27 Şubat 2015 Cuma

Eşref Yener Baykuşta Yangın Tekrarı Kitabı Hakkında


''Baykuşta Yangın Tekrarı'', Eşref Yener'in ilk kitabı. 2013 Cemal Süreya Şiir Ödüllerinde dosya dalında özendirme ödülüne ''değer bulundu.'' Aklıma ünlü basketbol efsanesi Dikembe Mutombo'nun bir sözü geldi: ''Eğer asansörle 8. kata çıktıysanız, asansörü tekrar giriş kata gönderin. Başka biri de yükseklere çıkmak isteyebilir.'' Sanırım Cemal Süreya Ödülleri ''asansörü'', kamuya açık bir alanda değil. Daha çok aynı aile bireylerinin kullandığı tapulu bir eşya gibi. Ödüller güzeldir. Şiiri bilmeyen okuyucu için kapakta yazılan ''Bu Güzel Kitap Haberin Ola Şiir Ödülü (!)'', okuyucunun cebinden 10 lira azalmasına, çantasında 20 cm yer kaplamasına ve hayatından 6-7 saat çalınmasına sebep olur. Yazarı için de o ödül, biyografisinin bir cümle şişmesi demektir, daha fazlası değil. Ödüllere çok fazla önem veren şiir değerlendirmecilerimiz (sadece bu kelime karşılıyor o kişileri) var.Belki kendileri de ödül ''aldıkları'' için olabilir, bilmiyorum. Ama bu işe artık bir son vermeleri lazım. Ya bu işi edebiyat konjonktürünü iyi bilen ve gelecek nesillere bir kitap değil, bir yazar bırakmak isteyen kişilere bıraksınlar ya da ödüller için boş yere masraf yapmasınlar. Ödüllere değer veren değerlendirmecilerimiz pişirip pişirip 1946 CHP Şiir Ödüllerini savunma olarak kullanmasınlar. Neymiş? Cahit Sıtkı birinci, Attilâ İlhan ikinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuş. Tamam da, prestijli diye addedilen en az 3 ödül var. Her birini yirmi yıldan hesaplasak, 60 ödülde bir Cahit Sıtkı çıkarmak övünülecek şey mi utanılacak şey mi? Prestij katan ney? Uzun yıllardır sürdürülüyor olması mı, ödülün ismindeki yazar mı (bu savunulamayacak kadar kötü), ödülü daha önce kazanmış yazarların edebiyatımıza olan katkıları mı? Eğer ortada bir prestij katan bir durum olacaksa bu; ödülü daha önce kazanmış yazarların edebiyatımıza olan katkıları olmalı. Ancak böyle bir şey olmadığına göre ödül ve yazar ilişkisini daha sağlıklı bir biçimde ele almamız gerekiyor. Genç yazarların gelişimine katkısını sorgulamamız gerekir. Tabiki, bu durumu yazarlar özelinde değerlendirecekler olabilir. Ama böyle bir değerlendirme bizi doğru sonuca götürmeyecektir. ''Oldum'' dedirten her ödül, her durum, her övgü genç şairi ilerleten değil, duraksatan şey olacaktır. Sizi yazımın ikinci cümlesindeki ''değer bulundu'' -cümle olduğu gibi kitaptan alınmıştır- ve ödülü ''almak'' arasındaki uçurumu düşünmeye davet ediyorum.

Kitaba geri dönecek olursak; kelimelerden başlamak istiyorum. ''Yani'', ''şu demek ki'' anlamında bir kelime. Şiirde son derece rahatsız edici bir kelime. Bunun Türkçesi şu: ''Ben olayı anlatamadım, bir de bu cümleden anla anlayabilirsen (!)'' İşte kitaptan bir örnek: Kıyı kenar yaratıklardan olma gecede / O tekinsiz adamlar o tekinsiz elleriyle ararlar bir rahatlamayı / Bir rahatlamayı bir rahatlamayı / Oyuklarının biçimini yani ilkel ölümle.(syf.42)  Kıyıyla kenarın aynı anlamda olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Bu çok bariz bir hata. Eşref Yener'e şunu sormak istiyorum: Sizin şiirinizde ''sahi'' kelimesi sığınacak bir liman mı? Ne zaman şiirde kurgu bitiyor, alttan sahi kelimesiyle başlayan bir cümle duyguyu başlatıyor. Hep aynı kelime etrafında dönmek açık bırakılmış bir kombiyi andırıyor. İnsan bir süre sonra sıcaktan patlıyor. Şiir bir fotoğraf değildir. İkisi de ayrı birer disiplin. ''Baykuşta Yangın Tekrarı''ndaki çoğu şiir fotoğrafa giriyor, ancak çıkamıyor. Bu bana Servet-i Fünûn şiirini hatırlattı. ''... sen kıpırtısız gözlerle / sandalyenin bulanıklığı ve ağarmışlığından / iç içe geçmiş kent insanlarından bahsediyor / yuvarlak masaya hasretle bakıyordun...'' (syf. 64) Şiirin en önemli vasıflarından biri de basit göstermektir. Kelimelerle o kadar oynanmış ki -hatta bazı yerlerde kelime ithal edilmiş!- okuyucuyu rahatsız etmemesi mümkün değil. Şiirlerin kendi içinde bütünlükten yoksun olması kaçınılmaz son olmuş. Çünkü kelimeler ne ses frekansı vermeye müsait, ne düzen bozmaya ya da düzeni kurmaya müsait. İyi hayaller var -ya da ben öyle ümit ediyorum- ancak okuyucu bir hayale dalmışken o hayalin bir yerinde sözlüğe bakıyorsa hayal bir bütün oluşturamayacaktır. Rüyanın en güzel yerinde uyandırılmak gibi bir şey. Öyküleme tekniğiyle yazılmış birkaç şiir var. Bence kitabın da en iyi yanı burası. Eşref Yener'e tavsiyem bu tekniği daha sık kulanması. Gece Kadınları (syf. 44) Eşref Yener'in bu tekniği daha iyi yapacağının ispatı gibi.

Ödülün isim babası Cemal Süreya ile Eşref Yener arasındaki bir -belki de tek- benzerlik gözüme çarptı. Yazar için ne kadar artıdır, ne kadar eksidir, ne kadar kasıtlıdır, ne kadar tesadüftür bilmem. Cemal Süreya'nın Bir Çiçek adlı şiirinden: Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda... Bu da ''Baykuşta Yangın Tekrarı''ndan: esmer bir köy minibüsünde yolları izliyorum... (syf.21)

Fatih Balcıoğlu

Dil ve Edebiyat 2014 Şiir Yıllığından Alıntıdır...

