30 Temmuz 2015 Perşembe

Nuri Bilge Ceylan Venedik'in ana jürisinde

'Kış Uykusu'nun Altın Palmiye ödülü yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, 2-12 Eylül tarihleri arasında 72'ncisi düzenlenecek sinema dünyasının en eski ve prestijli etkinliklerinden Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülünü belirleyecek ana jürisinde görev yapacak. Jüri başkanlığını 'Yerçekimi'nin Oscar'lı yönetmeni Meksikalı Alfonso Cuaron'un üstleneceği festivalin yarışma filmleri yarın açıklanacak.


Jüri başkanlığını ‘Gravity’ ile tanınan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un üstleneceği jüride Altın Palmiye ödüllü Nuri Bilge Ceylan da görev yapacak. 2 - 12 Eylül tarihlerinde 72. kez düzenlenecek festivalin diğer jüri üyeleri Fransız yazar ve yönetmen Emmanuel Carrere, Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski, İtalyan yönetmen Francesco Munzi, Tayvanlı usta sinemacı Hou Hsiao-hsien, Alman aktris Diane Kruger, Britanyalı yönetmen Lynne Ramsay ve ABD ’li oyuncu Elizabeth Banks.


Yönetmenliğini Alfonso Cuaron'un üstlendiği Yerçekimi (Gravity) filminin başrolünü Sandra Bullock ve George Clooney paylaşmıştı..

Altın Aslan ödülü için yarışacak filmlerin yarın yapılacak basın toplantısıyla açıklanacağı festival Eleştirmenler Haftası bölümünde genç yönetmen Senem Tüzen’in ilk uzun metraj filmi ‘Ana Yurdu’ Geleceğin Aslanı ödülü için yarışacak.


67. cannes film festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye, “Kış Uykusu” filmiyle Nuri Bilge Ceylan’ın olmuştu.

İngiliz yönetmen Grant Gee’nin Orhan Pamuk’un 2012’de açtığı Masumiyet Müzesi’nden yola çıkarak çektiği ‘Hatıraların Masumiyeti’ (The Innocence of Memories) ise 72. Venedik Film Festivali’nin Venedik Günleri bölümünde özel bir gösterimle seyirciyle buluşacak.

