27 Nisan 2013 Cumartesi

NİYÂZÎ-İ MISRÎ'NİN BİR BEYTİNİN ŞERHİ - İSLAM ÇOBAN


"Köstebektir köstebektir köstebek
Ol münâf
ıklar vezîr olsun ya bek" Niyâzî-i Mısrî

Allah insanları dünyaya gönderirken, onları ortak bir frekansa bağlamıştır; muhabbet yani aşk.İnsanlar yaşamlarını devam ettirirken, dâimâ bir şeylere âşık olmuştur. Kimisinde nesnesel aşk -yani maddeye aşk- olarak vâki’ olan bu duygu, kimisinde mecâzî aşk veya tanrısal aşk olarak tezâhür eder.

Maddeye (para, mal ve mülk gibi şeylere) âşık olanlar ömürlerini bu yolda kazanç için tüketir. Ma'nâya âşık olanlar ise bu nevi'den uğraşlar peşinde olmayı oyalanma olarak kabul eder;

Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan” diyen Yûnus Emre gibi.
Â
şık olan ârif olur, ârif olan zâhirde bâtını görür.

Bâtın, gizlenmiş olan âlem olarak kabul edilirse; zâhir, görünen ve yaşanılan âlem olarak düşünülebilir. Bu durumu, ceviz misali vererek anlatırsak; ceviz kabuğu zâhir, ceviz in içi ise bâtındır. Niyâzî-i Mısrî de bâtını idrâk edebilecek kâbiliyetteki zevâttandır. Ömrünü ma'nâya fedâ etmiş, fânî için bâkîden vazgeçmemiştir.

Ârif olan insan, Allah'ın ef'âlini (fiilleri yani yaptığı işler), sıfatını (özellikleri) ve zâtını (kendisini) bilen ve gören kişidir. İnsana verilen gözler zâhir âlem için görme kabiliyetine sahip olsa da bâtınî âlemi görme hünerine kâbil değildir.

Allah'ın varlığını kabul eden kalp, onun yaptıklarını kabul eder; bu durum ef'âl aşamasıdır. Sonrasında, onun fiillerinin sebeplerini bilmek gerekir ki sıfat aşamasına gelinebilsin. Sıfatın kalple kabûlüne müteakiben, onun zâtının "görülmesi" aşaması gelir. Onu gören ve idrâk eden akıl, kontrolü kalbe bırakır.

Köstebek hayvanını duymuşuzdur. Bu hayvan, gözleri kör olarak yaratılmış ve âleme kendisine verilen görevi yapmak için gönderilmiştir. Öte yandan köstebekler toprağın altında yuva yaparken iki kapı yaparlar; biri giriş, diğeri çıkış. Çıkış kapısına "nâfika" denir ki; bu kelime de nifak ve münâfık gibi "ne-fe-ka" kökünden türer.

Niyâzî-i Mısrî, "Köstebektir köstebektir köstebek." diyerek, saydığımız üç yönden kör olan insanı anlatır. Hakkı görmeyen bu gözler, köstebek gözü gibidir. Göremez o göz; çünkü mühürlenmiştir; der. Bu gözlere sahip kimseleri münâfık kabul eder Niyâzî-i Mısrî. Zirâ münâfıkların da köstebekler gibi, dinden kaçabilmek için dâimâ başka bir kapısı vardır.

Niyâzî-i Mısrî, burada âdeta Tevbe Sûresi'nin 57. âyetini delîl gösteriyor: Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.

"Ol münâfıklar vezîr olsun ya bek" derken, aklımıza mesnevî-i Mevlânâ'daki Yahudi Vezir hikâyesi gelir ki; o yalancı vezir, Hıristiyanların dinini tahrîb için İncil'i ezberlemiş, onlara yalan yanlış bilgiler vermiştir. Bek kelimesi ise piyon demektir ki; o vezir Yahudî hükümdârın hilekârlığında, onun yardımcılığını yapar.

Ve'l-hâsıl eğer âriflik yoluna girmeye niyet ederseniz, size verilen aşk hasletini doğru yönde kullanın. Süflî olan beden de aşka mensuptur, ulvî olan rûh da...