Ümit Zeynep Kayabaş Gün Bitti Kitabı Hakkında

''Gün Bitti'', Ümit Zeynep Kayabaş'ın Kağıttan Evler(2010) ve Saati Geri Aldım (2012)'dan sonra üçüncü şiir kitabı. Ümit Zeynep Kayabaş şiiri için bir bütün diyebiliriz. Her kitabından sonra ikişer yıl ara veriyor olması ona bir şeyler kattığını gösteriyor. Bazı şairler var ki, iki değil 12 yıl bile bir şeyler katmıyor onlara. Tekrar, çağımızın en büyük sorunu. Aynı hayaller, aynı işleyiş. Tekrar budur! Aynı hayallerin işlenmesi sorun teşkil etmez. M.Ö. 2000 yılındaki hayalleri halen işlediğimiz konusunda aynı fikirdeyiz sanırım. Ancak aynı hayaller aynı işleyişle devam ettiği müddetçe Türkiye'de çekilen filmlerdeki durumu yaşıyoruz. Kahramanın kafasının etrafından binlerce kurşun geçiyor, ancak birisi bile kafasına isabet etmiyor! İşleyiş aynı hayalin etrafında devamlı dönüyorsa onu öldürmeniz gerekir. Buradan hareketle şunu diyebilirim ki: Hayal, şiirde bir flamingo kuşunun bir ayağı, işleyiş diğer ayağıdır. Eğer aradaki dengeyi tutturamazsanız, flamingo kuşunu (şiiri) uçuramazsınız. Ümit Zeynep Kayabaş, hayali işleyişle birleştiren birisi. ''Gün Bitti'' kitabına baktığınızda Kağıttan Evler ile başlayan yoldaki taşları, yolundan yavaş yavaş kaldırdığını görebiliriz. ''Gün Bitti'' bağıran bir kitap değil. Daha çok, yıllardır konuşmayıp biriktiren ve içindekileri sessiz sessiz anlatan bir kitap. Dinler tarihinden birçok şair yararlanmıştır, ancak bu kadar fazlasını ilk defa görüyorum diyebilirim. Kitabı elinize aldığınızda gözünüzü kapatın ve herhangi bir sayfayı açın. Mutlaka karşınıza Hz. İsa, Hz. Musa ya da Hz. Nuh çıkacaktır. Kültür tarihinden de kıvamında yararlanmayı bilmiş Ümit Zeynep Kayabaş. Kitabın en belirgin özelliklerinden biri de renklerin şiirlerde kullanımı. Birkaç örnek: ...Bardağın boş haliyiz bitirdiğimizde maviyi. (syf.24) ...İntiharın yastığı beyaz olmasaydı (syf.25) Ümit Zeynep Kayabaş ara cümleleri daha az kullanması gerekir diye düşünüyorum. Kitaba adını veren Gün Bitti şiiri ara cümlelerin saldırısına uğramış gibi. Ayrıca bazı yerlerde kafiye kullanımı çok vasat. Sanki söylenecek bir şey bulunamamış da kafiyeye sığınılmış gibi bir izlenim veriyor: Leylak kokulu özlemlerim yıkıyor mevsim duvarlarını / Ve denizin geceye kapanışı / İşte bu müzik bu tını -döndürüyor başımı / Bu yalnızlık, ömre kondurulmuş virgül -aşkın son dansı- / Tepelerde açan güllerin devrim çılgınlığı. Beş duyuya seslenebilmesi Ümit Zeynep Kayabaş için büyük bir avantaj. Bunu sürdürebilmesi dileğiyle. Savaştan kalma değil bu yara/intihardan / Yeni çıktım kaburga kemiğindeki imtihandan / Şimdi çocukken öptüğüm ellerin duasındayım. (syf. 21)

Fatih Balcıoğlu

Dil ve Edebiyat 2014 Şiir Yıllığından Alıntıdır...

26 Şubat 2015 Perşembe

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Akarsuya Bırakılan Mektup

................... incecikti
................... gül dalıydı
................... dokunsam kırılacaktı
................... dokunmadım
................... kurudu

gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
ağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarını
neden akşam oluyorum tren kalkınca
kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
az önceki çiçekler nasıl da diken diken
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti
o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

Hasan Hüseyin Korkmazgil
Akarsuya Bırakılan Mektup

25 Şubat 2015 Çarşamba

Yeni Başlayanlar İçin Metafizik - Cahit Koytak


Şairin kaderi şiiridir
ve işini iyi yapanların kaderi
kendilerine yazdırılır.
Modern şiirin sınırlarını genişleten Cahit Koytak şiiri, bu kez Yeni Başlayanlar İçin Metafizik başlığı altında hakikatin özünü, varlığın ruhunu keşfe çırıyor okuru. Kainatı şiir gören, şiir bilen, şiire dönüştüren bir şairden; aklın ve ruhun yaralarını saracak, soruları çoğaltıp cevapları sağaltacak bir kitap.
Hangi kitabı okurken, ruhun,
Çeşmenin önündeki kap gibi
Tanrıyla dolup taşıyor – ya da
Yağmurun altında kül gibi
Sevgiden ve erinçten eriyip akıyorsa,
Korkma, oku o kitabı,
Korkma, o kitap sana indirildi.
-Cahit Koytak-
“Başka bir yaşam kültürü içinde gördükleri için Cahit Koytak’ın şiirlerine uzak duranlar, yaşayan bir büyük şairi tanımamış olurlar.”
-Semih Gümüş-
“‘Yüzyılın demek belki aceleci olur, ama onyılların en önemli şiir kitabı olduğu duygusuna kapıldım.”
Sevan Nişanyan
“Koytak’ın şiirlerini tehlikeli ustalık ürünleri olarak görüyorum. Koytak’ın şiirlerini el yazısı olarak değil, aynı zamanda alın yazısı olarak yazdığını da düşünüyorum. Bu onun nasıl bir vicdana sahip olduğunun gösteriyor. Sadece kendi dünyasını değil, farklı dünyaların şiirlerini kaleme alıyor.”
-Haydar Ergülen-
***
Merdiven
böyle fısıldıyor GüzelSözlerinCini:
- “bu merdivene çıkmayın,
bana kalırsa, efendimiz!
ağaçtan kendiliğinden düşen meyveleri 
toplayın yeter bize.
yahut uzanabildiğiniz dallardakileri…
çünkü merdiven ağacın içinde bitecek
gibi gözüküyor, ama 
ağaç nerede bitiyor,
göğün kaçıncı katında,
bu belli değil.
ille de çıkmak istiyorsanız, 
belinize ip bağlayın bari, 
başınıza kask geçirin, 
dizlerinize de dizlik, efendimiz,
dizlerinize de dizlik!”
4 Aralık 2010
EKİM GÜNLERİ
ekim ayı da böyle geçip gitti,
çullarını sürüyen bir meczup gibi
yalpa vura vura…
hırsından ağlıyor mu,
keyfinden gülüyor mu, belli değil.
ve şiir… şiir de öyle.
sanki göğün sofrasından,
kadeh kadeh içip kalkmış da yine
bastığı yeri görmüyor,
ettiği sözü bilmiyor.
böyledir güzün halleri,
elemin fazlası sarhoş eder;
bırakırsan, önce dizginsiz coşkuya,
sonra kendini yüceltmeye
çeker götürür ve kandırır seni;
aa, buluta benziyorum,
yağmura benziyorum,
ağaca benziyorum! sanırsın
ve unutur gidersin
insana benzeyip benzemediğini.
dağa taşa, kurda kuşa
dağılmış görürsün kendini,
yitik benliklerini…
ve beklersin,
dönüp gelsinler kovana
arı oymağı gibi.
böyle geçer ekim günleri.
kasım ayına gelince,
kendinle aranda belki
aklın keseliden beri
aşılmayı bekleyen
karlı bir dağ gibidir kasım ayı.
25 Ekim 2007
TOZ DUMAN
bütün bu yılkılar, bufalo sürüleri:
kalplerimizi tepip,
kafa kemiklerimizi zonklataraktan
üstümüzden akan
bu dalga dalga gündüz,
katman katman gece…
bu, dur durak bilmeyen,
bu çitlerle çevrilemeyen
düşünce sürüleri,
çekirge sürüleri…
dünyayı ayağa kaldırmadan,
zihnin yamaçlarından
derin uykulara kayan
bütün bu başıboş varoluşlar…
bütün bu uykular, bu uyanışlar,
bu rüyalar, gerçekler, oyunlar
böyle akıp giderken,
akıp giderken üstümüzden
ve içimizden,
kimden öğreneceğiz, peki,
ne olduğumuzu, niye olduğumuzu,
sen olmasan?
çünkü peygamberleri kovduk
ve azizlerimiz sirklere kiralandı!
kimden isteyeceğiz, her gün,
her yıkılışta, önce yeniden biçim,
sonra can verip ayağa kaldırmasını
toynakların altında dağılan,
tozuyan balçığımızı?
Şubat 2002
DÜŞÜŞ
ağaçlar ve kuşlar şaşıracak,
taşlar şaşıracak,
melekler ve cinler şaşıracak,
cennette huzurla dolup taşan
ebedî, kıpırtısız bir günün ortasında
çıkıp ademoğlunun Tanrı’nın huzuruna
nice övgülerden, ululamalardan sonra,
“ister ateşin kıyısında olsun,
ister varla yok arasında,
bize ölümlü ruhlarımızın
kök sürüp boy attığı
tensel zamanı bahşet!
yahut izin ver,
yerin tozlu, dikenli yollarında
onu biz arayalım!”
diye yakardığında
ağaçlar ve kuşlar şaşıracak buna,
taşlar şaşıracak,
melekler ve cinler şaşıracak,
ama suyu ve susuzluğu,
tutkuyu doyumsuzluğu,
gülmeyi, ağlamayı yaratan,
sözcüklerle oyunlar oynamayı,
demiri dövmeyi, taşı yontmayı,
kan dökmeyi ve kavram üretmeyi
insana öğreten Ulu Tanrı
o gün kuluna acıyacak
ve sözcükleri
dünya renklerine batırıp
cenneti baştan aşağı
yeniden boyayacak.
Temmuz 1999
ŞEYLER VE SAYILAR
Tanrı gündelik hayatı yaratırken
neden bu kadar sert ve katı
malzemeler kullandı?
şeyleri yaratırken, neden,
bu kadar fazla sayı
ve bu kadar çok ağırlık;
yolları ve geçitleri döşerken,
neden, bu kadar fazla kıvrım,
bu kadar iniş çıkış
ve bu kadar uzaklık kullandı?
kısa, yalın bir öykü
ve tüy gibi hafif sözler,
tüy gibi hafif ölüm arayalım diye mi?
tüy gibi hafif akıl,
tüy gibi hafif yürek taşıyalım
ve yürekten öteye,
akıldan öteye uzanan yollar
keşfedelim diye mi?
yolların ortasında, çokluklar arasında
kendimizi kimsesiz hissedince,
yanımıza, yöremize,
sonra içimize bakmayı
ve görmeyi öğrenelim diye mi
bir ve bütün olanı orada?
toz duman, patırtı, hezeyan arasında
kendi ruhumuzda arayalım diye mi,
taşı suya, suyu söze,
sözleri de ezgiye
ve varoluşa çeviren
yaratıcı soluğu?
Ocak 2002
‘METAFİZİK’
Akıl beni uydulaştırmaya kalkıyor
Ve teleskopuyla
Topuğumdan nişan alıyor bana.
Ama ben her defasında,
Sıyrık bile almadan
Çıkmasını biliyorum
Bu gizli kapışmadan.
Küçültüyorum cüssemi çünkü,
Her sadmede biraz daha, biraz daha
Küçültüyorum oyundaki rolümü,
Sesimi, repliklerimi…
Her sahnede biraz daha,
Biraz daha küçük bir muammaya
Ve böyle böyle giderek
Samanlıkta iğneye
Dönüştürüyorum kendimi.
Hopluyor zıplıyor, fokstrot yapıyorum,
Bachata yapıyorum gözlerinin önünde,
Burunlarının ucunda
Hırslarından dizlerinin üstüne çöken
Aklı keskin nişancıların.

