6 Aralık 2015 Pazar

Türkçe Öykü Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir - Fatih Balcıoğlu


Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, bir gün genç bir Amerika Birleşik Devletli eleştirmenle konuşuyorlarmış. Eleştirmen demiş ki: Yazdığınız öykülerin en uzunu 10-15 sayfayı geçmiyor. Sinyor Borges, öykülerinizi niçin bu kadar kısa tuttuğunuzu söylermisiniz lütfen? Borges, ailesinden gelen bir rahatsızlık nedeniyle görme yetisini tamamen kaybetmiş bir yazar. Karşısındakinin elini aramış, bulduktan sonra da demiş ki: Bozmaktan korkuyorum da onun için. Yoğunluğun bundan iyi tanımı olamazdı sanırım. 10-15 sayfayı geçmesin demiyorum. Stefan Zweig gibi Satranç'ı yazabilecekseniz, buyrun. Dilde ve kurgudaki yoğunluğu da yakalamak şartıyla. Değerlendirelim.
****
Bu yazı dizisinde öykümüzde yaşanmış ve yaşanmakta olan her şeyi irdeleyip, sizin önünüze sunacağım. Ancak şunu eklemem gerekir ki, bu yazıyı okurken, Namık Kemal'in Lisan-ı Osmânî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir makalesinin içeriğini uzaktan ya da yakından baz almayınız. Ben Namık Kemal değilim. Başlığı kullanma nedenim ise o makalenin yazıldığı dönemdeki arayışı, bugün Türkçe öykü yazanlarda görmemde kaynaklanıyor. Kök salınınca, elbet bu dal daha da büyüyecek. Bu dala zaman zaman tekrar değineceğim.
****
Bâki Ayhan T. , Kırmızı Kalem Kutusu isimli kitabınının bir bölümünde şiirimizde geçen ilginç kafiyeleri tespit etmiş. Tabi, ben bunu okuyunca durur muyum! Öykücülerimizin ilginç benzetmelerinin altını tek tek çizmeye başladım. Son haftalarda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öykülerini tekrar okuma fırsatı yakaladım. Geçmiş Zaman Elbiseleri öyküsünden bir gül rakısı benzetmesi: ''...ilâh kanı kadar sıcak'' Devam ediyor. ''Evet, bu rakı değildi, bu Hafız'dan bir gazel, yahut Anakreon'dan bir manzume gibiydi.'' Aynı öyküden: ''...asıl yaradılışın iğrenç çizgileri'', ''...Bu konuşma değil, yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetiyle devam eden anlaşma idi.'' ''...Ve  ben kamaştırıcı bir aydınlık içinde boğuluyor gibiydim. Bu hali ancak, bazı uykularda çok sevdikleri insanların gözlerine bakarken uyananlar anlayabilirler.'' Bu da Sait Faik'in Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye adlı hikayesinden, hiç şüphesiz ki kusursuz. ''Bir insanlar bekler gibi duran sandalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandelyeye insan bekletmesini bilmiş.''
****
Sigara bırakma seminerlerinde, size sigaranın öldüreceğinden, cinsel iktidarsızlığa yol açacağından ve her türlü hastalığa sebep olabileceğinden bahsetmezler. Zaten siz bunu biliyorsunuz, paketlerin üstünde de yazılıdır. Sigara içmenizin dışarıdan bir görüntüsünü verirler. Anne ve baba kavga etmiştir, ikisi de sinirden(!) sigara yakar. Çünkü zamanında filmde görmüşlerdir, bilinçaltı dolaylı yoldan bir bağlantı kurar. Yapılan anlamsızlık, dışarıdan bir gözle gösterilince sizi ikna etmek diğer yollara göre daha başarılı olur. Buradan hareketle, aynı zamanda bir hayvan hakları gönüllüsü olarak Hayvan Hakları Derneği'ne açık duyurudur: Orhan Kemal'in Köpek Yavrusu hikayesinin kısa filmini çekin. Bu hikayede bir köpek yavrusunun halk tarafından linç edilmesi konu ediniyor. Hammal Memet Bey, bu linç girişimini durdurmaya çalışsa da insanlar tarafından soytarı ilan ediliyor. Bu duruma daha fazla dayanamayan Memet Bey, köpeğe eziyet ederek öldüren çocuğa tokat atıyor ve karakola sevk ediliyor. Çocuk ise halk tarafından kurtarılıyor. Orhan Kemal, hiç kuşkusuz büyük bir öykücü. Bu öyküyle de bağlantı kurarak öykülerindeki iki temel özelliğe değinmek istiyorum. Birincisi; Orhan Kemal ana kahramanlarının karşısına halk tarafından desteklenen kötüleri koyuyor. Kalabalık adım adım kahramanı takip ediyor. Kimi zaman kahkahalar atıyorlar, kimi zaman -deminki öyküde olduğu gibi- kahramanı soytarı ilan ediyorlar. İkincisi; diyaloglar hiçbir öykücü de olmadığı kadar aktif. Kahramanların kısa tanıtımından sonra öykünün sonuna kadar diyaloglar kurguyu götürüyor. Kurgu diyalogları yaratmıyor, diyaloglar kurgunun akışına yön veriyor. Buna en güzel örneklerden biri de Sarhoşlar öyküsü. Yine bu öyküde, kahramanın karşısındaki kalabalık dikkat çekiyor.
