18 Şubat 2014 Salı

ORTA ASYA'DAN OSMANLI'YA BİR GÖÇ TEŞEBBÜSÜ - SALİH SÖZCÜ






 

Türkiye’de Van Erciş’te bir Kırgız köyü olduğunu çoğu kişi ta ki 23 Ekim 2011 gününde olan depreme kadar duymamıştı. Köyle alakalı olarak belgesel tarzı birkaç program yapılmış da olsa kim bilir deprem öncesine kadar kaç kişinin dikkatini çekmiş kaç kişi köyle ilgilenmişti?



Van Erciş’te olan bu Kırgız köyünün adı Ulupamir köyü. Köyün kısa bir tarihçesinden bahsedeyim önce. 1979’da Soyvetler’in Afganistan’ı işgali sırasında Pamir yaylasında bulunan Kırgızlar, burayı terk etmek zorunda kalmışlar. Bir kısmı komşu ülkelere bir kısmı uzak coğrafyalara göç etmek zorunda kalmışlar. Son Kırgız Hanı olan Hacı Rahmankul Kutlu “Aksakal” meclisini toplamış ve göç kararı meclisten çıkmış. Bir kısım Kırgız Pakistan’a göç etmişler fakat iklim şartlarına uyum sağlayamamışlar bir kısmı ise hayatını kaybetmiş. Bazı önderler Türkiye’ye göç etmeyi önermiş. İslamabad’taki Türk elçiliğinden yardım talebinde bulunulmuş. O dönemde Türkiye’de 12 Eylül yönetimi var ve Kenan Evren’e sunulan bu yardım isteği 1982’de kabul edilmiş.1150 Kırgız başta Hanları Hacı Rahmankul Kutlu ile beraber Adana’ya gelmişler. Turgut Özal döneminde Van Erciş’te inşa edilen konutlar tamamlanana kadar Van ve Malatya’nın çeşitli yerlerinde ikamet etmişler. Konutların tamamlandığı Altındere köyüne yerleştirilen Kırgızların talebiyle köyün ismi geldikleri yer olan Pamir yaylasına atfen “Ulupamir” olarak değiştirilmiş. Şu an hala köyde Kırgızlar yaşamakta; gelenek,görenek ve adetlerini sürdürmeye devam etmektedirler.



Ancak, gene Kırgızların Pamir yaylasındaki ataları 1916-1917 yıllarında Anadolu coğrafyasına bir göç teşebbüsünde bulunmuşlar. Çünkü hilafetin merkezi Osmanlı olunca, tüm Türkistan’daki ahali gibi Kırgızlar da Osmanlıyı sığınacak bir liman olarak görmüşler. Göç teşebbüsünün sebebi ise Rusların yaptığı büyük zulümlerdir. O dönem binlerce Türk, boyları ayırt edilmeden Ruslar tarafından katledilmiş.Pamir yaylasındaki Kırgızlar da Osmanlıya göç etmeye teşebbüs etmişler ancak savaş şartları el vermeyince bu göçü gerçekleştirememişler.



Biz bu göç teşebbüsünü, Enver Paşa’nın Orta Asya için görevlendirdiği Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı beş subayın hatıratlarından öğreniyoruz. Bu hatıratı kaleme alan bu beş subaydan birisi, Adil Hikmet Bey’dir. Orta Asya’ya gönderilen bu heyet 1914 yılında yola çıkmış ancak 1920 yılında yurda dönebilmiştir.



Adil Hikmet Bey’in hatıratı ilk olarak “Asya’da Beş Türk” adıyla Arap harfleriyle 16 Haziran 1928-16 Teşrini Evvel ( Ekim) 1928 tarihleri arasında 113 gün süreyle Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş. Daha sonra tefrika edilen bu hatırat 1998 yılında kitap olarak Ötüken Neşriyat tarafından neşredildi. Bu hatırat 5 subayın 1914-1920 yılları arasında Orta Asya’da yaşayıp gördüklerinin yanı sıra bölge halkının Osmanlıya bakış açısını anlatması açısından oldukça önemlidir.



(Hatıratın sahibi Adil Hikmet Bey, 1887'de Derne'de doğmuş, 26 Ekim 1933'te 46 yaşında kalp rahatsızlığından vefat etmiştir.)


Kırgızların göç teşebbüsünün bulunduğu bulunduğu kısmı kitaptan olduğu şekilde nakl ediyorum :



“ …Hüsameddin Bey, Kırgızların Çin Türkistanın’da uzun müddet kalmayacaklarından dolayı, Afganistan ve İran üzerinden Anadolu’ya nakilleri meselesini görüşmeye gelmişti.

Kırgızların Anadolu’ya nakilleri mi ? Bu çok mühim bir mesele idi. Bu saf,çalışkan halûk (iyi huylu) ve sağlam unsurun memleketimize yerleştirilmesi ehemmiyetle düşünülmeli idi. Hele Kırgızların Şarki Anadolu’nun ( Doğu Anadolu) dağlık mıntıkalarına iskânı çok faydalı olurdu.

Anadolu’nun o mıntıkalarında Ermeni ve Kürt unsurlar çokça idi. Ermeniler bu harpte Rus ordularının pişdarı ( öncüsü) olmuşlar ve bizi arkadan vurmağa uğraşmışlardı. Yunanlıların Megalo İdeası gibi onlarda Erivan’dan Ayas’a (Yumurtalık’a) kadar koskoca bir hükümet teşkil ederek,Türkiye ile İran arasında tampon bir hükümet teşkil etmek gayesinde idiler. Böyle bir hükümetin teşekkülü Anadolu’nun büyük Türk dünyası ile olan irtibatını keserdi. Gerçi Ermenilerde şiddetli bir kavmi taassup var idiyse de, hiç şüphesiz istedikleri arazi kendilerine verilemezdi. Çünkü evvela onlar iddia ettikleri mıntıkada zayıf bile olsa ekseriyet teşkil edecek derecede kalabalık değillerdi. Mamafih (bununla beraber) ne olursa olsun iki Ermeni köyü arasına üç Kırgız köyü yerleştirmek,onları mefkürelerine ilelebed veda ettirmek demekti.

Anadolu’nun şark vilayetlerinde sakin olan Kürtler ise şeyhlerin elinde oyuncak olduklarından eskiden beri hükümetin başına gaileler çıkarırlardı. Kırgızlar onları da kıskıvrak bağlarlardı.

Bunlar işin siyasi cihetleri…. Halbuki Kırgızların Anadolu’ya hicretleri bir çok vechelerden münakaşa olunabilirdi. Memleketimiz bunlardan çok istifade ederdi. Saf kanlı ve gürbüz bir kavim olduklarından memleketimize her cihetçe hadim ( hizmet edici) olabilirlerdi. Her şeyden safınazar etsek bile, kilometre başına 8-10 nüfusun isabet ettiği bu mıntıkaların imarı için nüfusa ihtiyaç vardı.