http://www.birazoku.com/yeni-baslayanlar-icin-metafizik 'tan alıntıdır...

11 Şubat 2015 Çarşamba

BANYO - FATİH BALCIOĞLU

Tarihe gömülen bir devletsin

Mermer bir okyanusa ülke kurmuşsun
Marşların sessiz,
Bayrağın kandan
Titreyen dualara yuva olmuşsun

Sanki bir kesit
Ağıttan alınmış.
Geminin yelkeninde kibrit kadar kağıt
İsmindeki harfler üstüne sarılmış,
Özgürlüğe kanat çırpıyor.

Ölüm son banyodur
Nasıl yıkanırsan yıkan
Toprakların acıdan sarsılırsa
Depremden değil
Geride bıraktığın kişilerin gözyaşlarından.

FATİH BALCIOĞLU

Dil ve Edebiyat Dergisi'nin Şubat 2015 sayısından alıntıdır

10 Şubat 2015 Salı

Hotel Rwanda Filmi Üzerine

I. Ön Bilgi: Ruanda Gerçekleri 

-     Raunda 1890'da Almanya himayesine geçti. 
-     Birinci dünya Savaşı sonunda ülke yönetimi Belçika hükümetine devredildi. 
-     Belçika, ülke halkını yüz şekillerine ve sahip oldukları hayvan sayısına göre Tutsi ve Hutu olmak üzere iki kabileye böldü. 
-     Ruanda vatandaşı olan herkese kabilesine göre kimlik kartı verilmeye başlandı. 
-     Belçika ülke yönetimini daha zengin ama azınlık (nüfusun %9 u) olan Tutsiler ile birlikte sürdürdü. Hutu Kabilesi mensuplarına devlet memurluğu ve yüksek öğrenim yasaklandı. 
-     1959 yılında çıkan ilk Hutu ayaklanması sonucunda Tutsi Hükümeti Devrilerek yerine Hutu hükümeti kuruldu. Tutsiler mülteci olarak komşu ülkelere sığındı. 
-     Hutu hükümeti ilk icraat olarak Tutsiler'in vatandaşlık haklarını nüfus oranlarına göre kısıtlamaya başladı. 80'lerin sonunda sürgünde yaşayan Tutsiler'in sayısı 500 bin civarına geldi. Tutsiler organize olarak 1990'da “Ruanda Yurtsever Birliği” adı altında Hutu hükümetine karşı silahlı mücadele başlattı. 
-     İç savaş 1992 yılında imzalanan ateşkesle sona ermesine rağmen ülkedeki “Interahamwe” adı altında Hutu silahlı milisleri Tutsiler'e karşı yıldırma ve baskı politikası sürdürmeye devam etti. 
-     5 Nisan 1994 gecesi Hutu Devlet Radyosu “Yarın çok şey değişecek” anonsu yaptı. 
-     Ertesi gün Hutu devlet başkanı'nın uçağı başkent Kiyali'ye inerken düşürüldü. 
-     Aynı gün soykırım başladı. Üç ay içerisinde yaklaşık 800 bin ile 1 milyon arası Tutsi öldürüldü. 
-     11 Nisan günü tüm beyazlar ülkeden çıkarıldı. BM'de yabancıların iş yerlerini korumakla görevlendirildi. 
-     Araştırmacı gazeteci Linda Melvern, “İhanete Uğrayanlar” kitabını yazdı. Londra'da küçük bir yayıncı kitabı bastı. 
-     Rwanda'daki BM gücünün generali Romeo Dallaire, “Şeytanla El Sıkışmak” kitabını yazdı. Dallaire, Amerikan ordusundan gönderilen Kanadalı bir askerdir. 

II. 