****
''...Kendisini öğrendiklerinden geçirmeye gücüm yetmeyeceğini bildiğim halde onunla şiir tartışmalarına tutulmaktan da kendimi alamazdım. Benim şair Orhan Veli olduğumu da her halde öğrenmemeliydi. Gözünden fena düşerdim yoksa. Hatta aleyhimde atıp tuttuğunu bile duysam kendimi tanıtmamalıydım. Varsın o rahat konuşsun. Desin ki: '' Orhan Veli mi? Onlar da mı şair? Bırak şu bopstilleri Allah aşkına! Bu türlü maskaralıklar Avrupa'da çoktan geçti. Yazsalar ya vezinli, kafiyeli, doğru dürüst şiir. Yazsalar ya! Sıkı mı? Yazamayınca ne yapacaklar? Tabiî böyle bin bir şaklabanlıkla nazarı dikkati celbetmeye çalışacaklar. Kolay iş bunlar, kardeşim, kolay iş. Halbuki sanat o kadar kolay değil.'' Varsın söylesin Erdoğan. Söylesin. Boşaltsın içini. Tutup ona şiir nazariyeleri döktürecek değilim ya. Hem ne işe yarar zaten? Karşı gelebilir miyim peşin hükümlere?'' Alıntı yaptığım bu öykü Yaprak dergisinin 11. sayısından. Yıl 1949. Orhan Veli'ye ait, öykünün ismi İşsizlik. Orhan Veli, peşin hükümlere cevap vermekten sıkılmış, anlaşılan. Ben 2015'te bile bu cümleleri halen duyuyorum. ''Canım sanat mı o Garip midir nedir!'' İşin bu boyutuna girmeyeceğim, girmeyiniz de zaten. Ben de Orhan Veli gibi sıkıldım. Hal böyleyken Orhan Veli'nin bu birinci ağızdan aktardığı cümleleri, acı bir ironi mi yoksa cevapsız bir savunma mı olarak algılayacağız, gerçekten bilmiyorum. Orhan Veli'nin öykücülüğüne dair birkaç şeyden bahsetmek istiyorum: Orhan Veli düzyazıda başarısız olmuştur. Bunun en keskin nedenini gerçekle öyküdeki kurmacayı kaynaştıramamasında görüyorum. İşsizlik hikayesinde önüne gelen iş tekliflerini reddettiğinden yakınıyor ve bolca yemeklerden söz ediyor. Nahit Hanım'a yazdığı mektupları da göz önünde tutarak söyleyebilirim ki; gerçeği birebir yansıtmaya çalışıyor. Bu, teknik bir hatadır. Yine dili, düzyazı diline değil, çok daha iyi yaptığı şiir diline yakın. Orhan Veli'nin çok daha başarılı öyküler yazabilirdi, kanısındayım. Nahit Hanım'a mektup göndermek için parasızlıktan postahaneye saatlerce yürüyen bir insanda öykü daha çok olmalıydı. Ama o şiir üzerinde çalışmayı seçti, şiiri daha çok sevdi. Üzgünüm.
****
19.yy'da topraklarımızda birkaç kez girişilen ama komik olmanın ötesine geçememiş korku öyküleri, temelini atmak için epey bir zaman bekledi. Kenan Hulusi Koray, Bahar Hikayeleri ile kazmayı toprağa vurdu. Ama ne yazık ki bu adımı, ciddi bir şekilde ilerletecek çok insan çıkmadı. Selim İleri, Kenan Hulusi Koray öyküsü için şunları söylüyor: ''Kenan Hulusi Koray gerçek başarısını korku uyandırıcı öyküleriyle sağlar. Türlü yönsemeler gösteren öykücülüğünde Bahar Hikâyeleri adlı yapıtı, edebiyatımızda pek işlenmemiş bir alanı, korku öyküsünü yerli renklerle kaplar. Toplumumuzun yabancısı olduğu bu soy öykülerde Kenan Hulusi, şiirli bir anlatımla buğulu, bulanık bir dirimsellik yaratmıştır.'' Bahar Hikâyelerini okuyunca aklıma Edgar Allan Poe'nun öyküleri geldi. (Edgar Allan Poe'nun başarılı korku öykülerini, Kenan Hulusi'den yüz yılı aşkın süre öncesinde yazdığını söyleyerek moralinizi bozmak istemiyorum.) Edgar Allan Poe, Amerika Birleşik Devletleri kültürünü, Kenan Hulusi Türkiye kültürünü çok iyi kullanmış. Edgar Allan Poe, The Raven (Kuzgun) filmiyle dünyaya tanıtıldı. Bunu biz de yapabiliriz, öneririm. Ama mümkünse postmodern sinema olsun. Edebiyatından daha iyi olduğu kesin.
****
Edebiyatla hiç ilgisi olmayan biri bile bir yerde Karabibik kelimesini görünce durur, orayı okur. Çünkü Karabibik lisede verilmiştir, gençlere üniversite sınavında sorulabilir denmiştir. Ama eminim bırakın o gençleri, o dersi veren edebiyat hocalarının bile çoğu Karabibik'i okumamıştır. Edebiyatla uğraşan herkesin okuması gerekir. Özellikle öykü yazanların. Bir öykü nasıl yazılmaması gerekir, onu anlamak için okuyun. Öyküdeki hataların detaylarına kadar inersek, 20 sayfa yazılabilir. O yüzden kısa kısa geçeceğim. Meddahlık geleneği, Osmanlı'da öykü yazan kişilerce yanlış algılanmış (Halit Ziya'ya kadar gelen süreçte) Bir meddahın görsel yanı olduğundan dolayı kelimeleri de bu formata uygundur. Ancak bir öykü yazarı bunun taklidini yapmaya kalkarsa felaket olur. Bir öykü düşünün, okuyucuya bir bölümde ''oğlum'' diyebiliyor.  Ne kadar saçma geliyor dimi kulağa? Karabibik'te geçiyor. Nabizade Nâzım, öyküde tarafsız değil. Buna bir şey demem, tarafsız olmak zorunda değil. Nitekim Halit Ziya'da özellikle çocukların geçtiği öykülerde hiç te tarafsız değildir.  