Bu, Avrupa’dan damızlık insan getirmeye benzemezdi ve böyle düşünenleri Kırgız muhacereti memnun edemezdi. ( burada Avrupa’dan damızlık erkek getirilmesini savunan Abdullah Cevdet’le alay ediyor) Fakat bunlar memleketin canına can katarlardı.


Nasıl Hicret Edebilirlerdi?


Hüsameddin Bey, bize bir hicret projesi getirmişti. Bu proje Kırgızlara :

“Anadolu’ya yürüyün!”

Demekten ibaretti. Bunlar dost ve kardaş Afganistan ve İran’dan geçerek atlarıyla, sürüleriyle, servetleriyle yola dökülürlerdi. Esasen dağda bayırda yaşayan Kırgızların muhacereti için büyük projeler yapmaya da hacet yoktu. Ne çare ki o esnada bu kabil değildi. Memleketimiz harpte idi. Şüphesiz iaşe (yiyecek) buhranı da olmalı idi. Bu azim muhaceret işi açlıkla nihayet bulurdu.

Hüsameddin Bey diyordu ki :

“-Kırgızları buradan Anadolu’ya nakl etmekle hem onlara, hem memleketinize hizmet edilmiş olunacaktır. Bunlar mert ve çalışkandırlar. Az zamanda müstahsil (üretici) olurlar. Bundan başka buralardan Anadolu’ya başka ahali dahi gelebilir. Mesela Hoten’de, Kaşgar’da ve Altışehir’deki Türklerin bir kısmını Anadolu’ya nakl etmek çok kolaydır. Çin hükümeti böyle bir muhacerete mani olmayı düşünemez bile… Hoten Türkleri halıcıdırlar. Bu takdirde esasen Anadolu’da mevcut olan halıcılık sanatı birden bire yeni bir hayat kazanır. Buralarda hiçbir Türk yoktur ki, böyle bir muhaceret teşvikine karşı kulaklarını tıkasın. “

“- Fakat şehirlerin ahalisi Kırgızlar gibi Afgan, İran üzerinden nasıl giderler ?

“- Haklısınız. Yalnız düşünmek lazımdır ki, Türkistan ile Türkiye arasındaki yol yalnız Afgan-İran tariki ile değildir. Türkiye bu muhacirlere karşı kollarını açsın. Onlara ‘Gel!’ desin. Onlara yer yurt vereceğini söylesin. Geri tarafa karışmasın. Onlar şimalden (kuzeyden) Rus şimendüferleriyle (trenleriyle) giderler. Cenuptan (Güneyden) Hindistan tarikiyle haccetmek bahanesiyle giderler. Hasılı binbir yol bulurlar. Bu cihetleri uzun uzun düşünmek bile fazladır. “

“Hüsameddin Bey, iki gözüm ! Henüz çok gençsiniz. Tecrübesizsiniz. Meseleyi basit addediyorsunuz. Halbuki muhaceret meselesi akvam-ı ibtidaiyye (ibtidai kavimlerde) olduğu gibi besasetini ( basitliğini) kaybetmiştir. Bunun içinde yorgunluğu var, açlığı var, hastalığı var. Buradan Türkiye’ye giden muhacir kafileleri yolda üçte ikisini kaybederler.”

Hüsameddin Bey sözümü kesti:

“ – Adil Bey” dedi. “ Bu kadarcık mütalaayı benim henüz inkişaf etmeyen dimağım da muhakeme edebilir. Bu cihetleri ben de düşünüyorum. Fakat Kırgızlar için bu düşünce hiç varid değildir. Onlar mutad (alışılmış) hayatlarını bozmadan dağdan dağa aşarak kendileri giderler. Şehirlere mensup Türkler ise kendi hesaplarına medeni vasıtalarla giderler. Merak etmeyiniz.”

Hüsameddin Bey’in temenniyatını kabul edecek mevkide değildik. Şu anda meselenin tatbik kabiliyetini göremiyorduk. Harpten sonra düşünülürse olurdu. Şimdilik şehirliler arasında böyle propagandaya girişmek icab etmezdi. Kırgızlar da Kerenski’nin ilan ettiği umumi aftan istifade ederek eski yurtlarına avdet etmeliydiler.

Hüsameddin Bey, Anadolu’ya muhaceret meselesi hakkında bizden yardım bulamayınca müteessir oldu. Düşündü, düşündü, tekrar Kuçar’a avdeti kararlaştırdı.


Muhaceret Meselesi Mühimdir


Muhaceret meselesi ihmal olunacak bir şey değildi. Anadolu ahalisi asırlardan beri mütemadi (arasız) harplerin verdiği acılarla müteelim (elemli) idi. Senelerce köylerinden uzak yaşayan Anadolu uşakları çok zayıf düşmüşlerdi. Memlekette işlenecek çok büyük arazi vardı. O zaman umumi nüfusumuz henüz hakiki olarak hesap edilmemiş ise de, Anadolu’da biraz dolaşanlar köylerin birbirine saatlerce uzaklarda olduklarını görerek nüfus ihtiyacını takdir ederlerdi. Umum Anadolu’da beher kilometre başına isabet eden nüfus miktarı vasati olarak herhalde ona varmazdı.

Hele şark ve cenup vilayetlerimizde nüfus nedreti (seyrekliği) çok aşikardı. Bunlara ilaç aranırken en evvel gelecek nüfusun ırken, lisanen, bünyeten Türk olması lazımdı. Bu unsurları Asya’nın göbeğinde mebzul olarak bulmak mümkündü. Hem de bunları celb etmek için büyük masraflar icab etmezdi. Fakat biz buna nasıl karar verebilirdik? İş yalnız bizim arzumuza kalmış olsa idi, hemen kırk elli bin kişilik kafileler teşkil ederek şimdiden bunları birbiri ardınca sevk ederdik. Ancak bu bir hükümet işi idi.

Hükümetimizin bu andaki vaziyetini bilmiyorduk. Umumi harp bütün cihanı şirazeden çıkarmıştı. Hükümetimizin, gelecek misafirlere hiç olmazsa:

“– Buyurun!”