Güç, üstünlüğün ifadesi olmasının yanında kültürel ve siyasi gelişmelere yön verilmesiyle kendini hissettirir. Gücü temsil edenlerin yaşattıkları ya da yaşananlara karşı duruşları genelde olayların yaşadığı dönem içinde olayların gündeme gelmemesi ve gelişmelere duyarsız dururlar. Olaylar gündem olsa da gelişmelere yön vererek durumu lehlerine çevirirler. Kitlelerin ilgisizliği ve bilgisizliğinden yararlanılarak ellerindeki araçlarla zihinleri kontrol altına alırlar. Kitlelerin olaylara nasıl yaklaşması, olaylar karşısında neler hissetmesi gerektiğini sinema yoluyla empoze ederler. Bu durumun sadece zihinlerin kontrol edilmesi olmadığının kanıtı, seyircilerin yaşanan acılara, katliamlara duyarsız kalışlarıdır. 
Beyazperde, kitlelere ulaşmanın en kolay yollarından biri. Beyazperde'nin karşısında koltuğuna yayılan seyirci genelde pasiftir. Zihnini ve duyguları ekrandaki karelere teslim etmiştir. Karelerdeki her şey seyircinin kendisine düşenleri alması yönüyle hareket eder. Meraklı seyirci, beyazperde gördüklerini ölçü alarak, haklı-haksız, doğru-yanlış tartışmasına girer. Ve kararını gördüklerine göre verir. Olayların etkisinde kalan seyircinin duygusal etkileşimi sinemanın çıkış merdivenlerini adımlarken geçici olarak yaşadığı duygusal anlardır. Kapıdan çıktıktan sonra kalabalığı karışmasıyla duygusallık biter. Hele seyrettikleri on yıl önce yaşananlarsa, seyirciden tepki beklemek daha da zorlaşıyor. Çünkü bugün insanların öldürülmesine, işkence edilmesine, hor görülmesine, sömürülmesine sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, sessiz kalanların on yıl önce yapılan bir soykırıma duyarlı olmasını beklemek hayalden başka bir şey değildir. 
Bütün bunları on yıl önce 1994'te Rwanda'da meydana gelen ve bir milyona yakın insanın ölümüyle sonuçlanan, Don Cheadle'ye “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar ödülü kazandıran, yönetmeni politik senaryolar ve yapımlarla tanınan Terry George'nin “Hotel Rwanda” filmi için söyledim. 
Filmin konusu Şöyle: “1994 yılında Rwanda'nın Hutu cumhurbaşkanı Juvenal Habyarimana'nın uçağının Kigali Havaalanı üzerindeyken düşürülmesi üzerine Hutular'ın, Tutsiler'i öldürmeye başlıyorlar. Bu sırada Rwanda'nın başkenti Kigali'de sahibi Belçikalı olana dört yıldızlı Hotel Des Mille Collines'in işletmekte olan Hutu Paul Rusesabagina, Tutsi asıllı eşi Tatiana ve çocuklarının aralarında bulunduğu bin 268 Tutsiyi otelinde saklayarak, Hutu militanlarının eline geçmelerine engel olur. Bu esnada Paul'un rüşvet verdiği, hotelinde misafir ettiği politikacılar, iş adamları, askerler, gazeteciler olayları görmezden gelerek, yarım etmezler.” 
Film, yaşanmış tarihi bir olaydan uyarlamıştır. Tarih filmi yapmak zordur. O günleri objektif ve doğru yansıtmak adına. Ayrıca tarih filmlerinin konuları genelde sıradan ve basit olurlar. İzleyici için cazibeli hale getirmek zordur. İzleyici macera, aşk, gizem, aksiyon ve teknolojinin nimetlerini görmek ister. Ama tarihi filmlerde bu yoktur. Daha çok didaktik ön plana çıkar. Dolaysıyla böyle filmler seyirci tarafından pek ilgi görmez. Bir de seyirci gerçeklerle yüzleşmekten hoşlanmaz. Belki özlem ve ayrılık acısıyla yanıp, tutuşan sevgililerin haline üzülür ve bütün ilgini verir, ama masum insanların evlerinden çıkarılmasına, çocuk-kadın demeden katledilen mazlumların haline aynı dikkat ve ilgiyle yaklaşmaz. Bundan olsa gerek Hotel Rwanda sinema salonlarında istenen ilgiyi görmedi. Katliamın yaşandığı 1994 yılında kamuoyunun ve medyanın oralı olmaması gibi. 
Medeniyet, özgürlük, demokrasi ve insan hakları diye ortalığı birbirine karıştıranların bir milyon insanın katledilmesine göz yumması gibi. Bu ister çaresizlik ister tepedekilerin müdahaleye izin vermemesi olsun yakın tarihte bir insanlık ayıbının yaşandığı gerçeği karşımızda duruyor. 
Afrika'nın kimliksizleştirildiğinin en güzel örneğidir Hotel Rwanda. Çünkü iki etnik grup aynı geleneklere sahip, aynı dili konuşuyor, ortak tarih – kültür ve geçmişe sahip, yüzyıllardır aynı okullara gittiler, aynı işlerde çalıştılar, birbirilerine bitişik evlerde yaşadılar. Buna rağmen nasıl oluyor da bu insanlar birbirlerine karşı kin ve nefret doluyorlar. Gözlerini kırpmadan birbirlerinin boğazını kesiyorlar. Bu manzara Avrupa ve Amerika Bölgeleri dışında birçok coğrafi bölgede yaşanıyor. Halbuki Amerika sayısız etnik yapıdan oluşuyor. Beyazlar ya da Avrupalılar girdikleri her yerin halklarını birbirine düşürüyor. Olaylar başladıktan ve bitene kadar seyrediyor. İnsanların birbirilerini öldürüp, güçsüz kalmaları sağlanıyor. Sonra ise bir şey yapamadıkları için özür diliyorlar. 
Beyazlar her zaman kendilerini garantiye alıyorlar. Rwanda'daki olaylar başladığında beyazlar ülke dışına çıkarılıyor. Beyazların iş yerleri BM tarafından korumaya alınıyor. Diğerlerine ne olduğu umurlarında değil. Beyazlara güvenen Paul'un hayal kırıklığını ve gerçekleri göremediğini olayların gelişmesiyle yüzündeki acı ifadelerden anlıyoruz. Paul için yaşananlar beyazların gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır. Çünkü zor ve kötü durumlar insan gerçeğini ele verir. Yoksa içki masalarında eğlenmek, geyik yapmak gerçekleri ortaya çıkarmaz. 
Rwanda'da yaşananlar beyazların gerçeğini değişmediğini ortaya çıkmasının belgesidir. Ancak bunu beyazperdeye uyarlayanlarda, sahip çıkanlarda beyazlar. Ve insanların bakış açısı da, yaşam biçimleri değişmiyor. Makyajın gerçek çehreyi ortadan kaldıramadığı gibi okuduklarımızda, seyrettiklerimizde yapay boyalardan ibaret. Gidin seyredin ama yüzlerin boyadan kaybolmasına müsaade etmeyin. 

Osman Tatlı

3 Şubat 2015 Salı

MUSTAFA IRGAT - TEMSİL EDİLMEYEN'E


Temsil Edilmeyen'e 


Soluğunu aileden birinin soluğunda duyduğuydu, 
anısı ten kimya ve katran safran meleği uç-uç; 
günü toz içre kaydırılan toprak tabut, -yönü 
havzapol yerine geçmiş kuyruklu bir külyıldız 
estikçe denizi yağan revnağa, yürü ya kulu'm 


Arrrzuuuuuu tüneli açıkken çünkü, kurum es'inde 
birbirini kesenlerden aslına dönemiyordu ülkem. 
ve yazıklanmanın kamburu karşı kıyıda kalmıştı; 
sırtından dolunay bir sırt izleniyordu fazladan. 



Beynin sessiz bir bölgesinin adı sanki ayna, 
katı bir tabaka, kendini dümdüz aşırtmış 
sayıyla kendimize gelelim diye, yüz yüze. 



- ' Hem ölümsüzlük ölümsüzlük söz konusu mu hala? '
Mustafa Irgat

Aitsiz Kimlik Kitabı'ndan alıntıdır. Baskısı yoktur. Yayınevlerine duyurulur.

ORHAN PAMUK NOTOS'UN 50.SAYISINDA

NOTOS'UN ŞUBAT-MART 50 SAYISI
EN ÖNEMLİ ROMAN KAHRAMANLARI
Notos’un 9. Büyük Soruşturması
• Orhan Pamuk: Kafamda Bir Tuhaflık Var ve öteki konular…
• Orhan Pamuk’un Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi Açılış Konuşması
• Jacques Derrida: “Ben bir yazar değilim ama benim içim yazmak, en temel performans ya da eylemdir.”
• Walter Benjamin: “Yayıncılık Endüstrisinin Gelişimi”
Edebiyatımızın önde gelen dergilerinden Notos, her yıl farklı bir konuda düzenlediği geleneksel yıllık soruşturmalarının dokuzuncusunun sonuçlarını Şubat-Mart, 50. sayısında açıkladı. Yapılan geniş soruşturma sonunda ortaya çıkan 40 kahramanlık liste, bir belge niteliği taşıyor. Notos’un yıllık büyük soruşturmalarının edebiyat tarihimize düşülmüş nitelikli kayıtlar arasında yer alacağı, gelecekte geçmişe dönük çalışmalar yapacak bütün edebiyat araştırmacıları için başvurulması gerekli kaynaklar arasında bulunacağı da belirtilebilir. Konusu En Önemli Roman Kahramanları olarak belirlenen Notos’un 50. sayısındaki soruşturma, 295 kişinin yer aldığı önemli bir kamuoyunun seçimlerini yansıtıyor. Semih Gümüş, yazısında roman kahramanlarının önemini şöyle anlatıyor: “Roman kahramanları önemlidir, nasıl önemli olmasın. Onlar hep bizim yanı başımızdadır, yazarın yoldaşı, okurun ailesinden biri gibi hatırlanır, bazen kendimizden daha önemli olduklarını hissederiz. Edebiyatı anlatırken belki farkında olmadan unutulmaz kahramanları üstünden konuşuruz.”
Notos’un bu sayısında Orhan Pamuk ile yapılmış kapsamlı bir söyleşi yer alıyor. Altı yıl aradan sonra yayımlanan yeni bir Orhan Pamuk romanı her zaman önemlidir. Hem ne anlattığı hem nasıl anlattığı merak edilir. Orhan Pamuk Kafamda Bir Tuhaflık’ta bu kez büyük bir hikâye anlatıyor. Ülkenin en önemli kırk yılını konu ediyor. Onunla yeni romanını konuşurken öteki başka konular da tartışılıyor bu söyleşide.
Notos’un ikinci söyleşisi de Fransız düşünürü Jacques Derrida ile. Geliştirdiği “yapıbozumcu” eleştirel okuma yöntemiyle farklı disiplinlerde işlerlik kazanan yeni bir düşünce biçimine kapı aralayan Derrida kendisini bir yazar olarak görmüyor, ona göre yazmak en temel performans ya da eylem.
Bir Yazarın Seçtikleri bölümünde Mehmet Erte okurların ve yeni yazarların okumasını zorunlu gördüğü kitapları; Melisa Kesmez de en çok etkilendiği yazarı nedenleriyle birlikte Notos’a anlatıyor.
Yekta Kopan, Hakan Akdoğan, Pınar Öğünç ve Haydar Ergülen kısa sorulara kısa yanıtlarla kendi yazarlık serüvenlerini ve yayımlanan son kitaplarını anlatıyor.
Notos’un 50. sayısında öyküleriyle yer alan yazarlar: Zadie Smith, Ferit Edgü, küçük İskender, Doğan Yarıcı, Barış Bıçakçı, Ethem Baran, Faruk Duman, Emrah Serbes, Bora Abdo, Birsen Yılmazmaden, Öznur Şahin, Mustafa Orman, Bünyamin Bozkuş, Levent Orhan.