7 Temmuz 2015 Salı

BULUTLAR GÖKYÜZÜNDE KİTABI HAKKINDA - FATİH BALCIOĞLU

Şerif Fatih'in yeni şiir kitabı "Bulutlar Gökyüzünde", Mühür Kitaplığından çıktı. Şimdilerde de yakındığımız problemlerin başında gelen günümüz şairlerinin birbirlerine benzemesi konusunda, eskilerden bir örnek vererek başlamak istiyorum. Varlık Dergisi'nin 1983 Mart sayısında Tomris Uyar'ın yönettiği bir açıkoturum yayımlanır. Bu açıkoturumda İkinci Yeni'nin önde gelen üç şairi: Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever vardır. Edip Cansever, konuşmanın bir bölümünde şöyle diyor: "Tabii iyi şiir yazan tek tek şairler var bugün. Tümel açıdan konuşmak olmaz. Ne var ki günümüz şairleri -istersen gençler diyelim- şiirin huyunu ve soyunu pek iyi bilmiyorlar. Soyunu bilmiyorlar, çünkü Cemal'in yazılarında değindiği gibi hep en son istasyondan atlıyorlar trene. Daha önceki kuşakları, bir önceki kuşağın yaptığını değerlendirmeden, en son atılımın arkasından gidiyorlar." Burada karşımıza iki temel sorun çıkıyor: birincisi; günümüz şairlerinin en son istasyondan trene atlamaları, ikincisi; bir önceki kuşağı değerlendirmemek -öteki anlamıyla kendi kültüründen bir çıkış noktası bulamamak. Tema açısından en son istasyondan trene atlayanlar kağıt çöplüğünde yok olduklarından, ben birinci sorunu dil açısından ele almak istiyorum. Sıkça karşımıza çıkan Cemal Süreya'nın "Folklor Şiire Düşman" yazısının ilk cümlesindeki gibi çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. Ama nasıl bir kelimeye? Donmamış, çokyönlü ve çağrışım alanı geniş olan kelimeye. Bu noktada aklıma Bâki Ayhan T.'nin Soylu Yenilikçi Şiir Bildirisi geliyor. Baki Ayhan T.’nin  “Soylu Yenilikçi Şiir Bildirisi”nde şöyle bir bölüm vardır:  "Yakın ve çok yakın geçmişteki Türk şiirinde karşılaşılan ‘nasır, cenin, kıç, darbuka, siğil, puşt, gübre, dingil, dışkı, irin, patlıcan, ağabeyler, helâ, balgam…” gibi kapsamlı çağrışıma kapalı, anlam bakımından sığlıktan kurtulamayan, soyluluktan uzak sözcükler Soylu Yenilikçi Şiir’de yer almamaktadır." Kitap değerlendirmesine tam bu noktada başlamak istiyorum. Bulutlar Gökyüzünde çağrışıma kapalı kelimeleri yok saymış. Bu önemli bir nokta. Çünkü tekyönlü kelimelerin kullanılması son yıllarda neredeyse bir moda halini aldı. Büyük bir maharetmiş gibi sunulan bu durum içler acısı. İkinci sorun; daha önceki kuşakları değerlendirmemek. Bu konuya yazımın ilerleyen bölümlerinde değineceğim.
Kitap değerlendirilirken genelde kitap kapakları gözden kaçar -ya da yazar, kitap kapağı kötü olduğundan değinmek bile istemez- Bu kitabın kapağını pas geçersem kendimi haksızlık yapmış gibi hissedeceğim. Kitabın kapağında gökteki bulutlara merdiven dayamış biri var, elindeki boyayla yeni bulutlar boyuyor. Çoklu okumaya müsait bir tablo ve oldukça sade bir renk: mavi. Şiir kitaplarının sadeliğinden yanayım. Bulutlar Gökyüzünde'nin kapağı içinde başarılı olmuş diyebilirim. Kitabın içine baktığımızda, üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm "Sen Kimsin", ikinci bölüm "Dide'nin Kutusu", üçüncü bölüm "Yol Geçen Canı" adını taşıyor. İlk bölüm kadın psikolojisi üzerinde dururken, ikinci bölüm aşık olunan bir kadına yazılmış şiirleri, üçüncü bölüm ise şairin kendine ağıdını barındırıyor. Tüm bölümlerde baskın bir kadın temasını görüyoruz. Şerif Fatih'in kitapta yer alan biyograsine de baktığımızda insan psikolojisine merakından dolayı beden dili, temel ve genel insan psikolojisi, etkili iletişim, kadın psikolojisi ve centilmenlik eğitimleri aldığını görüyoruz. Kadınlar Her Şeysiz şiirinde kadın-erkek psikolojisinin temel farklılıklarını hissettiren dizelere denk geliyoruz: "Kaçımız böyle karanlığın köşe başında / gölgesi dul her şeysiz bir kadını / akvaryumda  köpekbalığı ya da / okyanus dibinde dağ kökü gibi / bekledik, gözlerimiz dumanlara sarılı." (syf.23)
Kitapta kadının baskın bir tema olduğundan bahsetmiştim. Bu kitapta kadın; terk edilmişliğin, sahip olunma arzusunun, özlemin ve isyanın somutlaştırılmış halidir. O Kadınlar adlı şiirde karşımıza güç sahibi, sahip olunan değil sahip olan kadın imgesi karşımıza çıkıyor: "O kadınlar / bir dağa karşı alınan yenilgi / ateşi çalmaya karşı ceza / benim dediğiniz her şeyin sahibi / ilki, kalbi kesilen hain ruhuyla / bakire bir balçığa sığınan / diğerleri kötünün sahibi " (syf.24) Erkek gibi düşünen bir toplum yapısına sahibiz, dolayısıyla her gün kadın cinayetleri, dayak ve tecavüz olayları gün geçtikçe artmakta. Bir de buna kadın'a bayan denilmesi ekleniyor ki yadırgamamak elde değil. Filmlerde her gün bize enjekte edilen çocuk doğuran, temizlik yapan kadın figürünün olduğu bir toplumda, kuşkusuz "Kadın" daha detaylı incelenmesi gereken bir konu. Bu kitap, kadına nasıl yaklaşılması gerektiğinin yanında, bize psikolojisi ve olaylara bakışı açısından da bilgi veriyor. Sevgiliyi mücadeleye davet eden Nazım Hikmet, Ahmet Arif gibi şairlerin olduğunu biliyoruz. Bulutlar Gökyüzünde kitabında mücadelenin asıl sahipleri kadınlar. Erkek ise davet edilen konumda.  Bu durum çokça karşılaştığımız bir durum değil, bu özelliğiyle diğer kitaplarla arasına kalın ve kaliteli bir sınır çiziyor. İlk bölümün de ismini taşıyan, kitabın ilk şiiri "Sen Kimsin" ile devam edelim. Şiir şöyle başlıyor: "Beyler ve kadınlar! / Çiçeğini kopardığımız geceye ve / Bütün kitaplardan kovulan o şaire andolsun ki: / Ölüm göğsümüzde bir kuştur artık " Bu örnekte de görüldüğü üzere kutsal kitapların taşıdığı retorik üslup kitabın tamamına sindirilmiş. Modern şiirin retoriği gerçeklerden kaynaklanan, imgelerle şiir diline taşınan, yapı kuran retoriktir. Dolayısıyla basmakalıp retorikler, parlak sözler ve hipogramlar şiir oluşu engelleyen öğelerdir. Bunlardan itinayla kaçınılması yapıtı başarılı kılıyor.
Kitapta en belirgin özelliklerden biri olarak Metinlerarasılık gözümüze çarpıyor. Bu konuda kapsamlı bir çalışma yapan Kubilay Aktulum’a göre, metinlerarasılık (intertextuality) bir yeniden yazma işlemidir. Bir yazar bir başka metni kendi metninin bağlamında yeniden oluşturur. Bu dönüşüm alıntı, anıştırma, öykünme-pastiş, parodi, alaycı dönüştürüm, tarzında açık ya da kapalı göndermeler vasıtasıyla gerçekleşir. (Aktulum,2000) Bir nevi ikinci sorunumuzun cevabı -önceki kuşakları değerlendirmemek- burada karşımıza çıkıyor. Kurumuş Ağaçlar Ormanı şiiri Turgut Uyar'dan bir alıntıyla başlıyor: Mutsuzluktan söz etmeliyiz / Sadece mutsuzluktan / Siz mükemmel mutsuzluğunuzdan geyikli geceye gidersiniz. (syf.28) İki Yıl şiirinde Karacaoğlan dörtlüğüne yer verilmiş. Dinler tarihine de anıştırmalarla dokunuşlar var. Son Arzu şiirinde Hz.İsa'ya, Arayış şiirinde Hz.Yunus'a, Yol Geçen Canı şiirinde Nuh peygambere  göndermeleri açıkça görüyoruz. Yine Kurumuş Ağaçlar Ormanı şiirinde "Bir Zerdüşt'ün bıyıklarıyla kuruttuğu ağacı" dizeleriyle alaycı dönüştürüm'ün izlerine rastlarız. Kitabın içinde buna benzer bir sürü örnek bulabiliriz. Burada asıl sorulması gereken soru şudur: Şerif Fatih, alıntı, anıştırma ya da alaycı dönüştürüm yoluyla yaptığı göndermeleri dönüştürebilmiş mi? Buna gönül rahatlığıyla "dönüştürebilmiş" diyebiliriz. Çünkü şiirlerin kendi organik bütünlüğü içinde bakıldığında hiçbir gönderme, dekor olarak kullanılmamış. Aksine bütünün içindeki organizmanın bileşenlerinden biri olmuştur.
Bulutlar Gökyüzünde, öyküleyici (narrative) söyleyişten oluşmuş diyebiliriz. Öyküleyici anlatımda genellikle eylem cümleleri kullanılır. Okur, kendisini olaya tanık olmuş ya da olayı yaşamış gibi hisseder. Yazar, merak ve inandırıcılık ögelerini kullanarak bunu yapar. Bu anlatım biçiminde hareket ögeleri ağır basmaktadır. Şerif Fatih, öyküleyici anlatımı kullanırken hareket ögelerinin yerini durgun ve imge çağrışımı yüksek kelimelere bırakmış: Eylül, Sonbahar, Mavi gibi. Öyle ki şiirine isim verecek kadar güvenmiş: Sonbahar Rengi (syf. 64), Hangi Eylül (syf.65). Bunlara ek olarak pek çok yerde Mavi kelimesinin değişik anlamlardaki kullanımı göze çarpıyor: ...Mavi bir kadının günahkar ipliğiyle (syf.84), Mavi buluşmalarımız gelir aklıma (syf.77) Bulutlar Gökyüzünde'de ironi önemli yer tutuyor. Öyküleyici anlatımın ve metinlerarasılığın ironiyle güçlendirilmesi çok önemli. Başarıyla oluşturulmuş ironi yemekteki tadı yansıtıyor. İroninin kötü kullanıldığı bazı yazılar, kendisine sokak yazılarında bile denk geleceğimiz bir hava oluşturur. Şerif Fatih'in ironiyi başarıyla kullanması, şairlik serüveninin her evresinde hanesine bir artı olarak dönecektir. İroni şiirindeki dizeleriyle örneklendirelim: "Ağzında umudu mırıldanıp / Tanrıyı kandıran / Bir filozof gibi boşluğu tutan / Sevginize / Hayranım" (syf.27)
Kitabın üçüncü bölümünü tek başına oluşturan "Yol Geçen Canı" adlı şiire değişik bir açıdan bakalım: Hilmi Yavuz Şiir Dili ve Rüya Dili başlıklı yazısında şiir diliyle, Freud'un deyişiyle 'gündelik hayatın psikopatolojisi'nin dili arasındaki ilişkiye farklı bir bağlamda değinir. Şöyle diyor: ...Bir varsayım olarak önesürmek istediğim şey, şiiri yazdıran ilk sözcüğün, ilk söz öbeğinin ya da ilk imgenin, tıpkı, meselâ, bir dil sürçmesi gibi, şairin farkında olmadığı, baskılanmış bilinçdışı bir arzuya ya da deneyime gönderme yapan bir parapraksis olduğu. Yol Geçen Canı, beş bölümden oluşan bir şiir. Bölümlerin ilk cümlelerini ele alalım: Güneşimi ellerimle gömdüm toprağa, Yalnızlığın aynada gördüğü benim, Yine de kaçmalıyım büyük sevgilerden, Benim denizimin dibi suyun üstündedir, Bu benim adımlarımda saklı değil. Bu cümlelerdeki birbirine yakın ortak temaları görebiliriz: kaçış, yalnızlık, terk edilmişlik. Ben bunların Hilmi Yavuz'un yazısında öne sürdüğü şairin farkında olmadığı, deneyime gönderme yapan parapraksisler olduğu kanısındayım. Bölümlerin içindeki akışın bir süre sonra baştaki cümleye döndüğünü ve bu cümleyi tamamladığını gördüm. Siz, bir şeyler düşünseniz de bazen beyninizin kendi fikri vardır. Şerif Fatih, gayet yerinde bir hamleyle akışa müdahale etmemiş, yer yer tekrarlarla temayı akıcı kılmıştır.
Bulutlar Gökyüzünde'nin başarılı bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Bütünlüklü bir kitap olmasının yanında söyleyecek şeyleri var. Kullanılan kelimeler titizlikle seçilmiş, hiçbir kelime havada bırakılmamış, altları doldurulmuştur. Gerek imgeler, gerekse alıntılar yerli yerinde kullanılmış. Kartlar dağıtıldıktan sonra önemli olan eldeki kartları yönetebilmektir. Mevcut dilimizdeki kelimelerle senfoni kurmayı başarabilmiş Şerif Fatih. Nice 9.senfonilere!