Diyebilecek hali olmalı idi. Bizce her şey meçhuldü. Hüsameddin Beye muvafık cevap vererek hemen işe başlamak, kendi ırkımızı kırdırmağa sebep olabilecek kadar tehlikeli olabilirdi. Hasılı bu işe muvafakat edemedik. Edemezdik. Meseleyi âtiye, daha müsait günlere terk etmeliydik. “


( Son Kırgız Hanı Hacı Rahmankul Kutlu. d.1913 Pamir - ö.1991 Erzurum)

Benzer sebeplerden dolayı göç etmek durumunda kalan Kırgızlar Türkiye’nin 1916-1917 yıllarına göre daha müreffeh olması sayesinde ancak 1982 yılında yani; 65 yıl kadar sonra bu göç hareketini gerçekleştirmişlerdir. O dönemde Kırgızların Osmanlı’yı tercih etmelerinde başka bir sebep de Anadolu’yu anayurtları gibi görmeleriydi. Zaten son Kırgız Hanı Hacı Rahmankul Kutlu’nun vasiyetinden de artık burayı vatanları olarak benimsedikleri anlaşılmaktadır.





SALİH SÖZCÜ

HAFTANIN KİTAP ÖNERİSİ: TIKLAYINIZ...

15 Şubat 2014 Cumartesi

NEŞʾE-İ MÂSÛMÂNE — RECÂİZÂDE MAHMÛD EKREM



           Hele şu mâsûmun neşʾesine bak. Şu tipi ʿâlemine… Şu korkunç fırtınayı da kendisine bâzîçe-i hayâl etmiş. Şu yağan soğuk şeyler nazarında gûyâ kar değil de yâsemin çiçeğidir ki melâike-i semâ etek etek zemîne serpiyorlar. Havada uçan kuşları kapacak gibi köpükler içinde kabaran şu emvâc-ı hurûşânı seyrettikçe şevkinden ellerini, kollarını oynatıyor. Ruh-ı latîfi ʿavâlim-i  ʿulviyye ile idâme-i münâsebet ederken kuvve-i  fikr ve nazarı hâlâ pîş-nigâhındaki cism-i şeffâfın öte tarafına geçmekten ʿâcîz. Şu dakîkada kim bilir ne kadar sabî-i  bî-günâhın, ne kadar yetîm-i  bî-kesin ellerini, ayaklarını donduran — kim bilir ne kadar ʿalîl-i dermândanın , ne kadar pîr-i  nâ-tüvânın ızdırâb ve âlâmını tezyîd ve teşdîd eden — kim bilir ne kadar garîb bir hâne, bir düşün. Ne kadar fakîr-i  bî-zehîrin hâlini perîşân eyleyen, kim bilir ne kadar, binlerce nüfûsun esbâb-ı  helâkını hazırlayan bu dehşetli hâlin ne olduğundan bî-haber. Şimdi şu pencereleri açıversem teʾsîr-i berd ile vücûdunda bir ızdırâb-ı şedîd hissedinceye kadar ondan da memnûn olacak. Şimdi kolundan tutup bahçedeki kar yığıntısının içine bırakıversem kendini en büyük bir emeline nâil olmuş kadar bahtiyâr sayacak.

           Ne garîb şey! Şimdi bir karabatağın denize daldığını görür, sevincinden haykırmaya başlar. Bilmez ki o hayvânın bu hareketi eğlence için değil , kendisinden daha zararsız bir diğer hayvânı ekl ve belʿ içindir. Düşünmez ki bir kavînin bir zayıfı dâimâ mağlûb ve mahkûm etmese bu ʿâlem-i kevn ve fesâdın en hüzn-i engîz , en yeʾs-i bahş olan kavâʿid-i câriyesindendir. Hele hiç hâtırına getirmez ki kendisinden iki sene daha evvel dünyaya gelmiş diğer bir sabî istediği hâlde bunun oyuncaklarını cebren elinden alır. İsterse yanağına bir de şamar vurur.

           Şimdi bir kayığın geçtiğini görür, beşûşâne çığrınır. Kendisinin de o kayık içinde bulunmasına arzu gösterir. İdrâk edemez ki o bir balıkçıdır. O meşakkati haz ve tenezzehe için değil, fakr ve ihtiyâc gibi bir sâika-yı ârâm sözüyle ihtiyâr etmiş. Kulübesinde ekmeksiz, kömürsüz kudûmüne muntazır olan ʿâilesine keffâf-ı  nefs-i  tedârikine çıkmış. İhtimâl ki ona da muvaffak olamadığından yeʾs ve fütûrî kuvvetini kesmiş. O hâl ile soğuk kemiklerine kadar işlemiş.

           Âh gâfil çocuk! Kürre-i  kamer arza sukût etse, dağlar havaya fırlasa, denizler kaʿr sâfiline çekilse, ʿâlemi baştan başa bir tûfân ihâtâ eylese, cihân yekpâre bir yanardağ kesilse, kıyâmet kopsa, kendisine ezâ verecek bir hâl olmadıktan ve oyuncaklarına bir zarar gelmedikten sonra katʿiyyen vazîfesinde bile olmayacak. Fakat garîbtir ki baʿzan bir küpün yarısının feryâd-ı mütezallimânesini işitmekle ʿâdetâ mahzûn oluyor.



                                                                                                    Recâizâde Mahmûd Ekrem
HAFTANIN KİTAP ÖNERİSİ: TIKLAYINIZ...

14 Şubat 2014 Cuma

GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR - YEVGENİ YEVTUSHENKO



Gençlere yalan söylemek yanlıştır.
Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.
Tanrının gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde
İşlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.
Gençler anlar ne demek istediğinizi. Gençler halktır.
Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara
Yalnız gelecek günleri değil, bırakın da
Yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.
Engeller vardır deyin. Kötülükler vardır.
Ama varsa var ne yapalım: Mutlu olmazlar ki
değerini bilmeyenler mutluluğun demeyin
Gençler, rastladığınız kusurları bağışlamayın,
Tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar
Ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz
bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.


Yevgeni Yevtuşenko

13 Şubat 2014 Perşembe

BİRKAÇ YAZIM YANLIŞIMIZ- LEMİ KORKMAZ




  Yazımlarını karıştırdığımız, doğru yazılışlarını bilmeyerek yanlış yazdığımız birtakım sözcükler var. Bu yazıda, ayrı ayrı bölümcükler biçiminde bunların birkaçına bakacağız.

 Değme yerde karşınıza çıkan ve birbirleriyle karıştırılan iki sözcükten söz edeceğim: yayın ve yayım. Yayın; bir dergi, betik, bir televizyon yayını vb. olabilir. Yayım ise, bu tür yayınların yayılması işidir. Demeli; bir bildiri, bir betik zaten bir yayındır, yayınlanamaz; ancak yayımlanır. O yüzden, "Beni rahatlatacak bir deklarasyon yayınlayın." tümcesindeki gibi bir kullanım yanlıştır. Doğrusu "yayımlayın" olacaktır. Bu ayrım ne yazık ki pek çok yazıda yanlış gösteriliyor.