GAZABINDA RAHMET VAR - ZAFER ACAR


GAZABINDA RAHMET VAR


Onlar esrar çekerken ben çile çektim
azıcık hakkım varsa Tanrım
helal etmem sana

isyan ettim elim kolum bağlı diye
kaderin işine bak
şimdi hapisteyim kolumda kelepçeyle

Tanrım mezar bile vermezler burada bana
acıyıp da
başıma taş yağdırsana

Zafer Acar 

tetkikci.blogspot'tan alıntıdır.

CAHİT KÜLEBİ - HİKAYE

HİKÂYE
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Tut biraz!
Al tut ellerimi bebek
Ceviz ağaçları yoktu,
Benim doğduğum köylerde
Benim doğduğum köylerde
Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa biraz!
Savur biraz!
Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Benim doğduğum köyleri
Konuş biraz!
Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Benim doğduğum köylerde
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Kuzey rüzgârları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz! Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!
Cahit KÜLEBİ

Carl Gustav Jung - Arketipler


Carl Gustav Jung
“Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; Kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder.” Carl G.Jung
"Vocatus adque non vocatus, deus aderit" "Çağrılsın veya çağrılmasın... Tanrı vardır." (C. G. Jung’un evinin kapısının üzerinde yazdığı belirtilen Latince cümle.)
Jung şöyle der: “Ben inanmam, bilirim...”
Carl Gustav Jung 1875 – 1961 yılları arasında yaşamış İsviçreli psikiyatrdır. Analitikpsikolojinin kurucusudur. Öğretisi, analitik ruh bilim adıyla anılır. C. G. Jung'un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının, Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir. Semboller, mitler, arketipler ve kolektif bilinçaltı konularındaki fikirleriyle katkılarda bulunmuştur. “Sembol, bilinçdışı enerjisi tarafından harekete geçirilen ipuçlarıdır. Bilinçdışının kontrollü olarak bilince taşınması, sağlıklı bir süreçtir. Jung psikolojisinde hasta, tanrısal imgeler taşıyan arketiplerle özdeşleştirilir. Bu özdeşleşme, hastanın benlik boşluğunu dolduran önemli bir süreçtir.”“Akıl hastaları ve mitoslar arasındaki benzerliği araştırmıştır. Bunun sonucunda, akıl hastasının hayallerinin, arkaik simge ve imgelerden oluşan kolektif bir fondan yararlandığını keşfetmiştir.” “Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm kapılarını açmakta özgürsün.”der Jung.
“Jung kararlarını bilinçaltını dinleyerek alırmış. Bilinçdışının niteliğini ve algılamalarını araştırmıştır. Bu amaçla Kuzey Afrika’da, Amerika’da (Pueblo Kızılderilileri arasında) Arizona’da ve Meksika’da bulunmuştur. Jung hiçbir zaman kendisine yandaşlar aramamış ya da kitleleri çekecek bir düşünce sistemi oluşturmaya çalışmamıştır. Dogmatikliğe her zaman karşı çıkmıştır. Mitoloji ve karşılaştırmalı dinler hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmuştur.”
“Jung ekolünde kişiliğin tümü psişe olarak adlandırılır. Latince kökenli olan bu sözcük o dilde ruh anlamına gelse de günümüzde daha çok zihin sözcüğünü karşılamaktadır. Psişe bilinçli ya da bilinçdışı, tüm duygu, düşünce ve davranışları içerir. Psişe birbirinden farklı biçimde çalışan, ancak birbiriyle etkileşim durumunda bulunan sistemlerden oluşur: Bilinç, Kişisel bilinçdışı; kolektif bilinçdışı.”
“Bir süre Freud’un öğrencisi olmuş, daha sonra kendi kişilik ve bilinç/altı kuramlarını geliştirmiştir. Önce Freudçuluktan yola çıkan ve sonra ona karşı olan Prof. Jung ruh bilimin çeşitli alanlarında kendine özgü yeni kuramlar ileri sürmüştür. Toplumsal bilinçaltı ve arketipler (ilk örnek) gibi teorileri ve kendi adıyla anılan geniş bir öğretisi vardır.” “Arketip, içgüdünün oto portresidir. Maddi değil imgeseldir. Arketipler başlangıçta varolan düşüncelerdir. Elektriksel olarak bir kutsallık duygusuyla yüklenmiş, ilahi nitelik taşırlar. Örneğin güneşin doğuşu sırasında hissettiklerimiz, arketipal düşünceye örnektir. Benzer biçimde, tam uykuya dalacakken ani sıçramalar da arketipal deneyimlerin yeniden yaşanmasıdır. Arketip, önsel ve ilksel algılama tarzlarıdır.”
“Tüm dinsel figürlerin (peygamber, şaman) odaklandıkları önemli bir şey var; içsel vahiy deneyimi... Din psikolojisinde, bütünsellik arketipi, bilinç dışında önemli bir yer işgal eder. Bu bütünsellik süreci, diğer arketipleri de tanrı imgesinin yanına yerleştirir. İsa, bir öz arketipidir. Kişilik bütünlüğüdür. Kilisenin geliştirdiği İsa ise gölgenin, yani şeytan arketipini güçlendiren bir ikincil dinsel değerler sistemidir. Kilise sayesinde İsa, gücünü kaybetmiştir. Kıyamet günü, İsa’nın yarattığı gölgedir.” diyor Jung. “Simya yani Hermetik zanaat, Hıristiyanlığın ödünleyici gölgesidir. Simyada bilinçdışı, maddenin gölgesine yansımalıdır. Jung’da karşıtlıkların mutlak bileşimi kuramı, Merkür çeşmesi arketipiyle simgelenir.” Jung doğuştan evrimle getirilen ortaklaşa bilinçdışından söz etmiştir.