Fatih Balcıoğlu

Mühür Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2015 sayısından alıntıdır...

Haytap - Koza Yönetim 2015 Fotoğraf Yarışması



Haytap - Koza Yönetim 2015 fotoğraf yarışması :


SEÇİCİ JURİ ÜYELERİ :KURUL: (Alfabetik Sırayla)



Ahmet Kemal Şenpolat – Haytap
Bekir Coşkun – Gazeteci
Burçin Terzioğlu – Oyuncu
Hilal Saral –Yönetmen
Levent Alatlı – Koza Yönetim
Mehmet Turgut – Fotoğraf Sanatçısı
Nasuh Mahruki – AKUT
Ömer Burhanoğlu - Fotoğraf Sanatçısı
Ruhat Mengi – Gazeteci
Seda Akgül – Gazeteci
Serkan Turaç – Fotoğraf Sanatçısı
Şafak Pavey – Siyaset
Yılmaz Bulut – Fotoğraf Sanatçısı

Lacan Sempozyumu 1- "Günümüzde Psikanaliz"



Bu sempozyum Forum du Champ Lacanien Türkiye İnisiyatifi tarafından Saint Benoit Lisesi'nin katkılarıyla düzenlenmektedir.

Lacan, XI. Seminer’de “Öğretimin amacı daima analistleri eğitmek oldu ve bu böyle kalacaktır” dediğinde psikanalizin, kendi Okul’unun yönünü az çok işaret etmişti. Psikanalitik pratik, bir praxis olarak, her şeyin ötesinde klinikle bağını sürdürmeye yönelik bir teori ve pratik bütünüdür. Bunun yanında öznenin toplumsal olana tabi olduğu, onun tarafından şekillendirildiği ve bizatihi onu şekillendirdiği yerde psikanaliz durur. Psikanaliz tek bir öznenin acılarından başlar belki ama oradan ilerilere gider, Freud kadar Lacan’da bunu hep vurgulamıştır. Psikanaliz, üzeri çizili öznenin, Öteki’ne hitap ettiği yeri ve Öteki’nin dönüp onu belirlediği, aştığı ve kendi varlığıyla onu, yani tek bir bireyi, askıya aldığı yeri araştırır, varlığını tam da buraya konumlar.
Bizler de bu toplantıyla, Lacancı psikanalizin temel yaratılarına bir giriş sunmaktan çok, onun güncel uygulamasıyla bir tanışıklık sağlamayı amaçlıyoruz. Klinik praxisten çıkan kavramları, felsefenin, politikanın, toplumsal bağların bazen karşısına, bazen yanına koyduğumuzda elimizde neler kalabileceğini göstermeyi amaçlıyoruz. Bu toplantı sadece bir başlangıç olmanın ötesinde, Lacancı psikanalizin, Türkiye’de yerleşmesinin, yeşermesinin ve kök salmasının ilk adımlarından birisini de oluşturması nedeniyle büyük bir önem taşıyor. Kavramlar onları taşıyan pratikler varolduğunda hakiki ağırlıklarına kavuşacaklardır. Lacan’ın kavramlarının ve kliniğinin hakettiği karşılığı bulabilmesi toplumumuzda yaşadığımız çıkmazları, ki bunlar politik, psikolojik, ekonomik vb. çıkmazlardır, yeni türde araçlarla ele almamıza olanak sağlayabilir. Lacancı Forum Sempozyumu sayesinde, Freud’un açtığı, Lacan’ın ilerlettiği bu yol Ecole de Psychanalyse des Forums du Champ lacanien’in uluslararası ölçekte, pek çok ülkede sürdürdüğü çalışmaların taçlandırdığı bir çaba olarak yolunu İstanbul’dan da geçen bir rotaya çevirdi. Kuşkusuz bu bir başlangıç ve devamı gelecektir!