 Bilindiği gibi "ğ"nin kendinden önceki "a"yı uzatma etkisi vardır (ağabey, dağ gibi). Bu sözcüklerden biri de "bayağı". Bayağı sözcüğünü ele almamızın nedeni, gerek bilerek gerek bilmeyerek çoğu kez yanlış yazılmasıdır. "Bayağı"nın birçok anlamı vardır ama en çok iki anlamıyla kullanırız. Biri, "basit, adi" anlamında; diğeri ise "çok, epey" anlamında. Birinci anlamında kullanırken yazıldığı gibi söylüyoruz, ikinci anlamdakini söylerken ise "baya" biçiminde söyleyip sondaki "a"yı uzatıyoruz. İşte söz ettiğimiz yazım yanlışı da bu söylenişin yazıya geçirilmesinden kaynaklanıyor. Bu, "ağabey" sözcüğünü "abi" gibi (yine "a"yı uzatarak) söyleyip yazmamızla aynı nen (şey). İlgili okurların usuna çarçabuk, pekiyi > peki örneği gelecek. Söylemeliyiz ki, sürev içinde bu sözcüklerin yazımı değişebilir, o derin ve ayrıntılı bir konudur. Biz şu an için kılavuzları kaynak tutmak durumundayız.

 Yaş" sözcüğünün 1. tekil kişiye göre çekimlenmesi konusuna geçmek istiyorum (Burada, her yıl aldığımız yaş anlamında kullanıyoruz). Açıklamaktansa örnek üzerinden gitmek daha yararlı olacak. "İlk kez altı yaşında bisiklete bindim" tümcesindeki yaygın kullanım yanlıştır. Özne birinci tekil olduğu için iyelik eki de birinci tekil kişi iyelik eki olmalı. Dolayısıyla "yaşımda" olması gerekiyor. TDK'ye bununla ilgili bir soru yöneltmiştik. Bize Köktürk Yazıtları'nı örnek göstererek bir yanıt verdiler, o bölümü aktaralım: "...Nitekim Köktürk Yazıtları'nda Bilge Kağan Anıtı doğu yüzünde 'Eki otuz yaşıma Tabgaç tapa süledim (Yirmi iki yaşımda Çin'e doğru sefer ettim)' örneğinde de 'yaşımdayım' şekliyle karşılaşmaktayız."


 Bunların dışında bir de "o" adılının kullanımı konusu var.  "O" adılının, kimileyin, tümce içinde bir kişinin adını tutma göreviyle kullanırken büyük harfle yazıldığını, üstelik kesme imiyle ayrıldığını görüyoruz. Oysaki "o" adılı kural olarak hiçbir zaman büyük harfle yazılıp, kesme imiyle ayrılmaz. Tümcelerimizde bir tek "Allah, Tanrı, Çalap" adının yerini tutan "o" adılları büyük yazılır ve kesme imiyle ayrılır. Bu, kural olarak kılavuzda yer almaz ancak yazıda Tanrı'ya olan saygının göstergesi olarak, özellikle Kur'an çevirilerinde, gelenekleşmiştir.

 Tüm bunlar karmaşık konular gibi gözükse de biraz ilgi ile güçlüklerin kolaylığa dönüştüğü görülür. Doğrusu, bir kere sözcükleri araştırma tutkusunu duyumsadığınızda bundan kolayca kurtulamazsınız. Sözcükleri umursamanız dileğiyle...

12 Şubat 2014 Çarşamba

Cemil Meriç Röportajı (Röporter: Hüsamettin Aslan)



Cemil Meriç Röportajı




Nesillerin Mirası" Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayını, Ankara 1986, s.586-594.
Röporter: Hüsamettin Aslan

1986, Hüsamettin Aslan'ın, ünlü mütefekkir ve edebiyat tarihçisi-eleştirmeni Cemil Meriç (1917-1987) ile yaptığı röportaj.

H.Aslan: Üstadım, izninizle, sorularıma, hayat konusundaki görüşlerinizi alarak başlamak istiyorum. Şimdi hatırlayamadığım bir yerde "Hayat" der Levi Strauss, "bir bunalımlar serisidir". Onu, yani hayatı, Allah katında bir imtihan olarak niteleyenler de var, tabiî ayıklama kanunuyla açıklayanlar da. Sizce nedir hayatın anlamı?

Cemil Meriç: Hugo'nun bir sözünü not etmiştim. "Hayat mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır" diyordu. Buna mukabil şöyle söyler Neyzen Tevfik: "Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü/ Yaratan ..... bilir ancak onun içyüzünü/ Bir delikten çıkarak bir deliğe girmekteyiz/ Önü zulmet, sonu zulmet, ..mişim gündüzünü." Bu sözlerin hiçbiri mutlak olarak ele alınmamalı elbette. Hayyam, "Efsane söylediler uykuya daldılar" diyor. Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu, suale sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar. Münker Nekir sualleri gibi. Bir şairde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü... İlham var. Sokrat, bütün düşüncelerinin demon'dan geldiğini söyler. "Benim bir demon'um var, beni o konuşturuyor" derdi. Herkesin bir demon'u var. Yukarıdaki mısraları böyle anlamalıyız. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.

H.Aslan: Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ölümün sizdeki tedaileri nedir? Benim aklıma Camus geliyor. O, "Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor; duvarlardan, gazetelerden ve insanların yüzlerinden" diyordu Başkaldıran İnsan adlı kitabında. İslamiyet, 'Ölüm, insanın canını Rabbi'ne emanet etmesidir' diyor.

Cemil Meriç: Ölüm, ister istemez karşılaşacağımız bir sual işareti! Ziya Paşa'nın dediği gibi "Halledemedi bu lügazın sırrını / Bin kafile geçti ulemâdan, füzelâdan."

H.Aslan: Ölümden korkar mısınız?

Cemil Meriç: Aksini söyleyemem. Somutlaştırarak anlatmak mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiç bir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş.

H.Aslan: Ebediyet neden sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı olsun? "Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda, yani ebediyet. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki, ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı."(Bu Ülke, syf.182) diyorsunuz. İnanmıyor musunuz ebediyete?

Cemil Meriç: Ebediyet diye bir şey yok yeryüzünde. Burada şöhret söz konusu. Bütün şöhretler yalandır! Ebediyeti şöhret manasına kullanıyorum. Napolyon mu, Marks mı?