Ancak Nâzım, şu hataya düşüyor: tarafsız olayım derken inandırıcı olmak pahasına araya çokça ve rahat girebiliyor. Ben kimi yerlerde öğüt mü dinledim, öykü mü okudum anlamadım. Bu da doğrudan geçişleri paramparça ediyor. Zaman eklerini kullanırken çok bariz hatalar yapmış. Sezdirmek yerine önceki cümlelerini açık bir sonuca bağlamış: ''...buna naz derler'' ''....buna gençlik derler'' Yöresel unsurları ve oradaki dili kullanmış. Dili de oldukça sade. Ben de öyküde sade bir dilden yanayım. Ancak her sade dil, başarılı olmuyor. Bir noktada ayarı kaçırırsanız, o köydeki kahvenin içinde sohbet eder gibi yazarsanız başarısızlıktan kaçamazsınız. Eğer kahve üslubunu 1. tekil bakış açısıyla yazsaydı, daha mantıklı ve gerçekçi olurdu. Ama her nedense tanrısal bakış açısını tercih etmiş. Bence bu da meddahlık geleneğinin dolaylı bir etkisi. Tüm bunlar başarısız bir sonla birleşince, tadından yenmez -ama gerçek anlamıyla tadından yenmez- bir öykü oluyor. 19.yy'da ne bekliyordun sorusunu duyar gibiyim. Karabibik 1890'da, Sezai'nin Küçük Şeyler'i 1892'de yayımlandı. O yıllarda Küçük Şeyler gibi başarılı bir örnek yazılabilirken, kimse benden iyimserlik beklemesin lütfen.
****
Memduh Şevket Esendal ismi, 1946 yılında Ayaşlı ile Kiracıları romanı ödül kazanmasaydı ilgi uyandırmayacaktı. Belki de en başarılı öykücülerimizden birini kaybetmiş olacaktık. 1946 yılına kadar onlarca öykü yayımlamış birinin, kendini kabul ettirememesinin belli başlı nedenleri var: bunların başında öz Türkçe'ye karşı bir grubun varlığını koruması var. Şiirde Orhan Veli ve arkadaşlarının çektiği derdi, Esendal öyküde çekmiştir. Diyecekseniz ki: Ama Ömer Seyfettin örneği var, o nasıl oluyor? Ömer Seyfettin bu mücadeleyi birey olarak sürdürmemiş, bir grup var. Dergi var. Bunun üstünde siyasi bir görüş var. Bu şekilde daha kolay oluyor. Esendal'ın elimizde olan ilk öyküsü ''El Malının Tasası'' ağustos 1912 tarihini taşıyor. Bu öykü Meslek dergisinde 31 Mart 1925 tarihinde ''Vapur Dâvası'' adıyla yayımlanmıştı. Son kez ''Temiz Sevgiler'' adıyla yeniden işlenmişti. Yine yayımlanma tarihi 1911-1912 yıllarına rastlayan Çığır gazetesinde, belki çok daha önce yazılmış 7 öyküsü bulunmaktadır. Ömer Seyfettin'in öz Türkçe ile ilgili yazdığı Ali Canip Yöntem'e yazdığı mektup ise 28 Ocak 1910 tarihini taşımakta. Ömer Seyfettin, 1908'de çeteleri izlemek için Bulgaristan'a görevlendiriliyor ve oradan İstanbul'daki dergi ve gazetelere öyküler gönderiyor. Bu gönderdiği öykülerden İki Mebus isimli öykü, bütün yönleriyle Edebiyat-ı Cedide'nin etkisi altındadır. Sadece İki Mebus ile sınırlandıramayız bu durumu. İlk Namaz isimli öyküsü de bu durumu destekler. Buradan hareketle, belki de arı Türkçe'yi Esendal ile başlatmak gerekecektir. Araştırmacıları göreve davet ediyorum.
****
Edebiyat Ortamı'nın 2015 Öykü Yıllığı hakkında bir şeyler söylemezsem haksızlık etmiş olurum. Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı Öykü Yıllığı, büyük bir emek harcanarak meydana getirilmiş. Kuşkusuz öykümüzün bu tip çalışmalara ihtiyacı var. Yıllıkların hazırlanmasının büyük bir iş olduğunu yakından bilirim, yıl içinde çıkan tüm öyküler okunur. Kaynaklar taranır. Emeği geçenleri tebrik ederim, fakat benim eleştirilerim olacak. Öykü ve diğer sanat alanlarını incelerken temelde bir noktada birleşebileceğimizin kanısındayım: o alanla ilgili tartışmalar. Yıllıkta öyküyle ilgili tek bir tartışma yok. Kitabın başından sonuna kadar olumlu cümleler var. Bence bir yerler işaret edilmeli, ''Bu da yanlıştı'' denilebilmeli. Dünya edebiyatındaki örneklerle karşılaştırma sunulabilmeli, okuyucuya yorum fırsatı tanınmalı. Geçen yıl, öykücülüğümüzde parlayan isimler oldu. Bu isimleri yıllıkta görememek beni şaşırttı. (İsim vermememin nedeni; bazılarının o kişileri arkadaşım olduklarını sanacaklarından) Bir de Yıllık çalışması, isme, şahsa hizmet etmemeli. Örneğin, X kişisi çok daha önce başarılı çalışmalar ortaya koymuştur. Daha öncekilerinin hatrına ''Bu kişiden de alalım'' denmemeli. Yıllık, adı üstünde. Birbirlerimizin öyküyle ilgili çalışmalarını eleştirelim, tartışalım, gelişelim. Burada önemli olan üst başlık öyküdür. Kişiler, öykü kadar önemli değildir. Yıllıktaki en iyi öykülerin ismini veriyorum, zamanınız olunca karıştırmanızı tavsiye ederim. Sadık Yalsızuçanlar ve ekibini tekrar tebrik ederim. Aykut Ertuğrul / Çok Bilinmeyenli Bir Öykü, Cemal Şakar / Unutuş, Güray Süngü / Derviş, Mehmet Akgül / Walter Benjamin Ölmeden Önce Ya Da Bir Tren Daha Gidelim Mi?, Seyit Göktepe / Küller.