Özgür Öğütcen

2 Temmuz 2015 Perşembe

1950 KUŞAĞI: VAROLUŞÇULAR / BUNALIMCILAR


Selim İleri, Çağdaşlık Sorunları kitabında Sait Faik’le ilgili bölümü şöyle açar: “Hikâyeciliğimizde gerçek modernleşmeyi Sait Faik başlatır.”[1] Sonra da bunu örneklendirir. Sözgelimi “Mahalle Kahvesi”nde, kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası Arabacı Kâmil Ağa tarafından reddedilen oğulun mahallede de affedilmeyip reddedilişi vardır; fakat Sait Faik öyküyü babayla oğulda değil de kötü yola itilmiş kız üzerinde odaklaştırır. Anlatıcının, “Kız ne oldu?” diye sorması bundandır. Fakat kahveden aldığı cevap müthiş bir sessizlik olur. Adeta “Bunu niye sordun?” veya “Ne lüzumu vardı?” anlamındadır sessizlik. Kötülüğün maddileşmesidir bu da. Oysa dramı yaratan kahve insanlarının hiçbiri kötü değildir. Mahalle ahlakıdır onları kötülüğe sürükleyen. Ki alınyazısı, kader ve namus gibi kavramlar ardında saklı tutar kendini bu ahlak. Şöyle ki, kızı kurtarmaya niyetlenmiştir kahveci. Ama… Selim İleri diyor ki: “Kahvecinin onu kurtarmadığı, kurtaramayacağı çok açıktır. Çünkü delikanlıyı (oğulu –NM) bağışlamayan sosyoloji, kahveciye de kızı kurtarma olanağı sağlamayacaktır.”[2]
Yürürlükteki ahlaka başkaldırı, Sait Faik’te, sorunlu bir aşkla ortaya çıkar sık sık. Örneğin, “Dondurmacı Çırağı”nda bunu görürüz. Sait Faik’in yasaksız aşk arayışı eşcinsel eğilimler gösterir bu öyküde. Fakat bayağılığa düşmez. Aşkı bir estetiğe, bir kültürel süzülmüşlüğe dayanır. Öyleyken handikabı vardır: Mahalle sosyolojisi. Bu aşılamadığından yalnızlığa düşer kişi. Tıpkı “Mahalle Kahvesi”ndeki kahveci gibi.
Panco’lu öykülerde, hele “Öyle Bir Hikâye”de, hele hele Alemdağ’da Var Bir Yılan’ın hemen bütün öykülerinde aşk mahrumiyetinin düşürdüğü çaresizlik had safhadadır. Öyle ki bir umutla rüyaya, fantasmaya dalar “ben”, orada rahatlık arar. Selim İleri’den: “‘Öyle Bir Hikâye’de ben düşlere, gerçek ötesine, yalnızlığın dostluğuna, yalanlara sığınmıştır. Ben’in sevdiği kişi Panco’dur. Biz Panco’nun sahiden var olup olmadığını bile bilemeyiz.”[3] Bir alıntı daha: “Panco’lu öykülerin tümünde barış özlemi ağır basar. Yeryüzü yeni bir ahlak edinmek zorundadır. Aşk ve sevginin var olduğu ilişkiler, toplumun genel ahlak anlayışına uysun uymasın saygındır.”[4]
Kendisi ile kahve/cemaat/toplum arasında gider gelir Sait Faik, bireysel olanla toplumsal olan arasında salınır. Çünkü mutluluğu iki tarafta da yakalayamaz. “Hişt! Hişt!” bunun öyküsü. Anlatıcı “ben” kırdadır bu öyküde. İtilmiştir. İşte tam bu halde kuşu, böceği, suyu ve yaprağıyla bütün bir tabiat seslenir “ben”e, hayatın zenginliğini haber verir. “Ben”i yeniden hayata çağırır adeta.
1950 Kuşağı için “bir tür deniz feneri”[5] olur Sait Faik. Etkiler. Yol gösterir. Kuşağın her öykücüsü de söyler bunu. Üstelik Sait Faik’in adını anmakla kalmayıp etkileyen öykülerinin adlarını da verirler. İlginçtir, bu kuşağı etkileyen Sait Faik, “Kırlangıç Yuvasındaki Kadın”dan sonraki Sait Faik’tir. Yani Son Kuşlar’daki, Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki Sait Faik. Ferit Edgü şöyle der: “Sait Faik’in başyapıtı, onun son yapıtıdır:Alemdağ’da Var Bir Yılan.” Dahası, bunu “Kuğunun Son Şarkısı!” olarak da görür.[6]Feyyaz Kayacan –artı olarak- “Hişt! Hişt!”i anar,[7] Orhan Duru da bütün Panco’lu öyküleri.[8]
1950 Kuşağı adlandırması, belli bir tarihi temel almakla –kuşkusuz- 50’li yıllarda dergilerde görülür olan yazarları, şairleri düşündürür. 1920’li, daha çok 1930’lu yıllarda doğmuş yazar ve şairlerdir bunlar. Ferit Edgü de böyle düşünmüş olmalı ki bu kuşaktan söz ederken yalnız kendisini, “Demir Özlü’yü, Onat Kutlar’ı, Bilge Karasu’yu, Vüs’at O. Bener’i, Adnan Özyalçıner’i, Yusuf Atılgan’ı, Tahsin Yücel’i değil, Orhan Kemal çizgisine daha yakın olan Tarık Dursun K. ve Muzaffer Buyrukçu gibi yazarları da” sayar.[9] Sayar da kurulmak istenen bütünlüğün zoraki olduğu da açıktır bu ifadede. Kuşağın öykücüleri arasında, temeli Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sait Faik tarafından atılmış olan sosyo-psikolojik öyküyü Orhan Kemal’le buluşturanlar vardır: Tarık Dursun K., Muzaffer Buyrukçu, Füruzan gibi. Önceki kuşağın toplumcu gerçekçiliğini geliştirerek sürdürenler vardır: Fakir Baykurt, Âfet Ilgaz, Bekir Yıldız gibi. Öykülerini Sait Faik –ama ilk dönemindeki Sait Faik- üzerine kuranlar vardır: Ayhan Bozfırat, Selçuk Baran, Ayla Kutlu gibi. Diyeceğim kuşak yazarları arasında bütünlük, sıkı bir ortaklık yok. Bu yüzden 1950 Kuşağı dendiğinde akla kuşağın bütünü gelmemeli bence. Hele mevcut çizgileri sürdüren öykücüler hiç gelmemeli. Akla gelmesi gerekenler, yeni bir öyküyü başlatanlar olmalıdır; onlar da aralarında Ferit Edgü’nün de bulunduğu öykücülerdir.
Edebiyata 50’li yıllarda adım atan şair ve yazarlar çocukluklarını Tek Parti döneminde geçirdiler. Hemen peşinden çok partili hayatla ve Demokrat Parti iktidarıyla tanıştılar. Ve 1960’tan bugüne kadar da dört darbe gördüler. Özetle, devletçi politikalarla liberal politikalar arasındaki tahterevallinin hep üstünde oldular. Ya da şöyle: Küre genelindeki her hareketin etkisi altındaydılar: 1929 Dünya Bunalımı, II. Dünya Savaşı, Hiroşima, Birleşmiş Milletler, Nato, Kore, Soğuk Savaş…
Kimi öykücüler, mevcut çizgilerden yola çıkarak işlediler bu yaşananları ve –bir ikisi dışında da- bunu sürdürdüler. II. Dünya Savaşı’nın acıları, yıkıntıları ve yükselen sanayiin baskıları beklenmedik tepkilere yöneltmedi onları. Öncülleri Tek Parti döneminde ne yaptılarsa takipçileri de Demokrat Parti diktasında benzerini yaptılar. Oysa 1950 Kuşağı dendiğinde akla gelmesi gereken öykücüler, tepkileriyle yeniydiler; yeni bir öyküyü başlatmaları da zaten bundandı.
Yirmi yıl arayla iki dünya savaşının yaşanması küre üzerinde kimi insanları çok farklı etkiler. Hayata güvenlerini kaybeder bu insanlar. Bağlı olarak da aile, kurum, devlet ve Tanrı fikrinden kopar, hayata yabancılaşırlar. Fakat “varlık”ın ve “varoluş”un sorgulanması da ihmal edilmez. Şurası önemli: İnsanın dünyaya gelmesi, dünyada olması anlamındaki “var oluş” değildir artık buradaki. Böyle “oluş”un nasıl “varoluş”a yükseltileceğidir. Bu da ancak insanın kendisi tarafından yapılabilir bir şeydir. Çünkü “insan tabiatı” diye önceden belirlenmiş bir “öz” yoktur. İnsan dünyaya gelerek “var olur” önce, sonra da “öz”ünü yaratarak kendini “oldurur”.