H.Aslan: Kültürler, genellikle içlerinde yaşadıkları insanların bunalımlarını çözen kurumlar yaratmışlar. Gazali böyle bir meseleyle karşılaştığında tekkeye koşar; oysa Gökalp bunalımlarını çözmek için intihara başvurur. Mesele bir tercih meselesi. İnsanın fikrî ölçülerini değiştirmesi bence bu. Gökalp, Durkheim'ı yani modern düşünceyi tercih etti. Ben, sizin de aynı tercih problemiyle zaman zaman karşı karşıya olabileceğinizi düşünüyorum. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız? Aklıma gelmişken söyleyeyim, meselenin çağrışımları beni Tanpınar'a götürüyor. Ölmeden onbeş gün önce günlüğünde şu soruyu soruyor kendisine: "Tanrı'ya inanıyor muyum? Evet..."

Cemil Meriç: Ziya Gökalp, Gazali değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkanlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakal'ın Kırkıncı Odası'nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp'le Gazali arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, Batı'nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa'nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa'ya ve İttihat Terakki'ye mesela. Tarihin şımarttığı bir adamdı. 
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâûssıla gibi takip etmiştir. Şimdiyse intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam'ın dediği gibi, bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş. İnanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa, hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus'nun yaptığı da bu.(1) Sisyphos Efsanesi'nde söylediği gibi, ya inanacaksın ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hal çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve 'Evet' diyor. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.

H.Aslan: Cemil Meriç külliyatında el atılmayan düşünce devi yok gibi. İbn Haldun'la Marks; Cevdet Paşa'yla Weber; Cemalettin Efgani ile Ali Şeriati iç içe bu külliyatta. Yani idealizmle materyalizm, laiklikle din, doğu ile batı. Bence zorlu ve çetin bir yürüyüş bu. Eklektik bir düşünür; kendini parçalanmış, çatlamış aynalarda seyreden ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir aydın diyebilir miyiz sizin için? Arkasından sözkonusu parçalanışınızın ülkemizle ilgili yanları sökün ediyor. "Benim trajedim şu birkaç satırda; sevebileceklerim(yani sosyalistler) dilsiz, dilimi konuşanlarla(yani sağcılarla) konuşacak lakırdım yok" -parantez içleri soruyu soranın- "Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor." Nasıl oluyor da hem Büyük Doğu kadrosundan hem de Yön kadrosundan olabiliyorsunuz? Neden buna mecbur hissediyorsunuz kendinizi?

Cemil Meriç: Bu kelimeleri tarif etmeden kullanmak hata. Ben Türkiye'de gerçekten sosyalist olabileceğini sanmıyorum. Bir parça eklektiğim.(2) Her aydın bir parça eklektik olmak zorundadır. İnsan bütündür. Evet derseniz biter. Halbuki aydın olmak başka şey. Aydın olmanın insana yüklediği büyük sorumluluklar var. Bu sorumluluğun idraki başka, uygulama imkanı başka. Belki ben aydın olmanın sorumluluğunu idrak ediyorum ama icaplarına ne kadar uyuyorum bilemem.
İnsan çok meçhullü bir problemdir. Mesela dilimle Büyük Doğu'ya mensubum. İnançlarımın bir kısmıyla da öyle. Yön de bir tarafım benim.

H.Aslan: Yön'le paylaştıklarınız?

Cemil Meriç: Önce pozitivizm. Akla fazla önem verişim. Mesela Rıza Tevfik, Tevfik Fikret zaman zaman bir anlamda Yön'cüdürler. Bu problemde o kadar meçhul var ki... İnsanla ilgili hiç bir problem basit değil. Mesela Necip Fazıl'ı severim ama Doğan Avcıoğlu'nu sevmem.

H.Aslan: Geçmişte sosyalist olmanızla Yön arasında bir bağ kurulabilir mi?

Cemil Meriç: Ben hiç bir zaman sosyalist olmadım. Bilhassa materyalist hiç olmadım.

H.Aslan: "Kimim ben?" diye soruyorsunuz günlüğünüzde kendinize ve insanı kanser edecek ağırlıktaki bu soruyu şöyle cevaplandırıyorsunuz: "Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi." Sene 1974. Türkiye gibi Ortadoğu'nun göbeğindeki bir ülkede, bu yamalı bohçada, bir düşünür için yukarıdaki cevabınız yeterli mi? Kimsiniz siz? Kimlik söz konusu olduğunda sorulacak bütün sorulara cevap verebilecek bir düşünür mü yoksa arafta bir yalnız mı?

Cemil Meriç: Arafta bir yalnızım.

H.Aslan: Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızdaki müthiş makalenizi; Ruşen Eşref'in 'Diyorlar ki' adlı kitabını esas alarak yazdığınız 'Diyorlar ki' başlığını taşıyan yazınızı düşünüyorum. Elimden gelse herkese okurdum bu yazıyı. Benim çağdaşlarım, Gökalp'in bir Delf kâhinine benzediğini sizden öğrendiler. Peki ama hocam, orada sözünü ettiğiniz Türk aydınlarıyla sizin aranızdaki fark nedir? Bu ülkede Peygamber'den 'Muhammed' diye söz etmiyor musunuz? Bir batılının konuşma veya yazma biçimi bu. Hemen arkasından, İslamiyet’le ilgili olarak yazdığınız hepsi birer manifesto niteliğindeki yazılarınız geliyor aklıma. Çelişki bu. Büchner'in "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının düşünce dünyanızı, bir anlamda kişiliğinizi en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylüyorsunuz. İslamiyet'in size açıklamadığı şey neydi de bu kitaba dört elle sarıldınız? Kaderiniz bence, kimlik bunalımlarını okudukları kitaplarda çözümleyen binlerce insanın -sağcı, solcu, idealist veya materyalist olmaları bir şey değiştirmez- kaderleriyle aynileşiyor. Okumakla olmak neden aynileşsin? Bir düşünceyi öğrenmek aynı zamanda bir yaşama biçimini öğrenmektir. Doğru. Ancak, o yaşama biçimini icra etmek değil. Pratik hayatta kendilerini yaşayabilmek imkanını sağlamıyor bize, okuduklarımız.

Cemil Meriç: Biraz fazla altını çizmişim "Madde ve Kuvvet"in. Sözün gelişi öyle yazmışım. Onsekiz yaşında bir insanı çarpar elbette. Bütün hayatımı etkileyen bir tesiri olmamıştır. Belli bir çağda etkilemiştir beni. Hayatıma şâmil değildir. Bulûğ çağında, ilk defa rastlanan güzel bir kadının insan üzerindeki etkisi bu. Ama babam için aynı şeyi söyleyemem. Babama okuttum, ruh dünyasında kötü akisler yaptı. Babam hacıydı ve mûtekit bir insandı. Üzerinde resim var diye eve gelen kibritlerin resimli kapaklarını yırtardı. Onun üzerinde tesirli oldu bu kitap, benim üzerimde değil. Evladım, kelimeler hiç bir şey ifade etmiyor, görüyorsunuz, yani hem yalan hem doğru bunlar.

