi yitirmiş değilim, sadece sende kayboldum o kadar. Hayat sunduğu her engelin arkasına bir mutluluk saklıyor. Elbet yolumu bulurum yine. Elbet yine mutlu olurum. Kış geldi bak, ayrılığımızın beyaz çölü. Yine bahar gelecek, yine mevsimler dönecek ama gelecek de bir gün geçecek. Bu kadar konuştuğuma bakma. Aslında ben sana hep susacaktım ama sen kelimeleri ağzımdan çaldın. Ah sevgili... Beni benden alıp gittin; içimde bensizlik dışımda sensizlik var şimdi. Sadece şunu merak ediyorum; hiç ağlamıyor musun özlerken? Bu kadar mı yoruldun benden?
Şimdi son sözüm sana şu sevgili: bazı erkekler adam doğar, bazıları sonradan adam olur. Ben aşkı nimet gibi başımın üstünde taşıdım; bundandır boyun eğmeyişim. Riski bazen kazanmak, bazen de elindekini kaybetmemek için alırsın. Hayat böyle işte korkun kadar kaçar, cesaretin kadar savaşırsın!

Acım mı?
Geçmedi... Alıştım sadece.


Kahraman TAZEOĞLU