“Varoluş” (existence) Kierkegaard tarafından ortaya atılmış bir kavram. Adını alacak felsefe akımının temel kategorisi olması daha sonra. Varoluşçuluk (existentialism) I. Dünya Savaşı sonlarında önce Almanya’da, ardından Fransa’da, II. Dünya Savaşı sonrasında da ABD’de ve başka ülkelerde görülüyor. Ne ki yaşanan sosyo-tarihsel pratiğin ortaya çıkardığı meseleleri ve toplumsal yılgınlığı açıklayamıyor, bunları liberalizm’deki bunalıma bağlayamıyor. Fakat entelektüeller tarafından ilgi gördüğü de gerçek.[10] Varoluşçuluk, bireyci bir akımdır. Mezar taşı için Kierkegaard’ın önerdiği cümle unutulmamalı: “O, Birey.” Sanat da, Varoluşçular için bireyi onurlandırıp ayağa kaldıracak biricik eylemdir. Entelektüel ilgi bunlardan ve akımın biçimci, artistik ve olabildiğince özgür üretime fırsat vermesinden olmalı.
Sait Faik’in çaresizliği ve bunu aşmak için rüyaya, fantasmaya dalışı ile Varoluşçuların bunalımı ve sanat algıları birbirine çok yakın. Fazlası da var: “Ben” zamirinin imkânlarını özgürce kullanır Sait Faik. Hatıralar baskındır. Çağrışım boldur. Kalem oradan oraya sıçrar. Bu arada biçim rahatlar, o kadar ki yazılanların öykü mü, mektup mu, röportaj mı olduğunu yazarın kendisi bile söyleyemez olur. “Kırlangıç Yuvasındaki Kadın”dan sonra ise sürrealizmin rüya ve hayalleri ve gerçek ile hayal arası sis bulutları aracılığıyla alt bilinç açılır. O sorunlu psikoloji toplumsaldan ve politik bilgiden uzak tutularak dökülmeye başlar. Dil de denetimden çıkar, iyice telaşlı ve dağınık bir hal alır.
1950 Kuşağı Bunalımcıları içeride Sait Faik’ten etkilenir; bu tesadüf değil. Dışarıdan verdikleri adlar da tesadüf olmayışın altını galiba çizer. Sözgelimi Orhan Duru, Sartre’la Camus’nun adlarını anıp estirdikleri “Varoluşçuluk” havasını ilkin kendilerinin soluduğunu söyler övünerek. Demir Özlü’nün ilk kitabının Bunaltı, Ferit Edgü’nün ilk kitaplarınınKaçkınlar ve Bozgun adlarını taşımasını da bu etkiye bağlar. İhmal etmediği iki ad daha vardır: Önceki yüzyıldan Dostoyevski, yirminci yüzyıldan da Franz Kafka.[11] Ferit Edgü de anar Kafka’yı: “Kafka ile bir kan bağım olduğuna inandım.” Çehov’a “yıllar içinde yaklaşır”; Borges’i ise “Avrupa’da pek az kişinin bildiği yıllarda” –1950’lerin sonlarında- okumaya başlamış, sürekli izlemiş, hatta Türkçe’deki ilk çevirisini de –Tomris Uyar’ın Türkçesinden- kendisi yayımlamıştır. Yalnız şu itirafı da yapar Ferit Edgü: “Ama Becket’ten daha çok şey öğrendim.”[12] Erdal Öz ise Türk yazarlarından etkilendiklerini düşünmez ama, dünyaya açık bir kuşak olduklarını önemle belirtir. Dostoyevski ve Çehov, onun da verdiği adlardır. Şu cümlesi sadece verilen ad açısından değil, kuşağın sınıfsal aidiyetine yapılan vurgusuyla da dikkat çekici: “Rilke’nin Malte Lauridis Brigge’nin Notları adlı kitabı başucu kitabımızdı. Bizi çok etkilemiştir; biz dar gelirlilerin çocuklarını.”[13] Hatta etkilenmekle de kalınmamıştır: “Rilke’nin … kitabı, üniversite yıllarında bizim kuşağı büyülemişti. Zaman zaman oturur ezbere bölümler okurduk birbirimize. Behçet Necatigil’in çevirisi de bir harikaydı.”[14] Rilke’yi, etkilendiği yazar olarak Sevim Burak da sayar; ama Dostoyevski’nin yeri apayrıdır: “[Y]azarların peygamberidir Dostoyevski.”[15]Demir Özlü’nün beğendikleri de Çehov ile Kafka.[16]
1950 Kuşağı Bunalımcıları Sait Faik atlanarak ve Varoluşçuluk’a teğet geçilerek nasıl anlaşılmazsa Mavi’ye uğranılmadan da anlaşılmaz, anlaşılamaz.
Mavi, ilk sayısı 1 Kasım 1952’de çıkan, “büyük boyda, sekiz sahifelik” bir dergi. 1 Ekim 1954’te bir süre ara veriyor, 1955-56 yıllarında, bu kez Özdemir Nutku’nun yönetiminde yeniden çıkıyor, adı da Son Mavi oluyor. Başlangıçta “rasgele bir ‘heveskâr’ dergisi”dir; sonradan Attila İlhan’ın katılmasıyla kimlik kazanıp “Mavi Hareketi”ne dönüşür. Attila İlhan’ın katılışı, derginin ikinci yılında ve 21. sayısıyla olur. Daha 1951-52’lerde Paris’tenPazar Postası’na gönderdiği yazılar, daha sonra Kaynak’ta, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nde ve Ufuklar’da yayımlananlar –ki her biri “Garipçilere ve Toplumcu Gerçekçilere tepkidir- Mavi’deki kimi gençlerin ilgisini çekmiş olmalı, Attila İlhan başlarında Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay, Güner Sümer ve Bekir Çiftçi’nin bulunduğu bir grubun çağrısıyla katılır dergiye. Tepkilerini orada da sürdürür: Garipçiler, İnönü diktasının şairleridir; “aktif realizm” dediği “toplumcu gerçekçilik” için de şunları söyler: “Aktif realizmin tek parti diktasına karşı bir nevi direnme sanatı yapması alkışlanacak şeydir. …onlar sosyal bir sanat taraflısı idiler. Fakat istinat etmeye çalıştıkları sosyal çevrelerin gerçek tarihi durumunu görememiş oldukları için ütopik bir sosyal sanat yaptılar. (…) Neticede … bir gazete realizmine doğru kaymışlardır.”[17] Attila İlhan’ın yapmak istediğiyse “Plekhanov estetiğine yaslanan, ulusal bileşimci bir sosyalist platform gerçekleştirmekti(r)”.[18] O tarihte “toplumcu” sözcüğünün “sosyalist” anlamında kullanılmasından çekinilip[19] bu estetiğin adı “sosyal realizm” ya da “toplumsal gerçekçilik” olarak konur; ne ki dergi “komünist” olarak damgalanmaktan kurtulamaz.Toprak, Hisar, Türk Sanatı karalama kampanyası başlatmıştır; kampanya büyümüş, o kadar ki Peyami Safa, içinde Moskova parmağı aramaya kadar götürmüştür işi.[20]Sonunda yazılar son bulur. Mavi’nin25. sayısında da derginin “sosyal realizm”le ilgisi olmadığı, Attila İlhan’la ilgilerinin de yazılarına yer vermekten öteye gitmediği açıklanır.[21]