Prof. Dr. M. Kerem Doksat şöyle diyor: “Freud’un önce talebesi ve “veliahdı”, daha sonra en ciddi muarızlarından biri olan Jung “ortaklaşa bilinçdışı” ismini verdiği, günümüzde “filogenetik psişe” dediğimiz ve arketiplerle bize ulaşan evrimsel bilgiden bahsetti. Kalıtıma aracılık eden genler de hemen aynı dönemlerde keşfedildi. Genlerin taşıdığı bilgi sadece anne ve babadan gelen değil, onların da ta kendi filumlarının, hatta bütün canlıların evriminden gelen bazı bilgileri ihtiva eder. Hatta canlılıkla cansızlığın arasındaki sınır çok sisli ve tedricî olduğuna göre, evrenin ta ilk anlarından gelme bazı bilgiler de tevarüs ediliyor olmalıdır; sonuç olarak bütün varlıklar aynı kuarklardan, atomlardan ve moleküllerden oluşmaktadır. Yani temel ve esas, dolayısıyla nihaî bilgi bir şekilde ve bir dereceye kadar taşınmış olmalıdır.”
“Jung’un “kolektif bilinç dışı” anlayışı, Freud’un bakışının ötesinde farklı bir yaklaşımda bulunan C. Jung’a göre insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla, bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağlantılıdır. Bu bağlantı, yalnızca kişisel geçmişini değil, kendi türünün geçmişini, hatta insanlığın evrimini içerir. Kişisel bilinçdışının içeriği, daha önce bilinçte varolmuş yaşantılardan oluşur. Kolektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresinde, bilincinde yaşanmamıştır. Kolektif bilinçdışı Jung’un “arketip” dediği imajlardan oluşur. Bu imajlar insana atalarından aktarılırlar. Yalnız insanlık tarihinin değil, insan öncesi evrimin de ürünüdürler. Arketipler, insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer eğilimler göstermesinin kaynağını oluşturur. İçine doğduğu dünyanın genel imajı, doğduğu anda insanın içinde de vardır.
“Jung birbirini etkilemesi imkânsız olan kültürlerde dahi ortak semboller keşfetmiştir. Jung aynı sembolleri hastalarının rüyalarında da gözlemlemekte idi. Dolayısıyla arketipler düşüncesini dile getirdi. Jung’un tanımını yaptığı arketipler arasında, doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, üçkâğıtçı, akıllı ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler, ağaçlar, güneş, ay, rüzgâr, ırmak, ateş ve hayvanlar gibi doğal objeler, yüzük ve silah gibi insan yapısı objeler sayılabilir. Her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir.”
İnsan dış dünyasında, bu içsel imajlarının karşılığı olan objelerle karşılaştıkça, bu imajlar da bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin, bebek dünyaya geldiğinde, kolektif bilinçdışındaki anne imajı sayesinde annesini algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla, insanın algı ve eylemlerindeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolay algılamamızın ve onlara karşı hazır tepkiler verebilmemizin nedeni, kolektif bilinçdışımızda varolan eğilimlerimizdir. Arketipler, bir insanın geçmiş yaşantılarının ürünü olan bellek imajları gibi canlı görüntüler değildir. Örneğin, anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir. Bir benzetme yapmak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif filmleri çağrıştırabilirler. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imajlar, canlı ya da cansız varlıklarda, bizim için anlam taşıyan bir biçimde somutlaşırlar. Arketipler evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı temel arketip imajlarına sahiptir. Bir bebek dünyanın hangi yöresinde doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bireysel farklılıklar ortaya çıkar. Çünkü çocukla ilişki, bir toplumun diğerine ya da bir aileden diğerine, hatta aynı aile içinde bir çocuktan diğerine farklılıklar gösterir.”
“Jung psikoz vakaları ile çalışıyordu ve bireysel bilinçdışı kavramının şizofreniyi açıklamaya yetmediğini gördüğü için kolektif bilinçdışı kavramını ortaya koydu. Felsefe din ve mitoloji bilgisi çerçevesi içinde, şizofrenilerin sabuklamalarını karşılaştırmalı olarak inceledi. Aralarında birtakım paralellikler buldu. Şizofreninin kişisel bastırma ile ilk çocukluk çağları olayları ile açıklanamayacak bir nedene dayanması, zihinde daha derin bir düzeyin (kolektif bilinçdışı) gerektiğini düşündürüyordu. Jung’a göre bir insanın yılandan ya da karanlıktan korkması için yılanla karşılaşmış ya da karanlıkta kalmış olması gerekmez. Yılandan ya da karanlıktan korkma eğilimleri, atalarımızın kuşaklar boyu yaşantıları sonucu bize aktarılmış ve beyin dokumuza işlenmiştir. Jung’a göre içinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde zaten vardır. İnsan dış dünyasında içsel imgelerinin karşılığı olan nesneleri tanıdıkça, bu imgeler bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin, çocuk dünyaya geldiğinde kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini derhal algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eğilimlerdeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolaylıkla algılamamızın ve onlara karşı belirli tepkilerde bulunmamızın nedeni, kolektif bilinçdışında var olan eğilimlerimizidir. Jung’a göre kişiliğimizdeki en etkili güç tüm insanlık tarihinin deneyimlerini kapsayan kolektif bilinçaltımızdır. Jung bilinçdışı kavramını bir ada benzetmesi ile açıklardı. Adanın görünen kısmı bilincimizdir. Okyanus kolektif bilinçdışıdır. Ara sıra görülüp ara sıra yok olan kumsal ise bireysel bilinçdışıdır. Jung’a göre kişisel bilinçdışı baskılanmış çocuksu isteklerden oluşmaktadır. Ancak Jung’a göre insanın düşüncesi ve beyni yalnızca kişisel bilinçdışının etkisi altında değildir. İnsanın düşüncesine ve beynine evrim etki etmiştir. Kolektif bilinçdışı tüm insanlar için ortaktır. Kolektif bilinçdışının içeriği arketipler terimiyle adlandırılır.”
“Jung’un tanımladığı arketiplerden dördü diğerlerinden daha fazla ortaya çıkmıştır. Bu yüksek düzeyli duygusal anlamlarla dolu arketipler; persona, anima, animus, gölge ve bendir.”
“Presona: Maske anlamına gelir. Persona başkaları ile ilişkiye geçtiğimizde giydiğimiz bir maskedir ve bizi topluma görünmek istediğimiz şekilde sunar. İnsanın kendisi olmayan bir kişiliği yaşamasıdır. Bir insanın evde, okulda ve arkadaşlık ortamında farklı maskeleri vardır.
Anima ve Animus: Jung’a göre insan karşı cinse ait niteliklere de sahiptir. Anima arketipi erkek psişesininn kadın yönü, animus arketipi ise kadın psişesinin erkek yönüdür. Bu arketipler insanın karşı cinsi anlayabilmesine yardımcı olmuştur. Jung’a göre her erkek kendinde doğuştan var olan kadın imgesine (anima) uyan kişileri evlenmek için tercih eder. Kadın ise kendi animusuna uyan erkeklere yönelir.
Gölge: Gölge insanın temel içgüdülerini içerir. Kişiliğimizin hayvana benzeyen yanıdır. Hayatın daha alt şekillerinden bize kalan mirastır. Uygar olabilmemiz için gölgemizdeki hayvansı eğilimleri evcilleştirmemiz gerekir. Gölgenin olumlu tarafı insani gelişim için gerekli olan spontanlığın, yaratıcılığın, içgörünün ve yoğun coşkuların kaynağı olmasıdır. Ego ve gölge işbirliği yaptığında kişi kendini yaşam dolu ve canlı hisseder. Gölgenin red edilmesi kişiliğin sönük kalmasına neden olur.
Ben: Ben arketipi, Jung’un kolektif bilinçdışı üzerindeki çalışmalarının en önemli ürünüdür. Jung ben’i kendini gerçekleştirmeye yönelik bir dürtü olarak ele almıştır. Jung ben’i sistemdeki en önemli arketip olarak ele almıştır. Bilinçaltının tüm yönlerini dengeleyen ben, kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrar kazandırır. Ben her zaman tam bir bütünleşmeye çabalar.”