H.Aslan: Günlüğünüzde yazdıklarınızla kitaplarınızda yer alan düşünceler arasında çelişkiler var. Russell, "Bir düşünce sistemi" der, "Eğer yüzde yüz tutarlıysa, o düşünce sistemi toptan tutarsızdır ya da ilmî değildir." Bu tespit, "Batı Felsefesi Tarihi"ndeydi. Sanırım. Çelişkileriniz son tahlilde normal olarak da kabul edilebilir. Kitaplarınızdan birinde, "Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz en güzel taraflarımızla biziz, biz." diyorsunuz. Eserlerinizde bu türden yüzlerce ifade gösterebilirim. Oysa günlüğünüzde, "Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti" şeklinde beyanlarınız var. Gericilik nedir, sağ nedir? Yeni Devir gazetesi hangi çizgidedir? Müslümanlık nedir ki böyle söylüyorsunuz?

Cemil Meriç: Yeni Devir pek ciddi bir intiba bırakmamıştır üzerimde. Mesela Cumhuriyet'te yazmayı tercih ederdim. Gerici benim. Sağ'a antipatim yok. Sağ mezarlık bekçisi. Eskinin devamını ister sağ. Halbuki hayatın kendisi daima yeniye müteveccihtir.

H.Aslan: Marksizme yaklaşımınız oldukça farklı, sizce yalnızca bir düşünme biçimi. Ortodoks marksizme ateş püskürüyor yazılarınız. Ortodoks olmayan marksist düşünürler ise daima tam not alıyor sizden; Rodinson, Schumpeter ve diğerleri... Ancak, yine de marksist düşünceyle bir çok şeyi paylaşıyorsunuz. Bunların başında düşünme biçiminiz var bence. Genç Cemil Meriç'ten olgun Cemil Meriç'e uzanan, çizgide değişmeden kalan tek unsur düşünme biçiminiz yani diyalektik yöntem. Bilgi problemine bakış açınız marksizmden izler taşıyor. Meraklı okuyucular, Mağaradakiler adlı kitabınızın 391., Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızın 231-261. sayfalarına bakabilirler. Ayrıca, Kırk Ambar adlı eserinizde, Proudhon'u yazarken yaşadığınız iç hazzı geliyor aklıma.(3) Düşünürken ve yazarken, "Önce eylem vardı" diyorsunuz, diğer sosyalistler gibi. Önce eylem vardı; yani hayat vardı, maddi gerçeklik vardı. Bilginin kaynağının materyalist açıklaması bu. Modern bilimin bu ilkeye dayandığını kabul ediyorum. Doğru, bilimin nesnesi, araştırma nesnesi maddedir. Ama bu düşünce biçimi, İslamiyet, evet, kitaplarınızda sıkça vurguladığınız İslamiyet sözkonusu olduğunda çelişkilerden birini doğuruyor. Tehlikeli bu, İslamiyet açısından. Tehlikeli, çünkü vahyi dışarda bırakıyor. Bir şey daha var: 'Umrandan Uygarlığa'da(sf.366, dipnot), Marks'ı, Şerif Mardin'e karşı savunabiliyorsunuz.

Cemil Meriç: Hayır, bende değişmeden kalan diyalektik değildir; insan düşüncesine saygıdır. Ben insan düşüncesini İbn Haldun gibi ikiye ayırıyorum: İnşa ve haber. Haber'e olduğu gibi inanılır. İnşa ise yorum demektir ve tartışmaya açıktır. Marks da İbn Haldun ve Farabi gibi büyük düşünce adamlarından biridir. İmtiyazlı bir mevkii yoktur. O da bir insandır ve hataları vardır. Düşünen bir adamdır. Bilhassa polemik içinde ve düşmanlarıyla savaşarak düşünen bir adamdır. Düşünen hiç bir insan tarafsız olamaz. Marks'ın da hataları vardır. Proudhon'u, Saint-Simon'u, Marks'tan daha çok severim. Sert, dövüşken, haşin bir adamdır Marks. Musevi asıllıdır ve bunun düşüncelerine büyük etkisi vardır.

H.Aslan: "Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: Dilin görevi hakikati gizlemektir."(Bu Ülke, syf.197) Sizin otobiyografiniz için de geçerli mi aynı şey?

Cemil Meriç: Benimki için geçerli değil. Çünkü hiç bir siyasi hareket içinde bulunmadım. Ailem ve çocuklarım için de öyle. İlmî namusumu az çok muhafaza etmişimdir. Talleyrand bir politikacıydı. Tarihin en namussuz, en zeki adamlarından biridir. Talleyrand yükselmek istiyordu. Politikanın dili gizliliktir. Benim yükselmek gibi bir amacım olmadı.

H.Aslan: Mülkiyet karşısındaki tavrınız nedir? Daha önceki bir konuşmanızda, "Ben Müslüman sosyalistim" demiştiniz. Bu sözünüz bana gençliğinizin Tarık Mümtaz'ını hatırlatıyor. Onun 'İslamî Sosyalizme Doğru' adlı bir risalesini okuduğunuzu belirtiyorsunuz.(Bu Ülke, Beşinci Baskı, sf.29) Müslüman sosyalizmi pek itibar görmüyor bugün Türkiye'de.

Cemil Meriç: Sosyalizm Türkiye'de yaşamak için İslamî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır.(4) İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.

H.Aslan: Stendhal eline kalemi alır, ilham gelmesini beklermiş yazarken. Siz nasıl yazarsınız?

Cemil Meriç: Özel bir merasime tâbi değildir. İlham da beklemem.

H.Aslan: En belirgin özelliklerinizden biri, dil konusundaki hassasiyetiniz değil mi?

Cemil Meriç: Bir yazar olarak dili muhafaza etmeye çalışırım. Bu konuda titizim. Hayatımın manası bu.

H.Aslan: Türk Sağ'ına ve Türk Sol'una tavsiyeleriniz nelerdir?

Cemil Meriç: Türkiye'de sol'un sağlaşması, sağ'ın sollaşması gerekir. Sağla sol arasında büyük bir fark yoktur. Gurur dargınlıkları ve benzeri şeylerden doğan ayrılıklar. Birbirlerine yaklaşmalıdırlar.

H.Aslan: Ama bugün bunun tam tersi ortaya çıkıyor.

Cemil Meriç: Ben bu kutuplaşmaya karşıyım. Kutuplaşma yobazlıktır.

H.Aslan: Üslubunuz efendim?

Cemil Meriç: Üslubum kendimdir. Benliğim, bütün hüviyetimdir. Yazdıklarım kadar yazış biçimim de önemlidir.