FATİH BALCIOĞLU

Orhan Kemal'in Çikolata Öyküsü - İnceleme



Orhan Kemal’in “Çikolata” isimli öyküsünde sınıfsal farklılıklar ve yoksulluk ön plana çıkmıştır. OrhanKemal zaten çoğu öyküsünü yoksul kesim, işçiler ve öğrenciler gibi konular üzerine dayanarak yazmıştır. Kendisi, toplumcu gerçekçilik akımını benimsemiştir. Amelelik ve hamallık gibi işlerde çalışıp hayatı bu yönüyle de tecrübe etmiştir. Bu öyküde de elli ya da altmışlı yıllarda çok varlıklı olmayan fakat orta düzeyde geçinen bir ailenin iki çocuğuyla, babası yoğurtçu olan, yoksul bir kızın karşılaşmaları ve diyalogları anlatılmıştır. Erkek çocuğun büyük aynalı, şık bir berbere gidiyor olması, halalarının çocuklara helvalar ve çikolatalar getiriyor olması ekonomik durumlarının iyi olduğunu göstermektedir. Yoğurtçunun kızının da sidik kokan sokaklarda dolaşması ve pis saçları, onun yoksul bir ailenin çocuğu olduğunu göstermektedir.

Bu öykü bir olay öyküsüdür. Metin, anlaşılabilir bir dille yazılmıştır ve tanrısal anlatım kullanmıştır. Kesitler serim, düğüm, çözüm olarak açık ve belirgindir. Serim, ablayla kardeşin berberden çıkıp şekerciye girmeleriyle başlar ve yoğurtçunun kızıyla konuşmaya başlayana kadar devam eder. Konuşmaya başlamalarıyla düğüm başlamış ve olaylar birbirini takip etmiştir. Burada ilk başta yoksul kıza acırlar ve de imrendirip günah işlemekten korkarlar. Fakat sonradan aralarındaki konuşma kavgaya dönünce, onu umursamayıp paralarını birleştirerek ellilik bir çikolata alırlar. Çözüm kesiti kardeşlerin şekercinin oradan ayrılmasıyla başlar. Yoksul kız, arkalarında kıskanarak bakar ve kendini olmadığı biriymiş gibi göstermeyi bırakır ve attıkları çöpleri toplayıp onlarla oynar. Burada sınıfsal farklılıklar ile yoksul ve varlıklı arasındaki çatışmalar işlenmiştir.