“Jung tam bir birlik ve bütünlüğün çeşitli kültürlerde defalarca rastlanılan bir sembol olan bütünleşme çemberi (mandala) ile temsil edilebileceğini söylemiştir. Mandala, bireyin bilinçli veya bilinçdışı bütünselliğinin simgesidir. Çember, haç ve Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembolleşmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir.”
“Jung insanın ruhsal kişiliğini, bütün geçmişten soya çekimle gelen bu ortaklaşa bilinç dışı izlenimlerin onardığını ileri sürer. Freud'un cinsellik içgüdüsü ve Adler'in aşağılık kompleksine karşı çıkarak insanın ruhsal karakterini yaşama içgüdüsünün belirlediğini savunur.” “Jung'a göre cinsellik duyguları da yükseltme isteği de yaşlara ve koşullara göre değişen, bütün insan yaşamını belirleyecek güçte olmayan etkenlerdir. Buna karşı yaşama enerjisi her yaşta ve her koşulda gücünü sürdürür. Jung tip kuramını da bu tip üzerine kurar, yaşama enerjisinin içe ya da dışa dönük oluşuyla insan tiplerini” entrovert” ve “ekstrovert” olmak üzere ikiye ayırır.” “Diğerinin sevmediğimiz özellikleri, kendi kendimizi bulmaya yardım edebilir.”der Jung.
“Tipolojik kuram, bilincin işlevleriyle birleşince, karakterler ortaya çıkmaktadır:
1) Dışadönük düşünce karakteri: Bilim adamı ve iktisatçılar. Enerjisini öğrenmeye ve nesnel dünya hakkında bilgi toplamaya yönelten bilim adamı bu tipe örnek verilebilir. Bu tip insan diğer insanlara soğuk ve kendini beğenmiş bir izlenim verebilir.
2) İçe dönük düşünce karakteri: Felsefeciler. Kendi benliğinin gerçekliğini araştıran bir filozof bu tipe örnek oluşturabilir. Düşünceleri ile baş başa kalmak ister. İnsanlar onu pek ilgilendirmez. Genellikle inatçı, bildiğini okumak isteyen, hoşgörüsüz, gururlu, çevresindekileri küçümseyici tutumları olan, iğneleyici ve yaklaşılması güç bir insandır.
3) Dışadönük duygusal karakter: Talk show'cular. Bu tipe kadınlar arasında daha sık rastlanır. Duygular düşüncelere egemendir. Kaprisli olma eğilimindedirler. Ortaya çıkabilecek küçük bir değişiklik duygularının değişmesine neden olur. Duygusal tepkileri çok değişkendir. Sürekli kendilerinden söz eden, her şeyi abartan, her zaman pohpohlanmak, onaylanmak isteyen ve gösterişi seven insanlardır. Sevgileri kolayca nefrete dönüşebilir. İnsanlara kolay bağlanabilirler ve kolayca bu bağı yok edebilirler. Modayı severler. Düşünce işlevleri gelişmemiştir.
4) İçedönük duygusal karakter: Müzisyenler. Bu tipe de kadınlar arasında sık rastlanır. Bu tip insanlar duygularını dış dünyadan saklayan, sessiz, ilgisiz, ilişki kurulması güç ve anlaşılması zor insanlardır. Genellikle melankolik bir havaları olmalarına karşılık, aynı zamanda, kendine yeten ve iç huzuru olan kişiler izlenimi de verebilirler. Gerçekte derin ve yoğun duygularla dolu olduklarından, arada bir ortaya çıkan duygusal patlamaları çevrelerindeki insanlarda şaşkınlık yaratır.
5) Dışadönük duyumsamacı karakter: İnşaatçılar, mühendisler. Daha çok erkeklerde rastlanır. Gerçekçi pratik ve aklına koyduğunu yapan kişilerdir. Dış dünya gerçekleri ile ilgilenir ancak bunların ne anlama geldiği üzerinde fazla düşünmezler. Zevk ve heyecan veren şeyleri severler ancak duyguları yüzeyseldir. Dış dünyadan gelen uyaranlara dönük yaşarlar.
6) İçedönük duyumsamacı karakter: Kendini beğenmişler, doktorlar. Kendi duyularına yönelik ve dış dünyadan uzak yaşamaya çalışırlar. Kendi iç dünyalarını dış dünyadan daha ilginç bulurlar. Sakin edilgin, kontrollü biri izlenimi veren böyle insanlar duygu ve düşüncelerinin kısırlığından dolayı diğer insanların dikkatini pek çekmezler.
7) Dışadönük sezgisel karakter: Halkla ilişkiler uzmanları, serüvenciler. Genellikle kadınlarda rastlanır. Değişken bir karaktere sahiptirler. Yeniliğe bayılırlar ancak her türlü yenilikten de çabucak sıkılırlar. Davranışlarına sezgi yön verir. Düşünce işlevleri kısırdır. Aynı işte uzun süre çalışamazlar.
8) İçedönük sezgisel karakter: Mistikler, şairler. Bilmece gibi insanlardır. Kendine göre değeri anlaşılmamış bir dahidir. Etrafındaki insanlar tarafından çözülmesi güç bir bilmece gibi algılanırlar. Bu tipe genellikle artistler arasında rastlanır. İnsanlarla iletişim kuramazlar.”
“Jung, Yoga çalışıp, hastaların astrolojik horoskoplarını çıkartarak terapiden önce incelermiş. Simya ve diğer okült bilimlerin yorumlarıyla ilgili eserler yazmıştır. Geliştirdiği psikolojik kavramlar ile okült ilimler ve çağdaş ilimler arasında köprü kurmuştur.” “Jung psikolojisinde dört bilinç işlevi vardır: duygu, düşünce(akıl), sezgi, duyum(duyu). Eğer bir karakterde düşünce gelişmişse, bastırılan duygular histeri olarak geri döner. Duygusal olarak gelişmişse, bastırılan düşünce, fobi olarak geri döner.” “Mars gezegenine ulaşmak, kendi kendine ulaşmaktan daha kolaydır.” diyor Jung.
“Jung’a göre gölge, bilinçaltı bir komplekstir. Bilinç ve benliğin karşıtı, tersidir. İstenilmeyen, kabul görmeyen tüm kişisel özelikler gölge kompleksine dâhil olmaktadır. Örneğin, kişi kendini ince olarak tanımlıyorsa onun gölgesi kaba ve katıdır. Acımasız birinin gölgesi çok ince ve şefkatlidir. Kendini çirkin olarak tanımlayan kişinin gölgesi güzel olmaktadır. Jung’a göre gölgenin içindekiler kötü olmak zorunda değildir. Gölge ne mutlak iyi ne de mutlak kötüdür. Varlığımızın az gelişmiş ve gelişmemiş yönleri bu tanımın kapsamı içindedir. Jung, gölge dokunun varlığını bilinçaltından bilince kavuşturmanın önemini vurgulamaktadır.” “Gölge, egonun başkalarından saklamayı istediği, ruhu ile ilgili utanç duyduğu, görmezden gelmeyi yeğlediği, alt, uygarlaşmamış ve hayvani nitelikleridir. Egonun nefisle özdeşleşmesi onu şişirir ve tehlikeli kılar.” “Yunus Emre insan ahlaki varlığının en büyük düşmanı olarak nefsi kabul etmiştir. Nefsin ıslahını da Jung gibi sevgiye bağlamıştır. Jung’a göre gölgeler tamamlanmayan bir bulmacanın eksik parçalarıdır.”
“Krishnamurti şöyle diyor: "Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım." Jung da bunu benzer bir biçimde ifade etmiştir: "Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden, eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim." Amerikan yerlisi Mohawk Kabilesi'nin bilgeleri ise; "Unutmayın! Çocuklarınız sizin değildir, onları Yaratıcıdan ödünç aldınız" der.
Üstad Jung’dan bazı güzel alıntılar...
“Sadece evin yolunu bulabilmiş olanlar bu yolu başkalarına gösterebilir. Kendi yolunu kaybetmiş bir kişi kötü bir rehberdir. Bilgisi olmayanların iyi niyetli oldukları sürece dünyaya iyilik edeceklerine inanan eşitlikçi iddiayı geçersiz kılan da bu gerçektir. Uzun vadede yalnızca bilenler işe yarar, iyilikler sunabilir, çünkü onlar yürüdükleri için yolu bilen kişilerdir.”
“Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında.”
“Tanrı Âdem ile Havva'yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştır.”
“Yaşamım bilinç dışının kendini gerçekleştirdiği öykülerden biridir.”
“Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Böyle bir şeyi yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur.”