Aslında Mavi “son derece karma bir dergi”dir. Dergide Attila İlhan’dan önce yer almış gençler: Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Demir Özlü, Orhan Duru … Attila İlhan’ınkinden farklı bir gerçeklik peşindedirler. Daha sonra, Ocak 1956’da a dergisi’inde buluşacakları Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Onat Kutlar… da öyledir. Onlar 1940 gerçekçilerini fotoğraf gerçekçiliği yapmakla suçlar, “tek bir gerçeklik olmadığı” tezini ileri sürerler. Hatta Orhan Kemal’in, Kemal Tahir’in, Aziz Nesin’in yazdıklarından kalkarak toplumsal sorunların gerçek realistleri, hele sanatçıları hiç etkilemeyeceğini, bunların sosyologlara ve politikacılara ait alanlar olduğunu söylerler.[22] Pazar Postası’nın Mayıs 1956 tarihli sayısındaki şu sözler Orhan Duru’ya ait: “Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Tarık Dursun gibi yazarların gerçeklikleri doğrusu artık biraz Osmanlı gelmektedir.”[23] 1950 Bunalımcıları için önemli olan “dış gerçeklik” değil, “iç gerçeklik”, yani insanın iç dünyasıdır. Bu da iyice arı bir sanatı, elit bir okuyucuyu gerektirir. Elit okur gerektiren arı sanat dedikleri, imajlar, soyutlamalar, iç konuşmalar, bilinç akışı, sıçramalı çağrışımlar… olacak. Yani anlamca kapalılık. Bunun biricikliğine öyle inanmışlardır ki öykülerinin “karanlık” olduğu söylenmeye görsün, söyleyeni hemen cevaplandırıverirler. Örnekse Adnan Özyalçıner’in,a dergisi’nin 3. sayısındakişu sözleri: “Önce şunu sorayım Bay Safgil’e. Yeterince açık olmakta ölçüsü nedir, kimdir? Ölçü bir Oktay Akbal, bir Orhan Kemal, bir Haldun Taner hikâyesiyse yanılıyor yazar. O hikâyeler açıktır. Ama açık olduklarından ötürü de eksiktirler.”[24]
1950 Kuşağının yenilikçileri iki dergiyle sınırlı değil tabii. Başka köklerden gelen yazarlar da hatırlanmalı: Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Tahsin Yücel, Özcan Ergüder, Feyyaz Kayacan, Leyla Erbil, Yusuf Atılgan, Sevgi Soysal, Bilge Karasu, Sevim Burak, Necati Tosuner (doğumu: 1944), Fikret Ürgüp, Kâmuran Şipal, Oğuz Atay…
1950 Kuşağı yenilikçilerinin bunalımları üzerine bir de 1960 Darbesi’nin hayal kırıklığı biner: Demokrat Parti döneminde kaybedilen entelektüel itibarın (yoksa devletçi seçkinliğin mi?) 1960 Darbesi’yle geri alınacağı umulur. Umulan olmaz. Orhan Duru’nun yakınmasına kulak verir misiniz? “…27 Mayıs oldu, Aman ne kadar iyi derken 27 Mayıs’ı yapanlar beni de 147 öğretim üyesiyle birlikte üniversite kapısının önüne bıraktılar. …Demir Özlü … yedek subay olacağı yerde çavuş çıkarıldı ve Muş’a gönderildi.”[25] 1960 Darbesi, oysa 1950 Kuşağı ve takipçileri için bugün bile “İhtilal”dir ve “beyaz”dır. Nasıl ki 28 Şubat da “gericiliğe bir asker uyarısıdır”. Calib-i dikkattir, ezanı Arapçalaştırmış, dili Osmanlıcalaştırmış bir parti olarak anılır Demokrat Parti hâlâ.[26] Türk Dil Kurumu’nun ve Nurullah Ataç’ın yeniden meydan almasına fırsat verdiği için de 27 Mayıs’a alkış tutulmuş olur dolayısıyla. Sonracığıma, aynı 27 Mayıs’ın hediyesi bir de Anayasa vardır; sayesinde, “sosyalizm olsun, yasaklı kitapların pek çoğu olsun, tümü 27 Mayıs’tan sonra ele geçirilebilmiş, okunabilmiştir”.[27]
Bu yazarların edebiyatlarının “Bunalım Edebiyatı” diye dilimize 60’lı yıllarla yerleşmesi sanırım biraz da 27 Mayıs sonrası bu hayal kırıklıklarından ve neyin ne olduğunun pek farkına varamadıklarından. Demirtaş Ceyhun, bu farkına varamayışı itiraf eder, aradan 50 yıl geçtikten sonra. Örneğin, Soğuk Savaş daha 1948-49’larda bütün şiddetiyle başlamıştır, bunu görmemişlerdir; Soğuk Savaş’la Demokrat Parti faşizmi arasında ideolojik ilişki vardır, bunu kuramamışlardır… Bunları söyler.[28] İyi de 60 Darbesi’yle hayatımızdan Soğuk Savaş çıkmış mıdır? 60 Darbesi’yle Soğuk Savaş arasında da benzer bir ideolojik ilişki yok mudur? Bunlar sorulmaya değer bulunmaz işte. Sorulmasından geçtim, 27 Mayıs’taki in bin için tahterevalli metaforu bile akla gelmez galiba. Hoş, “[Ö]ztürkçeciliği ilericilik sanırdık” denmekte bugün;[29] ama bunun, gerekli ilişkiler kurularak algılandığından şüpheliyim.
Tekrar edeyim: 1950 kuşağı yazarları arasında bütünlük, sıkı bir ortaklık yoktur. Ama Bunalımcılar arasında da yoktur. Başlangıçtaki ortaklık da 1950’den sonraki on, on beş yıl içinde yaşanan olaylarla çözülür, hele başka köklerden yazarların gelmesiyle iyice dağılır, giderek hatıra olarak kalır.
Sözgelimi Demir Özlü, Kafka insanları gibi içine kapanık ve karamsar küçük burjuva aydınlarını anlattı başlangıçta. Orhan Duru, “alaycı kara bir nihilizme yöneldi”.[30] Ferit Edgü’nün insanları bunalımla isyan/başkaldırı arasında gidip gelen, bir bakıma hiçliğe düşmüş insanlardı. Onat Kutlar’ın tercihi, kendinden kaçmak isteyen insanlar ve masallarla beslenmiş dil oldu. Adnan Özyalçıner’de büyük kent yoksullarının etrafı “boş ve saçma” görüşleri vardır. Erdal Öz, bireysel yaşantılar ve duygulanımlarla çıkar. Demirtaş Ceyhun, başlangıçta kararsızdır; olayı da, olaysızı da dener.
Walter Kaufmann, Varoluşçuluk’un bir felsefe olmadığını söyler. Varoluşçuluk “[G]elenekçi felsefeye karşı birbirinden apayrı birkaç başkaldırmaya verilen addır” der. Varoluşçuları sıralar: Dostoyevski, Nietzsche, Kierkegaard, Jaspers, Heidegger, Sartre. Bunlara üç ad daha ekler: Rilke, Kafka, Camus. Sonra şu tespitte bulunur: “[B]u adı geçen kişilerin hepsindeki başlıca ortak özelliğin koyu bir bireycilik olduğunu görürüz.”[31]
İşte 1950 Bunalımcıları da dünya Varoluşçularınınkiyle tıpatıp olmasa da birbirlerinden apayrı yollara sahiptirler; fakat tıpkı onlarınki gibi “koyu bir bireycilik”te de buluşurlar. Şöyle ki belli bir zaman, belli bir çevre yoktur öykülerinde. Belli bir konu da. Kişileri kavgacı, öfkeli, mutsuz olup hep iç gözlemin malzemesidir. Bu yüzden gerek karamsarlıklarıyla, gerek bunalımlarıyla biri diğerine benzer, diğerini tekrar eder. Bilinçaltları mıncık mıncık çıkar. Alegori, simge, rüya mantığı, iç monolog, masal, soyutlama… çok sık başvurulan tekniklerdir.
Bunalımcıların da bütün niyeti, kişinin bilinçaltı fırtınalarını uyandırmaktır. O kadar ki varoluşun ancak en kritik anlarda anlaşılabileceği düşünülerek hırsızlık ve kolay aşk gibi yanlışlıklara; ölüm, cinayet, intihar gibi kahramanlıklara kadar götürülür kişi. Fakat farklılıkları ne kişilerin bilinçaltına inmelerinde ne de onlara adeta kahramanlıklar önermelerinde. Farklılık bunu işleyişlerinde. Şöyle ki –Svetlana Uturgauri’ye referansla-, toplumcu gerçekçiler yabancılaşma konusunu sosyo-tarihsel şartları içinde inceler; çünkü onlar için “süreç” önemlidir. Sosyo-psikolojik öykünün yazarları ise “bireyin iç dönüşümüne, yeniden doğup insanlaşması”na adarlar kendilerini; onun toplumsal tabiatını açığa çıkarmasına yardımcı olurlar. Bunalımcılar ise çaresizlik içinde kalmış ben’in iç dünyasıyla –sadece bununla- ilgilidirler; yani “bir durum olarak yabancılaşma” ile yetinir onlar.[32]