Öyküde, ana kişi, oğlan çocuğudur. Olaylar onun üzerinden ilerlemekte ve gelişmektedir. Yoksul kızın önünde yemek, onu imrendirmek istemese de sonradan dolduruşa gelip çikolatayı alırlar. Buradan aslında görgülü biri olduğunu anlayabiliyoruz. Ablası da onun gibidir, fakat daha kontrollüdür. Sonradan oğlan, çikolatayı almak istemeye başladığında, ablası onu uyarır ve yanlış olduğunu söyler. Yoğurtçunun kızı yoksuldur, fakat bunu göstermek istemez. Abla, kardeşe imrene imrene bakar ve kıskanır onları. Diyaloğa girdiklerinde yoksul kız, kendini onlar gibi varlıklı tanıtmaya çalışır. Onlar gibi olmak ister. Onun da kendine göre toplumda bir yeri vardır. Toplum içinde çingene gibi görülmek istemez, fakat sonra dayanamaz ve yerden çikolata ambalajını alır ve içindeki bulaşığı yalar. Bu da bize alında ne kadar büyük bir yokluk içinde yaşadığını gösterir.

Orhan Kemal, öyküyü yazarken kişiler arasında diyaloglar kullanmıştır. Betimlemelere ve simgelere yer vererek öyküyü gerçekçi kılmıştır. Düz öyküleme kullanarak kesitleri daha belirginleştirmiştir. Daha çok kısa cümlelere yer verilmesiyle birlikte aralarda uzunca cümleler de kullanmıştır. Açık bir anlatımla okuyucuya, anlaşılması kolay, bir o kadar da anlamca yoğun ve çok şey anlatan bir öykü sunmuştur. Öyküde en etkin rol oynayan nesnelerden biri de çikolatadır. Çikolata, metinde, sınıfsal farklılıkların, zengin-fakir ayrımının gün yüzüne çıkmasını sağlayan etkendir. Yani, günümüzde, insanları bölen, sınıflara ayıran, bütün etkenleri temsil etmektedir.

Buradan alıntıdır: http://blogs.hisarschool.k12.tr/berkedemirci/2013/05/14/orhan-kemal-cikolata-oyku-inceleme/

HAFTANIN KİTABI: TIKLAYINIZ...

SABAHATTİN KUDRET AKSAL GAZOZ AĞACI



1954 yılında yayınlanan Gazoz Ağacı, Sait Faik Hikaye Ödülü’nü almıştır. Sabahattin Kudret Aksal‘in hikayeleri Sait Faik Abasıyanık Hikayelerini hatırlatır. Avare insanların anlık yaşamları, aile içindeki sarsıntılar, yakınların ölümü, ihaneti, çocukluğunda ve ilerle­yen yaşamında gözlemlediği olaylar hikayelerinin konusunu oluşturur.Gazoz Ağacı‘nda da benzer konuları işlemiştir. Ga­zoz Ağacı isimli hikâye kitabında yer alan bazı hikâyelerin isimleri şunlardır: Bir Dostluk, Hayriye Hanım, Bizim Olan Sokaklar, Çekirdek, Gazoz Ağacı.

Gazoz Ağacı Kahramanları (kişileri)

Saim: Hikâyenin başkahramanıdır. İstanbul’un kenar mahallerinde yaşayan, hovarda bir gençtir. Sorumluluk duy­gusundan yoksun, annesinin emekli maaşıyla geçinen, işsiz, kahvede oyun oynamaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen bir kişidir.
Melahat: Saim’in âşık olduğu genç kız. Aynı mahallede, sıradan bir hayat sürmektedir. Basit, sade, evinde kocasını beklemekten başka hiçbir işle meşgul olmayan bir kadındır.
Terzi Çırağı: 17 yaşlarında, Melahat’a âşık olan bir gençtir.


Gazoz Ağacı Özeti

Hikâyenin başında, mahalle ve mahalle yaşantısının kısa bir görünümü verilmektedir. Mahalle, denize yakın bir yerde­dir. Mahallenin bakkalı, kokusu, türlü türlü renkleriyle çocuk­ları kendine çekmektedir. Eski, tahta evlerin oluşturduğu dar sokaklarda çocuklar gündüzleri birdirbir, geceleri saklambaç oynamaktadır. Bazen bu saklambaca gençler de katılmakta­dır.
Bakkalın yanı başında da Hacı Emin’in kahvesi bulun­maktadır. Yaz ve kış mevsimlerinde çok kalabalık olan bu kahvede, işsiz gençler maça kızı, pişpirik, kaptıkaçtı oyna­maktadır. Kahvehane, özellikle akşamlan kalabalıklaşır, gün­düzleri sadece birkaç genç bulunur.
Bu mahalledeki kadınlar da akşam beşe doğru yanla­rında yiyeceklerle sahile inerler. Kadınlar hep beraber deniz kıyısında eğlenirler.