“Hayvan basamağının tüm evrelerini aştık; bedenimizde bunların izlerini hala taşırız; örneğin insan cenininde hala solungaçlar bulunur. Atalarımızdan anı olan bir dizi organımız vardır; örgenleme düzlemimiz solucanları andırır, biz de de sempatik sinir sistemi bulunur. Böylece, beden ve sinir örgümüzün yapısında tarihsel soy kütüğümüzle karşılaşırız. Geçmişin izlerini taşıyan ruhumuz için de bu böyledir. Kuramsal olarak ruhumuzun yapısından hareketle tüm insanlık tarihini baştan sona yeniden kurabiliriz. Çünkü bir kez varolan her şey, içimizde hala varlığını sürdürüyordur.”
"… Rüyalarla ilgili bir teorim yok. Nasıl ortaya çıktıklarını bilmiyorum rüyaların. Ayrıca, benim onları ele alma biçimimin bilimsel bir yöntem sayılabileceğinden bile emin değilim. Belirsiz ve kişinin o anki keyfine çok bağlı şeyler oldukları için, rüya yorumlarına karşı hepinizin taşıdığı önyargıları ben de paylaşıyorum. Ama öte yandan, bir rüyayı gerçekten enine boyuna defalarca incelediğimizde, bunun büyük bir ihtimalle bizi bir yerlere götürebileceğini de düşünüyorum. Tabii ki bunun bilimsel bir vargı ya da akılcı bir sonuç olması gerekmiyor, fakat bilinçaltının amacının ne olduğunu, "bilinçaltının aklından neler geçtiğini" gösterecek bir ipucuna varabileceğimizi söylüyorum…"
"Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız."
“Bilinçdışı bizi bizden daha iyi bilir.”
“Kuramları iyi öğren, ancak yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onları bir yana bırak.”
“Eğer bir bireyi anlamak istiyorsam, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir yana atıp, tüm teorileri gözardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır benimsemek zorundayım.”
“Ruhun başka hiçbir şeye indirgenemeyecek kadar kendine özgü bir doğası vardır.”
"Bilimsel ruh incelemesinin (psikoloji), geleceğin bilimi olduğuna inanıyorum. Psikoloji doğa bilimlerinin en genci ve henüz emekleme evresinde bugün. Bizim için en önemli bilim dalı bu; gerçektende, insanoğlu için en büyük tehlikenin açlık, deprem, mikroplar, kanser olmayıp, yalnızca insanın kendisi olduğu, göz kamaştırıcı bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Nedeni ortada: Ruhsal yaraları saracak, etkili bir çare yok henüz, oysa bu yaralar doğanın en acımasız, en büyük yıkımlarından daha da yok edicidir! İnsanı olduğu gibi halkları da korkutan en büyük tehlike psişik tehlikedir. Beliren genel güçsüzlüğün nedenleri, bilinçaltını hiç dikkate almaksızın tek bilinçle, ama yalnızca bilinçle ilgilenilmiş olmasıdır."
“Bilinçaltı ürkütücü bir canavar değildir. Doğal bir organizmadır. Ancak bilinçli davranışımız işe yaramaz duruma girdiğinde tehlikeli olabilir. Kendimizi baskı altına aldıkça bilinçaltının tehlikelerine kendimizi maruz bırakmış oluruz.”
“Yaşamımızın büyük bir bölümünü bilinçdışında geçiririz.”
Her insan kendi kendinin ödül ve cezasıdır. Jung’a göre bilmek için mutlaka öğrenmek, yaşamak ve deneyimlemek gerekmektedir. Bilen ile bilmeyenin farkı insan olan ve insan olamamış şeklinde tüm kadim öğretilerde farklı ayrımlar ile nitelendirilir. Jung, Hermetik, Gnostik, Yeni Eflatuncu kadim bilgeliğe önem vermiş, Kabala ve simya ile ilgilenmiştir. “Gnosis, hem itaat etmeyi hem de başkaldırmayı gerektirir.” Tüm dini sistemleri ve mitolojileri incelemiştir. Yaşam mottosu zıt kutupların birliğidir. Denge, sağduyu, uyanıklık ve ölçülülük onu tanımlamıştır. Kutuplarda gezmez, onda bilim ve akıl, din ve inanç ile tamamlanır. “Tanrı uzaktaki bir cennetten çok, ruhta olduğuna göre, onu inkâr etmeye kalkmak ruhun sağlığını da ciddi anlamda bozacaktır.” Kabara kabara burun havada dile getirilen “Ben böyleyim” dengesiz söyleminin yanında ona göre; yaşam, yaşanan bir içsel içgörü, kişisel değişim ve dönüşümdür. Katı olan (madde) her şey değişime tabidir. Jung’a göre kurtuluş bireyleşmedir.
“O, saygınlık ve ahlak doğruluğunun güvenli ve sıradan yolu yerine, o, çok tehlikeli olan ama dönüşümün yegâne gerçek kaynağı, yaşamın canlılık ve güç deposuna götüren eninde sonunda karşılığını verecek ana yolda yürür.” Jung, insanoğlunu özgürleştiren, tüm bağlantı zincirlerini kıran kalbin bilgisini, ruhun dilini yüzeye çıkarmayı hedeflemiştir. Farklılaşma yaratılışın gereğidir. Gaye sadece farklılaşmak değil, gerçek doğamız için uğraş vermektir, faal olmaktır, bu zaten farklılaşmayı gerektirir. Birey olabilen insan, büyüyen bir hayat ağacıdır. Geri dönüş yolculuğu da bireyin kendine özgü olmalıdır. “Ölülere yedi vaaz” isimli eski Gnostik metinde şöyle geçer: “İnsanlar(yığınlar) zayıftır ve kendi çeşitliliklerini, farklılıklarını taşıyamazlar.”(sürüden ayrılanlar hariç)
Var olmanın aşkın tamlığı ya da hiçliği (Pleroma) ile insanın birleşme ve yeniden bütünleşme arzusunu dile getirmiştir. Bütünleşmiş ama birey olarak da kalabilmiş dengedeki bilinci yaşamaktır amaç. Egoyu öldürmeyi, kendini yok etmeyi değil, kendine hâkim olmayı, kendini her yönü ile tanımayı önemsemiştir. “Yapacaksın..., yapmayacaksın...” ahlaksal hegamonik sarmalından çıkıp özgürce kendi farklı yolunda yürümeyi önermiştir. Bu, ceza, tehdit, ahlakçı korkutma vesveselerinin dışında ama erdemli ve özgür bir yoldur. Jung, sadece iyilik ve ahlaksal tamlığın var olmanın bütünlüğünün yerini alamadığını fark etmiştir. “İyi ve kötü olarak yapay ikiye bölünme kişide tamamlanmamışlık hissi uyandıracaktır. İyi ve güzel için çabalarken kötü ve çirkine de ulaşırız.” İki kutbun arasında üçüncü bir kutup bulunduğunu belirtir. Jung’a göre, kötülüğü de bilmek (yapmak değil) zorundayız. (gerektiğinde ona hâkim olabilmek için) Kendini her yönü ile tanıma ancak bu şekilde gerçekleşebilecektir. Bütünleşmiş ancak birey olmanın farkındalığını da aynı zamanda hissedebilmiş şekilde kalabilmiş bilinci yaşamaktır amaç. “Ölülere yedi vaaz”da şöyle geçer: “Kendimizi karşıt çiftlerden nasıl birer ayrı varlık haline getireceğimizi bilirsek kurtuluşa ulaştık demektir. İnsan Tanrıların özünü paylaşandır, tanrılardan gelir, tanrılara gider.”
Bireysel ve çevresel katılaşmış dogma ve taassupların yıkımını özendirir. O, önce bireyin koşullanmış zihninin değişimi sonucu dünyanın da değişeceği tutumunu ve insanın bütünlüğe yeniden ulaşmak için çabaladığı evrensel mücadelesini hatırlatmıştır. Bu yol, gerçek doğamız için verilen uğraştır. “İtici kuvvet bireyselleşme ilkesidir. Tek yanlılık ise deliliği getirir.” Yaratılmış dünya ve üzerindekiler değişime tabidir. “İnsanoğlu gerçek çözümlere ulaşmak için, kavramlarını değil, kendini değiştirmek zorundadır. Böylesine önemli bir değişim kökleri, teorik bilgide değil, kendini tanımada, düşüncesini kontrol etmek yeteneğinde yatar.”(logos ilkesi: dile getirilmiş düşüncenin cisimleşmesi) İnsanın içindeki tanrısal özü uyandırmak istemiştir. Aydınlanma yolculuğu için yola koyulanlara “Dışarıya değil, içinden...” der. Bireysel çabaya önem vermiştir. Jung’a göre “her insan sık bir ormanda yolunu zahmetle açarak ilerleyen bir kâşiftir.” Bir biliciyi kör takibi değil, içindeki biliciyi uyandırabilmeyi ve bir bilici olabilmenin gerekliliğini belirtmiştir.
“Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder... Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hala da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum...” C. G. Jung
Berk Yüksel
Kaynakça:
“Natür-Nurtür-Kültür Ortasındaki İnsanın Varoluşuna ve Hastalığına Sinirbilimsel Bir Bakış” Prof. Dr. Kerem Doksat
"Narsisizm ya da ”Şişkin Ego”…yansımaları" Yavuz Çekirge
“Bilinmeyen Jung”.Stephan A. Hoeller
http://www.hipnoterapi.com/jung.htm "Carl Gustav Jung’un Yaşam Öyküsü"