Başka köklerden gelen ve Bunalımcılarla beraber veya onlara yakın anılan öykücülerde de görülür benzer durumlar. Sözgelimi Vüs’at O, Bener küçük kent insanlarını anılar ve çağrışımlarla anlatır. Nezihe Meriç’in kişileri, ev içi hayatlarıyla mutsuz düşmüş fakat başkaldırılarında da başarılı olamamış kadınlardır. Tahsin Yücel, bireyin ezilmişliği, yalnızlığı ve çaresizliğiyle ilgilenir. Özcan Ergüder karanlık yerleri ve oda gibi kapalı mekânları tercih eder; ora insanlarının kıstırılmışlığını işler. Feyyaz Kayacan gerçeği bozup soyutlamakla kalmaz, dille de oynar. Leyla Erbil hiç mi hiç kural tanımaz: Öyküye fotoğraf, kimi tebligatlar, belgeler, gazete haberlerinden fotokopiler sokar; dilin sözdizimiyle oynar, yazım ve noktalaması da kendince olur. Yusuf Atılgan, bunalımı cinsellik üzerinden aştıran ve dili iyice yalın bir yazardır. Kâmuran Şipal, anıları ve hayalleri olan ama bunalımdan yine de çıkamayan orta tabaka insanlarını anlatır. Sevgi Soysal’da yerleşik değer yargılarıyla uyuşmayan insanlar vardır. Bilge Karasu’nun öyküsü çok kanallı kurgusuyla akla, zihne seslenen öyküdür. Sevim Burak, biçimde gidilebilecek en uçlara kadar gider, o kadar ki cümle kurmadığı, öyküyü bir başlarına sözcüklerle gösterdiği de olur. Necati Tosuner, bunalımına Freud açısından yaklaşır. Fikret Ürgüp’ün öyküleri düzyazı ile şiir karışımı olup alegori ve rüyalarıyla Kafka’yı hatırlatır. Oğuz Atay alaycı ve ironiktir; bireyi alegoriler ve metaforlarla anlatır.
Fakat ilginçtir, 1950 Bunalımcıları gerçekçi bilinir. Hatta Toplumcu/Solcu. Hiç olmamışlar mıdır? Bunu diyemeyiz. Makas değiştirenler vardır ama, sonra: Sözgelimi Demirtaş Ceyhun 1967’de Sansaryan Hanı’yla, Leyla Erbil 1968’de Gecede’yle, Adnan Özyalçıner 1971’de Yağma’yla, Erdal Öz 1973’te Kanayan’la, Sevgi Soysal 1976’daBarış Adlı Çocuk’la bu değişimi/dönüşümü örnekleyen yazarlardan. Gelgelelim bu solculuk, Kemalizme eşitlenmiş bir solun taşıdığı bütün arızaları taşır. 1940’lı, 50’li yıllarda ve daha sonra doğanlar da 1950 Kuşağı yenilikçilerini ve öykülerini böyle tanır. Hatta onlara uyar. Şartlar da uygundur: 141, 142 yasaktır örneğin. 12 Mart, 12 Eylül faşizmleri vardır. 1980’li yılların hediyesi depolitizasyon ise, zaten bugün de yürürlüktedir. Varoluşçu temaları Kriton Dinçmen’den başka ele alan artık yok sanırım. Ama Nedim Gürsel, Hulki Aktunç, Özcan Karabulut, Murathan Mungan, Mahir Öztaş, Mario Levi, Mehmet Zaman Saçlıoğlu… temelde iki klasik çizgiden beslenseler de kısmen akademik, kısmen kırık dilli öyküleriyle 1950 Kuşağı’nın yenilikçiliğini sürdürmekteler bence ve onlar gibi de modernler.
Daha yeniler, genç öykücüler ise, 1950 Yenilikçileri tarafından bile, “kendilerinin oldukça gerisinde” bulunur. Ülke dışından veya içinden kimi “marjinal yazarların etkilerine yönelmişlerdir”, amaçları “öykünün hippileri olmaktır” sanki. Bundan olacak, “Türkçeyi doğru dürüst öğrenemeden sözde dil oyunları yapmaya kalkarlar”.[33]Kuşak’ın dışından Selim İleri de, böylesi modernliğin çıkmazına Feyyaz Kayacan’dan kalkarak dikkat çeker: “Yıllarca dili hallaç pamuğuna çeviren Feyyaz Kayacan, son üç öyküsünde klasik hikâye kurgusu içinde yazmış. Olağanüstü güzellikte. Çok ilginç bir şeydir: Yenilikçilik tabii ki güzel bir şey, ancak dönüp dolaşıp klasik hikâyeye geliyor.”[34]
Modernlik –malum- felsefe dilinde Aydınlanma ile başlayan bir zihin dönüşümünü ve onun ortaya çıkardığı ideolojiyi ve hayat tarzını anlatır. Merkeze “İnsan”ı alır, “İnsan”a geniş özgürlükler tanır. Kurtuluşu da Din’de değil, Akıl’da ve Bilim’de arar. Lakin 1950 Kuşağı’nın yenilikçiliği Sait Faik’inden farklıdır. Sait Faik, Alemdağ’da Var Bir Yılan’a bir sosyolojiyle gelir, hem de kendi özel tarihiyle. O, modernin ta kendisidir. 1950 Kuşağı Bunalımcıları ise modernliğe bir arayışla varmazlar, onu durumdan vazife çıkarırcasına alırlar. Hatta, gelecekteki öyküyü dizayn için de kullanırlar.
Hulki Aktunç, 1960-75 yılları arasındaki öykü patlamasını üç noktada toplar: Biri, Sabahattin Ali’den gelen “sosyalist gerçekçi” çizgi. Diğeri, Sait Faik’ten gelen ve “avangard açılımları” olan çizgi. Üçüncüsü de Edebiyat dergisi çizgisi. Bu çizgi ilk ikisinin tamamen dışında olup yegâne örnek adı da Rasim Özdenören’dir. Şöyle deniyor: “Çok ilginç bir öykücü Özdenören.” Dergidekiler için de şöyle: “Onlar, gerçekten yeni bir dile yakınlıkları ile sağ çemberi yavaş yavaş kırmaktaydılar. Biz onlarla ilgileniyorduk.”[35]
Evet, ilginç addır Rasim Özdenören. Bireyin iç dünyasını, ailesinin sorunlarını, bireyin bireyle çatışmasını, uğradığı yabancılaşmayı… anlatmasıyla Bunalımcıları hatırlatır. Ne psikolojiyi atlar ne sıkıntı ve burgaçları. Hatta noktalama işaretlerinden vazgeçtiği de olur Bunalımcılar gibi. Fakat bunalımın sebeplerini toplumda arayışı, yapıyı eleştirişi ve başkaldırıyı öyküleyişiyle de toplumcu gerçekçilerin izindedir sanki. Şu farkla ki önerisi sınıf kökenli değil din ve tasavvuf kökenlidir.
Din ve tasavvuf kökenli Rasim Özdenören’le –veya Nuri Pakdil yönetimindekiEdebiyat dergisiyle- 1950 Modernistlerinin ortak dil ve ortak biçimde buluşmaları –Hulki Aktunç’un sandığı gibi- “sağ”ın, “çemberini yavaş yavaş kırmakta” olduğunu mu gösterir? Eğer öyleyse 1950 Kuşağı yenilikçileri ve ardılları düşünmeliler.
Sartre, Varoluşçuluğun temel ilkesini şöyle özetler: “Varlık özden önce gelir.” Heidegger diyor ki: “Burada Sartre ‘existentia’ (varlık) ile ‘essentia’ (öz) terimlerini, Plato’dan beri ‘essentia’ ‘existentia’dan önce gelir, diyen eski metafizikçilerin kullandığı anlamda kullanır. Tek yaptığı, söylenegelen bu tümceyi baş aşağı çevirmektir. Ama baş aşağı çevrilen bir metafizik tümce yine metafiziktir.”[36]
Heidegger’in yorumu –bilmem- işlerine yarar mı?