Bu hikaye bir gencin bir kıza ilgi duyması veya birilerinin evlenmesi ha­disesidir. Dedikodu, tüm mahalleye hemen yayılıverir.
Saim de kahvenin karşısındaki pembe evin kızına âşık olmuştur. Haber, hemen mahallede yayılmıştır. Saim, artık kızı görebilmek için günün her vakti kahvededir. Saim, kızı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenemez olduğu için sürekli oyunlarda yenilmektedir. Her yenildiğinde karşısındaki ga­zoz aldığı için en sonunda adı “Gazoz Ağacı”na çıkmıştır. Sa­im’in içi aşkla dolu olduğundan bu lakabı umursamamak­tadır.
Bir gün yolda kızla karşılaşır. Heyecanlanır, dili tutulur. Ona sadece: “Nereye?” diye sorabilmiştir. Kız da yıllardan beri onu tanıyormuş gibi “Eve…” diye cevap vermiştir. Sa-İm’İn aylardan beri içi yanmaktadır. Heyecanlansa da kıza duygularını anlatmalıdır. Kıza, onu sevdiğini söyleyiverir. Kı­za, onunla evlenmek istediğini anlatır.
Saim, bu olaydan sonra çok değişmiştir. O hovarda genç, un fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Tek istediği şey, kızla beraber mahalleden kaçmak, küçük bir odacık tutup ya­şamaktır. Düzenli bir hayatı istemektedir. Sabahları işe gittiği, eşinin ona yemek hazırladığı günleri hayal etmektedir.
Bir gün, Saim bu düşüncelerini gerçekleştirir. Kızı da ya­nına alarak şehrin bir başka ucunda bir apartmanın çatısında bir odalık bir eve taşınır.
Artık, sabahlan erken kalkmakta, işine gitmektedir. Eşi Melahat’la düzenli bir hayata başlamıştır. Akşamları, işin yor­gunluğunu karısının onu evde beklediğini düşününce atmak­tadır. Eviyle ilgili her şey onu çok mutlu etmektedir. Karısı, o eve gelir gelmez ona sıcacık yemekler hazırlamaktadır. Karı­sına gününün nasıl geçtiğini sormaktadır her akşam. Karısı Melahat hiçbir yeri bilmediği için bütün gün kocasını evde beklemekten başka bir sey yanmamaktadır.

Yine böyle bir gün, akşam Melahat evde kocasını bekle­mektedir. Saim, eşinin ona hazırladığı sıcak yemekleri yer. Melahat, Saim’in sigara içmesini bekler. Sonra Saim, Mela-hat’ın canının sıkıldığını düşünerek onu gezmeye götürür. Sa-im’le Melahat ışıklı, aydınlık, kalabalık bir caddeye çıkarlar. Bir mağazada mankenin üzerinde gördüğü elbiseye dalar, gi­der. Melahat, mahalleden ayrılırken böyle kıyafetleri ola­cağını hayal ermiştir. Oysa kocası, onun vitrindeki kıyafete bakmasına bile tahammül edememektedir. Kocasının has­talık için sakladığı 30 lira ile ona elbise almasını İster. Saim, sinirlenir. Birlikte sinemaya giderler. Melahat, çok mutsuz-laşmıştır. Sinemada sessiz sessiz ağlar. Evlerine gidene kadar tek kelime konuşmazlar. Saim de o mahallede içini titreten kızın yanında, eşi olarak bulunduğunu düşünür. Ona olan aşkının zayıfladığını hisseder. Artık hiç heyacan duymamak­tadır. Aynı sebeplerden dolayı edilen kavgalarla süren, Mela­hat’in canı sıkılarak Saim’i beklediği günler geçer. Melahat çok sıkılmaktadır. Küçücük evin işi sabah erkenden biter. On­dan sonra yapacak hiçbir şey bulamaz. Mahallede hiç kimse­yi tanımamaktadır. Saim de yalnız dışarıya çıkmasına izin vermemektedir.