H.Aslan: Şiirin tornasından geçmiş bir düşünürün üslubu diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Yıllarca şiir yazdım.

H.Aslan: Cemil Meriç, Türk nesrine Fransız sentaksını getirdi, deniyor, doğru mu bu sizce?

Cemil Meriç: Olabilir. Fransızca'yla o kadar çok temasım oldu ki... Ben farkına varmadan bir etkisi olmuş olabilir Fransızca'nın. Edebiyata tercümeyle geçtim. Bir şuuraltı tesir.

H.Aslan: Yazılarınızı başka birine dikte ettiriyorsunuz. Konuşuyorsunuz, yazılıyor. Yazılarınızda konuşma cümleleri ağırlıkta. Dikte ettirmenizden mi geliyor bu özellik?

Cemil Meriç: Üslubum, kendim yazıyorken de, yani gözlerimin kapanmasından önce de böyleydi. Sanmıyorum.

H.Aslan: Üstadım, şiiri neden bıraktınız?

Cemil Meriç: Sevdiğim şairler vardı. Pınarbaşları tutulmuştu. Onlardan daha büyük olamayacağımı hissettim. Nazım, Yahya Kemal, Necip Fazıl. Halbuki, nesirde bana rakip olabilecek bir zirve yoktu.

H.Aslan: Aşka inanıyor musunuz?

Cemil Meriç: Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insani his, aşk. İnsanı insan yapan aşktır. 

H.Aslan: Kadınlara bakış açınız nedir?

Cemil Meriç: Büyük bir saygı ve sonsuz bir sevgi. Kadın erkekten daha yüksektir bana göre. Erkek kadın eşitliği yoktur. Vazife taksimi vardır. Kadın vazifeleriyle üstündür. Fedakârlığıyla, sadakatiyle. Hayatımdaki önemli varlıklardan biri kadın, diğeri kitap.

H.Aslan: "Bir kadınla yemeğe mi çıkıyorsunuz" der Nietsche, "Sakın kırbacınızı yanınıza almayı ihmal etmeyin."

Cemil Meriç: Budala. "İnsanın tanrı olmadığının tek belgesi göbekaltıdır" diyor bir yerde de. Küçüklük duygusundan ileri geliyor onun bu özelliği. Kadın bahsinde hiç bir zaman tatmin olmamıştır. Davet edildiği düğünde, geline evlenme teklif eder. Salaktı hazret. Dâhi bir salak. Tam bir erkek değildi çünkü tam bir insan değildi. Farkında olmadığı bir zaafı vardı kadına. Delirdi zaten.

H.Aslan: Kadınlar bahsinde hayatınızdaki en büyük yeri işgal eden kadın kimdir efendim?

Cemil Meriç: Ölenlerden karım Fevziye, yaşayanlardan Lamia. Karımı çok severim. Kırk yılın üzerinde bir beraberliğimiz oldu onunla. Fevziye tam bir aile kadını, mükemmel bir anneydi. Daima rahmetle anarım. Sakin bir zevceydi. Roma'yı Roma yapan asil ve büyük kadınlardan biriydi. Menteşoğulları boyundandı.

H.Aslan: Lamia Hanım'dan söz eder misiniz?

Cemil Meriç: Son derece sevdiğim ve son derece saydığım müstesna bir insandır. İnsanlar arasındaki yerini bulamamıştır. Talihsiz bir izdivaç yaptı. Hz.Ebubekir soyundan geliyor. Son derece fedakârdır. Hastalığımda bana gösterdiği şefkat emsalsizdir. İnsanlığın yüzünü ağartan bir fedakârlık. Mükemmel bir hocadır. Hayatımın en mükemmel arkadaşı. Talihim benim. Karım öldükten sonra onun yerini ancak Lamia Hanım doldurabilirdi. İngilizce öğrenimine dört yaşında başlamıştır. Ana mektebini ve Arnavutköy Kız Koleji'ni birincilikle bitirmiştir. Hasan Âli Yücel döneminde başarılı öğrencilerin diplomalarını Roosevelt imzalardı. Diplomasında Roosevelt ve Hasan Âli'nin imzaları var. Çok mükemmel bir İngilizce hocasıdır Lamia. Tanpınar'ın öğrencisidir. Reşat Nuri ile akrabadırlar.

H.Aslan: Kızınız efendim?

Cemil Meriç: Kızım mükemmel ve emsalsiz bir evlattır. Talihim bu. Bedbahtlık içinde bahtiyarım.

H.Aslan: Ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim. İster otobüs müziği olsun ister klasik. Farketmez. Türkülere özel bir zaafım yok. Ama sevdiğim türküler de var.

H.Aslan: Hangileri mesela?

Cemil Meriç: Şu anda sıralayamam.

H.Aslan: Şiiri bırakışınızın tarihini hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline getirmeye çalıştım.

H.Aslan: Büyük yazar olmak için sizin hayat çizginize benzer bir yolu katetmek gerekir mi?

Cemil Meriç: Gerekir. Acılar insan ruhunu biliyor. Acı çekmeyen, insan olamaz.

H.Aslan: Sizin için demokrat diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Elbette evladım. Gerçek bir demokratım. Liberal ve demokratım.

H.Aslan: Yazılarınızdan birinde "Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede" yaşadığımızdan söz ediyorsunuz.

Cemil Meriç: Evet. En kötü yanımız müsâmahakâr olamayışımız. Herhalde Moğollar'dan kalma bize.

H.Aslan: Liberal terimini hürriyet anlamında mı kullanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Evet.

H.Aslan: Aydınlarımız konusunda söyleyecekleriniz var mı efendim?

Cemil Meriç: Bu konuda söyleyeceğimi söyledim galiba. Türkiye'de aydın yoktur. Çünkü mesuliyet yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz.

H.Aslan: Bir denemenizde kitapları kadınlara benzetiyorsunuz. Neden başka bir varlığa değil de kadına?

Cemil Meriç: Hayatımda iki önemli varlık var: Kadın ve kitap. İkisi de insan. Yani bunları teke irca edebiliriz. Kadın da insan kitap da insan.

H.Aslan: "Her kitapta kendimizi okuruz, kendimizle yatarız her kadında" diyorsunuz. Neden kendimizle yatarız her kadında?

Cemil Meriç: Kadınla bir parça bize yakın olduğu ve bizi sevdiği için yatarız. Hayvanlar çiftleşir; insanlar birleşir, tekleşir. Her insanda binlerce insan vardır. Kadın ve erkeğin bir araya gelmesinde, bu binlerce insandan yalnızca birer tanesi birbiriyle kaynaşır ve anlaşır. Aynileşirler.

H.Aslan: Kitabı kadına benzeten başka bir düşünür hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Hatırlamıyorum.