Heceöykü, Sayı: 6, Aralık 2004-Ocak 2005

NECATİ MERT

[1] Selim İleri, Çağdaşlık Sorunları, Günebakan, İstanbul, 1978, s. 148
[2] Selim İleri, a.g.e. s. 152.
[3] Selim İleri, a.g.e. s. 149
[4] Selim İleri, a.g.e. s, 150
[5] Ferit Edgü; Sait Faik, Bir Öncü, Adam Öykü, Temmuz-Ağustos 2000, sayı: 29, s. 93.
[6] Ferit Edgü; Sait Faik, Bir Öncü, a.g.d. s. 93.
[7] Feyyaz Kayacan’dan [Türk Dili, Aralık 1963] aktaran: Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü/3, Kaknüs, İstanbul, 1999, s. 168
[8] Adnan Özyalçıner’in Orhan Duru ile konuşmasından [Cumhuriyet Kitap, 2 Temmuz 1998] aktaran: Ömer Lekesiz, a.g.e. s. 248.
[9] Ferit Edgü; Sait Faik, Bir Öncü, a.g.d. s. 94.
[10] M. Rosenthal, P. Yudin; “Varoluş”, “Varoluşçuluk”, “Varoluşçu Estetik”[Materyalist Felsefe Sözlüğü, çeviren: Aziz Çalışlar,Sosyal, İstanbul, 1972] içinde: s. 488-490.
[11] Orhan Duru, Geçmişe Bir Bakış: Kuşağımıza Sarılınca, Adam Öykü, Ocak-Şubat 1996, sayı: 2, s. 146-147.
[12] Ferit Edgü ile Dünden Bugüne, konuşan: Feridun Andaç, Adam Öykü, Mart-Nisan 1997, sayı: 9, s. 27.
[13] Erdal Öz, ’50 Kuşağı’ndan Biri Olarak!, Adam Öykü, Mayıs-Haziran 1996, sayı: 4, s. 147
[14] Erdal Öz ile Dünden Bugüne, konuşan: İnan Çetin, Adam Öykü, Kasım-Aralık 1997, sayı: 13, s. 51.
[15] Asım Bezirci, “‘Yanık Saraylar’ Dolayısıyla Sevim Burak’a Sorular”, [1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz, ABeCe, İstanbul, 1980] içinde: s. 270.
[16] Asım Bezirci, “Demir Özlü’ye Sorular”, [a.g.e] içinde: s. 265.
[17] Attila İlhan, “Mavi”, [“İkinci Yeni” Savaşı, Yazko, İstanbul, 1983] içinde: s. 102-104.
[18] Erdal Doğan, Edebiyatımızda Dergiler, Bağlam, İstanbul, s. 66.
[19] Attila İlhan, “Mavi”, [a.g.e.] içinde: s. 105.
[20] Attila İlhan, “Mavi”, [a.g.e.] içinde: s. 106.
[21] Attila İlhan, “Meraklısı İçin Ekler’1”, [a.g.e.] içinde: s. 20.
[22] Svetlana Uturgauri, Türk Edebiyatı Üzerine, Cem, İstanbul, 1989, s. 19.
[23] Erdal Doğan, 50’li Yıllar Edebiyat Dergilerinde Öykü, Adam Öykü, Ocak-Şubat 1996, sayı. 2, s. 150.
[24] Erdal Doğan, 50’li Yıllar Edebiyat Dergilerinde Öykü, a.g.d. s. 152-153.
[25] Adnan Özyalçıner’in Orhan Duru ile konuşmasından aktaran: Ömer Lekesiz, a.g.e. s. 248.
[26] Demirtaş Ceyhun, Biz 1950 Kuşağı Öykücüleri, Adam Öykü, sayı: 53, s. 12.
[27] Nezihe Meriç’le Dünden Bugüne, konuşan: Feridun Andaç, Adam Öykü, sayı: 2, s. 23.
[28] Demirtaş Ceyhun, Biz 1950 Kuşağı Öykücüleri, a.g.d. s. 13, 15.
[29] Demirtaş Ceyhun, Öykü Çılgını Bir Gençlikti Gençliğim, Adam Öykü,Eylül-Ekim 2003, sayı: 48, s. 71.
[30] Asım Bezirci, “Yönsüz Başkaldırma”, [a.g.e.] içinde: s. 114.
[31] Walter Kaufmann, Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk, çeviren: Akşit Göktürk, de, İstanbul, ikinci baskı: 1965, s. 5.
[32] Svetlana Uturgauri, a.g.e. s. 50-51.
[33] Erdal Öz ile Dünden Bugüne, konuşan: İnan Çetin, a.g.d. s. 50.
[34] Selim İleri ile Türk Öyküsünün Modernleşme Serüveni Üzerine, konuşan:Ahmet Sait Akçay, Hece, Kasım 2004, sayı: 95, s. 87.
[35] Hulki Aktunç ile Dünden Bugüne, konuşan: Feridun Andaç, Adam Öykü, Ocak-Şubat 1997, sayı: 8, s. 41.
[36] Walter Kaufmann, a.g.e. s. 48.