Bir gün, Melahat.değişik bir şey yaşar. Dış kapıyı açtığın­da karşısında bir genç görür. Genç, alt kattaki terzinin çıra­ğıdır, sigara içmek için onların kapısını önüne gelmiştir. Genç, ondan sigara içtiğini ustasına söylememesini rica eder. Sa-im’e bu olayı söylemez. Çırak her gün kapıya gelmekte, soh­bet etmektedir. Böylece Melahat da sıkılmaktan kurtulmak­tadır. Melahat, çocukla bir konuşmasında kocasının olduğu­nu söyler. Çocuk çok üzülür. Melahat da çocuğun üzülmeme­si için “O sadece geceleri gelir.” der. O anda, Melahat mem­leketini bu genç için değil de Saim için terk ettiğine üzülür. Bu genç, onu daha mutlu edecektir. Ona kocasının almadığı el­biseleri alacaktır. Saim, ona hayallerindeki hiçbir şeyi vermemistir. Günler geçtikçe, çırak artık Melahat’in evine gelmeye, onunla sohbet etmeye başlar. Çocuk ona ‘abla’ diye hitap et­mekte; fakat onu sevdiğini söylemektedir. Çocuk, ona bir miktar parasının olduğunu, onunla kaçabileceğini söyler. Me­lahat buna güler. Kocası da aynı şeyi söyleyerek onu buraya getirmiştir. Aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra bu çocuk­la kaçması anlamsızdır. Fakat artık Saim’i hiç sevmediğini an­lamıştır. Kocasına bir mektup bile bırakmadan onu terk et­mek düşüncesi, onu mutlu etmektedir. Çocukla bu kaçışı, günlerce konuşurlar fakat kesinleştirmezler. Saim’le hayatları da aynı şekilde sürüp gitmektedir.
Saim, karısındaki değişiklikleri az da olsa fark etmektedir. Bir gün yolda mahalleden dostu Osman’la karşılaşır. Osman, ona kahvede yeni bir oyun oynadıklarından bahseder. Bir se­ne geçmesine rağmen Saim mahalleyi, kahveyi, oradaki ya­şamını çok özlemiştir. Bir kız için o yaşamı terk ettiğine ina­namaz. Osman’ın mahalleye davetini kabul eder, onunla gi­der.
Akşam yemeklerini her günkü gibi ısıtan Melahat, Saim’i merak eder. Gece yarısı olmuştur, Saim hâlâ gelmemiştir. Ev­lendiklerinden beri ilk defa eve geç gelecektir. Yarı umursa­maz, yarı merak hâlinde uyuyakalır. Sabah olduğunda, ko­casının hâlâ gelmediğini görür. Akşam Saim aynı vakitte ge­lir. Melahat’a hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymaz. Mela­hat ona kızarak gece neden gelmediğini sorar. Saim eski ma­halle kahvesine gittiğini, geceyi de evinde geçirdiğini söyler. Melahat, çok üzülür. Anlar ki Saim artık ondan sıkılmıştır. Ay­nı şekilde yemeklerini yer ve uyurlar. Saim, zamanla bu ka­çamaklarını artırır. Haftada birkaç gün üst üste eve gelmeme­ye başlar. Yine böyle eve gelmediği bir günün sonunda, eve gelir. Kapıyı Melahat açmaz. Eşyalarını da alarak gitmiştir. Saim sadece “Niye gitti acaba?” diye sorar kendi kendine. Gece yanında bir boşluk hisseder, o kadar. Aradan üç dört gün geçtikten sonra Melahat gelmeyince evi boşaltır, eski ma­hallesine döner.
Ertesi baharın son günlerinde, Saim ve arkadaşları Sirke-ci’de yerler, içerler, eğlenirler. Saat 10’a doğru Beyoğlu’na çıkarlar. İşıklar yanan bir kokteyl salonuna girerken arkadaşı, Saim’e: “Bak seninki.” der. Melahat yanında bir adamla yan­larından geçer. Saim: “Ne yapalım yahu, benimkiyse benim­ki.” diyerek umursamaz. Melahat ise onları görmemiştir bile. Yanlarından güzel bir koku bırakarak geçip gitmiştir.