H.Aslan: "Bana okuduğunuz kitapların en güzelinin hangisi olduğunu soruyorsunuz, söyleyeyim: Annemdir" der Abraham Lincoln. Annenizden hatırınızda kalanlar neler?

Cemil Meriç: Muhterem bir hanımdı annem. Babamla akrabaydılar. Babamın dedesi Dimetoka müftüsüydü. Benim soyadım aslında Hocazâde'dir. Soyadı Kanunu'yla değiştirildi. Bu soyadı Hafız İdris Efendi'den geliyor. İlk mektebi bitirmişti annem. Çok zengin bir masal dünyası vardı ve masallar anlatırdı bana. Hassas bir kadındı. Bende de var aynı hassasiyet ve bu, annemin bendeki etkisidir.

H.Aslan: Zaaflarım diyebileceğiniz özellikleriniz neler efendim?

Cemil Meriç: Çok. Baştan aşağı zaafım. Lüzumundan fazla hassasım. Çabuk kızarım, çabuk darılırım, çabuk sevinirim. Okumaya düşkünüm. Her insan gibi, belli bir ölçü içinde kadınlara zaafım var. Beş kardeşiz. Ailenin yaşayan tek erkek evladı benim. Bu yüzden biraz şımarık büyümüşüm.

H.Aslan: Sevdiğiniz yemekler neler?

Cemil Meriç: Lamia'nın pişirdiği yemeklerin hepsini severim. Bilhassa bulgur ve etle yapılan yemekleri. Bütün yemeklerini severim Lamia'nın. Ümit'in pişirdiklerini de severim.

H.Aslan: Sigarayla aranız nasıl?

Cemil Meriç: On yedi yaşımdan bu yana sigara içerdim. Günde üç paket. Sonra bıraktım. Lamia'nın yüzünden tekrar başladım. En son olarak da hastalanınca bıraktım. Şimdi içmiyorum.

H.Aslan: Lamia Hanım yüzünden?

Cemil Meriç: O içiyordu çünkü.

H.Aslan: Şu anda seyahat etme imkanınız olsaydı hangi ülkede olmak isterdiniz?

Cemil Meriç: Fransa'da.

H.Aslan: Neden Fransa'da?

Cemil Meriç: En çok Fransız kültürüyle temas halinde oldum. İnsanlarını severim. Altmış küsur yıldır Fransızca'yla uğraşıyorum. Lamia'yla O'nun memleketi olan Şam'a da gitmek isterdim mesela.

H.Aslan: Kitaplarınıza çocuklarınız hissiyle baktığınız oluyor mu?

Cemil Meriç: Fazlasıyla elbette. Onlar da çocuğum. Kafamın gönlümün çocukları.

H.Aslan: Kitaplarınız arasında tercih yapabilir misiniz?

Cemil Meriç: Yapamam. Ancak "Hind Edebiyatı"nı çok severim. Sonradan "Bir Dünyanın Eşiğinde" adıyla basıldı. "Bu Ülke"yi de severim. Düşüncelerim tohum halinde "Bu Ülke"dedir. Hayatımın bütün tecrübesi...

H.Aslan: Yeni bir çalışmanız var mı?

Cemil Meriç: Evet. Yeni bir kitap hazırlıyorum. "Umrandan Uygarlığa"nın tersi, "Kültürden Irfana" olacak adı. "Umrandan Uygarlığa", geçmişten bugüne idi, yeni kitabım bugünden geçmişe. İrfan biziz, kültür Avrupa. Batı'dan Doğu'ya gibi bir şey.

H.Aslan: Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Cemil Meriç: Her cevap noksan. Cevaplamak ayıklamaktır. İnsanlara verebileceğim mesaj bu.

Hakan Ulaş'ın notu:

1- 1960 yılında bir otomobil kazasında ölen Albert Camus'nun intihar ettiğine inanılır.

2- Eklektizm: Felsefede; uyuşabilir tezleri toplayıp uyuşamayanlarını bir yana bırakma eğilimini, edebiyatta ise birbirine aykırı çeşitleri bağdaştıran geniş sınırlı zevki ifade eder. 

3- Cemil Meriç, başka bir yerde "O'nsuz bir sosyalizm hatta O'nsuz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez" diye andığı -anarşizmin babası sayılan- Pierre Joseph Proudhon için "Bir Facianın Hikâyesi" kitabında da şöyle yazar: 
"Proudhon çağımızın en büyük düşünce adamlarından biri. Ülkemizde sol, bu dürüst ve samimi insana kulaktan düşmandır. Kiliseleşen sosyalizmin hür tefekküre tahammülü yoktur. Ülkemizde sağ, önyargıların kalın duvarları arkasında hep aynı teraneleri tekrarlar. Oysa Proudhon aydınlığa koşan her insan için değerli bir kılavuzdur. Proudhon'un temsil ettiği anarşizm, Batının bütün doktrinleri içinde İslamiyet'e en yakın olan felsefedir. İslamiyet de bir nomokrasi(kanun hâkimiyeti) dir, anarşizm de. Yalnız, anarşizm için nomos(kanun) mâşeri akıldır; İslamiyet için vahiy yani ilâhi şeriat. Proudhon, emekten doğmayan her kazancı mahkum eder. Faiz bir sömürü aracıdır, üstada göre. Gerçek sosyalizmi, gerçek demokrasiyi bütün buutları ile tanımak isteyenler kilisenin afarozuna uğramış bu yavuz ve samimi yol göstericiyi tanımak zorundadır."

4- "Mülkiyet Nedir?" kitabıyla ünlenen Proudhon'un bu konudaki görüşüne bakalım:

"Kölecilik nedir? sorusuna cevap vermek durumunda kalsaydım ve tek kelimeyle: Cinayettir... deseydim, insandan düşüncesini, iradesini, kişiliğini çekip alabilme gücünün ölümüne bir erk olduğunu ve bir insanı köle haline getirmenin onu öldürmekten farksız olduğunu ispatlamak için uzun boylu konuşmaya ihtiyaç kalmaksızın anlaşılırdı düşüncem. Peki ama: Mülkiyet nedir? sorusuna niye aynı şekilde, yani bu ikinci sorunun aslında birincinin değişik bir biçiminden başka bir şey olmadığını hemen anlatabilmekten emin olarak; Hırsızlıktır... cevabını veremiyorum?... Ne emeğin, ne mülkleştirmenin ve ne de yasanın mülkiyeti yaratamayacağını; dolayısıyla da mülkiyetin nedensiz bir sonuç olduğunu iddia ediyorum. Niçin kınanacakmışım bundan dolayı?
Mülkiyet hırsızlıktır!... İşte devrimlerin giriş kapısı...