KATIKSIZ MUTLULUK: KATHERINE MANSFIELD’İN BÜTÜN ÖYKÜLERİ



Daha önce Memet Fuat (Adam Yayınları) ve Şadan Karadeniz’in (Can Yayınları) çevirisinden okuduğumuz Katherine Mansfield’in öyküleri şimdi de Oya Dalgıç’ın çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Bu çevirinin önemi Mansfield’in “tüm öyküleri”ni kapsamış olması. Zira daha önceki çeviriler Mansfield’in öykülerinden seçmelerdi.
Çeviri, edebiyatın temel tartışma konularından biri. Çevirmenlerin sözcük tercihleri, çeviri anlayışları sürekli tartışılır. “Çevirinin o kitabı yazmaktan zor olduğunu söyleyenler,” hiç de haksız değiller. Çünkü çevirmen olarak başkalarının sözcüklerini, hatta duygularını aktarmak zorundasınız. Kuşkusuz daha iyi çevirmek farklı, tümüyle yanıltıcı, emeksiz, dikkatsiz çeviriler farklı. Bu anlamda yayınevlerinin editöryal dikkatleri önemli.
Katherine Mansfield’in bütün öykülerinin çevrilmesi çok önemli, çünkü o modern öykünün kurucu adlarından biri. Onun öyküleriyle özellikle Çehov öyküsü arasında bir paralellik kurulur. Gerçekten de tam bir Çehov tutkunu olan Katherine Mansfield, 5 Temmuz 1918’de günlüğüne şu notu düşer: “Ah, Çehov! Niçin ölüsünüz? Niçin akşamın geç bir vaktinde, kocaman bir loş odada, dışarıda sallanan ağaçların yeşile döndürdüğü ışıkta oturup konuşamıyorum sizinle?” Yine bir Çehov kitabına düştüğü notta ise şöyle der: “Hiç kuşkum yok, kabul edeceksiniz. Benim İngiliz Anton Çehov’u olduğumu.”
Mansfield öykülerinde, hayatta seçeneksiz kalmış, acılı, yalnız, yoksul insanların dünyasına eğilir. Hiçbir duygu abartmasına gitmeden tam da hayatın içinden bir fotoğraf çekerek okura yaşanan acıyı geçirir. Tıpkı Çehov’da olduğu gibi onda da her şey hayatta olduğu gibi yalındır. Ama bir yaşantıya odaklaşma gerçekleştiğinde hayatın gerçekleri ortaya dökülür. O da giriş, gelişme, sonuç disiplinini reddeder. Aydınlanma anından sonra öykü aynı ritimde sürer ve çarpıcı bir sonla bitmez. Öykülerindeki Çehov etkisine karşın, anlatım biçimi yenidir ve Çehov’dan farklıdır. Mansfield’ın Çehov yaklaşımını (sadelik, yalınlık ve sıradan insanlar) iç monolog ve bilinç akışıyla yeni bir estetik forma ulaştırdığını söylemek mümkündür. “Kim ne derse desin, böyle yazacağım,” başkaldırısı onun kalıcılığının da temel belirleyicisi olur. Öykü anlatım anında büyük olaylar, sürprizler olmaz. Gündelik hayatın sıradan bir günüdür. Öylesine bir gün yaşanmaktadır, yaşamın olağan akışında bir gün. Ancak öykü ilerledikçe durumun hiç de öyle olmadığı görülür. İnsanlık durumları, sevinçler, hüzünler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Anlatılan bu tipin acı verici dramatik durumu, geçmişi dokunaklı detaylarla okura aktarılır.
Mansfield tüm öykülerinde incelikli insanların kırılgan dünyasına eğilmiştir. Hayatı anlamlandırma çabaları, yalnızlık ve acı etrafında döner öyküleri. Taşradan gelip ilk kez bir baloya katılan genç kızın “fanilik” duygusunu keşfedişini, kirasını ödeyemeyen bir şarkıcı eskisinin iş bulamayıp kaba saba bir adamın teklifine hayır diyememesini, yazar olmak, ünlü olmak isteyen ama bunu bir türlü beceremeyen genç kızları etkileyici bir duyarlıkla anlatmıştır. Bunları yaparken de betimlemenin şiirsel, ayrıntıların çağrışım, kapalı anlatımın merak gücünü öyküsüne ustalıkla yerleştirir. Yıldızları, gemileri, ışıkları öyküye giren her nesneyi atmosfer yaratmanın bir aracı olarak kullanır. Sinema sanatının olanaklarını ustalıkla öyküsüne taşır.
Başta kardeşi olmak üzere pek çok dostunu savaşta kaybeden Mansfield için ölüm olgusu öykülerinde belirgin bir tema olarak yer alır. Ölüm karşısında insanların tutumunu sıklıkla gündeme getirir. “Garden Parti”de, “Parker Ananın Hayatı”nda “Sinek”te “Açığavurma”da benzer bir iz üzerinde yürür. Mansfield, yaşadığı acıların intikamını alırcasına onları sanatsal verime dönüştürür. Otuz beş yaşında ölen Katherine Mansfield bu kısacık yaşamına öykü sanatının kalıcı yapıtlarını sığdırmayı başarmıştır. Hastalığının ilerlediği bir dönemde günlüğüne şunları yazar: “Kitaplarımı yazacak zaman. Sonra ölsem de umurumda değil. Yazmak için yaşıyorum ben.”
Katherine Mansfield’in “Ah Bu Rüzgâr” adlı öyküsü ritim yaratmada örnek bir metindir. Öykü bir olay örgüsünden çok imgesel bir anlatıma yaslanmıştır. Gönül kırıklığını, vefasızlığı, hayatın çekilmezliğini simgeleyen “rüzgâr” ana motif olarak bütün bir öyküyü kuşatır. “Ah bu rüzgâr” cümlesi ritmik bir şekilde tekrarlanır. Öykü boyunca rüzgârın sesi ve yıkıcı etkisi hissedilirken metin bir müzik parçası gibi, görüntüden görüntüye, sesten sese akar. Rüzgâr bütün duyguları sarıp sarmalar, kendi sesinin bir parçası yapar. Rüzgâr, tıpkı hayat gibi kırıcı ve yıkıcıdır. Kahramanımız da, duyguları da rüzgâr gibi sağa sola çarpar, dağılır. Dramatik değişiklikler, duygusal gel-gitler hep rüzgârın durumuna göre izah edilir. Yaşanan her kötü şeyin sorumlusu rüzgârdır. Anılar, geride anımsanan her önemli olay rüzgâra bağlıdır. Kötü bir günün nedeni, heyecandan titreyen parmakların nedeni hep bu rüzgârdır. Öykü yine o sözcüklerle biter: “Ah bu rüzgâr -ah bu rüzgâr.” Rüzgâr öyküde hem bir leitmotif hem de bütün bir öyküye yayılan imge olarak kullanılır. Böylece öyküye akışkanlık, yoğunluk, bütünlük kazandırılır.
Şadan Karadeniz’in “Ah Bu Rüzgâr” adıyla çevirdiği bu öykünün Oya Dalgıç’ın yorumuyla “Rüzgâr Esiyor”a dönüştüğünü, öyküde bir ritim unsuru olarak kullanılan leitmotifin değişmesiyle de öykünün atmosferinin tümüyle farklılaştığını son bir not olarak belirtelim.



Kitap Zamanı, 5 Ekim 2009