20 Nisan 2013 Cumartesi

SUYUN YAŞI KAÇ - PATRONA HOLİ (FATİH BALCIOĞLU)


Stanislawa, Oslo'da çok az görülen güneşin tadını çıkarmak için şehrin en önemli iki caddesinden biri olan Starveien Caddesine çıkmıştı. Bir Leh olarak Norveç'e geldiğinden beri ilk kez güneşi görüyordu. Ülkesinde çıkan ayaklanmalardan sorumlu tutulan babası Jerzy, onu daha iyi yaşaması için en yakın adamları tarafından henüz 19 yaşında yurtdışına çıkarmıştı. 2 yıldır Oslo'da yaşayan Stanislawa için dışarı çıkmak bir lükstü. Kaldığı amcasının evini 15 güvenlik görevlisi koruyordu. Sık sık değiştirilen güvenlik görevlilerinin hepsine en önemli uyarı olarak Stanislawa'nın korunması söyleniyordu. Dışarı çıkmasına çok az izin veriliyordu ve bu günlerde genel olarak ailenin birlikte yaptıkları seyahatleri içeriyordu. Bugün, içinde tabuları yıkmanın zevki ve özgürlüğün heyecanı vardı. Yüzlerce kez arabayla üstünden geçtiği Starveien'in altın rengi kaldırımlarına dikkatle baktı. Daha önce hiç fark etmediği kozmetik dükkanlarını, kafeleri tek tek inceledi. Mağazaların birinden beğendiği elbiseyi aldı. İleride eşi olacak Andrzej'i de ilk olarak burada gördü.

Norveç son yıllarda epey bir nüfus artışı sağlamıştı. Bunun en önemli nedeni; çalışmak için gelen işçiler ve ülkesinde hain ilan edilen kişilerdi. Stanislawa ülkesinde hain ilan edilen Jerzy'nin kızıydı. Ama onun Oslo'da durma sebebi bu değildi. Kafasında bu ülkede çalışmak vardı. Bunu Polonya'dan gelmeden önce babasına net bir şekilde söylemişti. Amcasının onlara geldiği bir gün amcasına; '' beni Oslo'ya götürür müsün? Söz veriyorum,hep uslu duracağım'' demesi üzerine babası sert çıkmış ve onu azarlamıştı. Babasının tek bir görüşü vardı:'' Ne zaman Sovyetler Birliği'ne girersek, o zaman refaha kavuşuruz.. ''

Stanislawa geldiğinden kısa bir süre sonra Norveççe'yi öğrendi. Kraliyet Marşını ezberleyip çok iyi okuması okuldakilerin ve evdekilerin dikkatini çekmişti. Öğrenme yeteneği üst düzeydeydi, zamanla okulun en iyi öğrencisi olmayı da başardı. Ülkesinden kaçıp Oslo'ya sığınan Lehlere Norveççe'yi öğretmek için gönüllü oldu. Stanislawa'nın sarışın uzun saçları,ince küçük bir burnu vardı. Dolgun yanaklarını benekler süslüyordu. İçine kapanık yapısı olmasına rağmen iş konusunda atılgan bir yapısı vardı. 22 yaşında okulu bitirir bitirmez bir şirkette halkla ilişkiler görevini üstlendi. 2 yıl burada çalıştıktan sonra gönlündeki asıl mesleğe -daha önceleri gönüllü olarak yaptığı- öğretmenliğe döndü. 3 yıllık erkek arkadaşı Andrzej'le de bu yılda, yani 24 yaşında evlendi. Andrzej ve Stanislawa evlendikleri ilk gün birbirlerine çocuk yapmayacaklarına dair söz verdiler. Bir kişinin daha bu kötü dünyayı görmelerine izin vermeyeceklerdi.

32 yaşında babasının öldüğüne dair dedikodular çıktı, çok geçmeden bu haber yalanlandı. Jerzy eskisinden çok daha iyi olduğunu belirten cümlelerle basına açıklama yaptı. Kaçmayacağını açık bir dille belirtti. Yıllar geçtikçe baba kız arasındaki özlem daha çok arttı. Bunu sonlandırmak için babasından bir gün Oslo'ya gelmesi için söz aldı. Ancak siyasi olaylar sebebiyle bu kavuşma beklenenden çok daha uzun süre sonra gerçekleşti. Babası söz verdiği zaman Stanislawa kanser değildi, artık babası buluşacakları zaman yüzü kırışmış ve elleri ağırlaşan bir kanser hastası bulacaktı karşısında. Stanislawa 39 yaşında kansere yakalandı. Eşi bir an olsun yanından ayrılmadı. Stanislawa'nın her zaman moralini en yüksek seviyede tutmaya çalıştı. Yetersiz kaldığı zamanlar oldu. O zamanlarda Stanislawa'yı yoran şey kanser değildi,sadece özlemdi. Bunu ders anlattığı Oslo Üniversitesinde öğrencisinin notlarında bile görmek mümkündü:

''Bugün hocamız öyle şeyler söyledi ki bir an önce babamı bulup boynuna sarılmam gerektiğini düşündüm.Konuşmasının tamamını yakalayamasamda devamını yazmayı başardım.Aynen şöyle dedi: ''Geçen gün mutfakta su içerken suyun yaşı kaç diye sordum kendi kendime. Düşündüm, bulamadım. Ama en azından insan dünyaya geldiğinden beri vardır diye düşünüyorum. İnsan susuz yaşayamaz. Benim babamsız yaşayamayacağım gibi. 25 yıldır onu görmüyorum ama hayaliyle yaşıyorum. Gençken onun hayali bile şelaleden akan berrak su gibiyken hastalığımın verdiği bunalımla şimdilerde damlalar halinde geliyor. İnsan bir damla suyla ne kadar yaşar? Ben o kadar yaşayacağım. Bir şeyin değerini bilmeniz için onun ölmesine gerek yok. Yanınızdayken sarılın ve onu bırakmayın.'' ''

Beklenen buluşma Stanislawa 46 yaşındayken gerçekleşti. Poznan'dan kalkan 10.30 uçağıyla Oslo'ya gelen Stanislawa'nın babası Jerzy'i havalimanında küçük kardeşi Marek ve iki koruması karşıladı. Abi kardeş hasret giderdikten sonra şehre 30 km uzaklıktaki evlerine gitmek üzere arabaya bindiler. Stanislawa dersi bittikten sonra aceleyle evine gidip en güzel elbisesini giydikten sonra amcasına geçmek üzere eşiyle beraber otobüse bindi. Eve vardıklarında ise kanlı duvarları gördü.

'' Amcam 2 haftada bir korumaları ve güvenlik görevlilerini değiştirirdi. Babamın Norveç'e geleceğini haber alan Polonya istihbaratı kendi güvenliklerini eve sızdırmış. Babamı 27 yıl sonra ilk defa görmüştüm. O zaman dimdik ayaktaydı, şimdi ise yerde kan revan içinde. Bunun için kendimi suçluyorum. Onun canını azrail almadı, benim hasretim aldı. Şimdi o cennete ruhunu teslim ederken, ben cehennemin en kızgın kuyularında yanacağım. İnanın ateşten değil, babamı bir daha göremeyecek olmak yakacak içimi. ''

Stanislawa Becherovka 46 yaşında resmi kayıtlara göre kanserden öldü. Eşi Andrzej Becherovka ise onun sevgisine bağlı kalarak bir daha hiç kimseyle olmadı. 67 yaşında hayata gözlerini yumdu.


 Patrona Holi (Fatih Balcıoğlu)

HAFTANIN KİTABI: TIKLAYINIZ...

18 Nisan 2013 Perşembe

KIRMIZIYLA OLAN İLİŞKİM - PATRONA HOLİ (FATİH BALCIOĞLU)


Bende bir bok yedim,siz oldum.Merak edecek bir şey yok aşık oldum sayın dinleyen.Hani siz ''öyle böyle değildi'' dersiniz ya,bizimkisi öyle böyleydi işte.Farklıydı biraz yani.Suçumuz barda tanışmamızdı.O barda eğlendiği için fahişeydi,ben gününü gün eden saf delikanlı.Neydi? Adalet mülkün temelidir,öyle değil işte sayın dinleyen.''Adalet zulmün temelidir'' Bu toplum beni önce öldürüyor,sonra da göt istiyor.Hiç ölüden istenir mi?

Dediğim gibi barda tanışmıştık.Allah şahit,o günde hiç görmemiştim onu, ta ki çakmağımı isteyene kadar. Bakış o bakış,bir daha da gözümü alamadım.Kırmızı elbisesi nedeniyle adını kırmızı koymuştum.Kırmızı kelimesi sadece ondan ibaretti.Sonra uzun uzun tanıştık,deliler gibi eğlendik.O Beyoğlu benim,şu Kabataş senin,gezdik tozduk.Asıl kaba taş bana girmiş haberim olmamış.Ulan kullandığı saç boyası markasını bile sordum,şu gerizekalı kafam evli olup olmadığını sormayı hiç akıl edemedi.Gel görki ben bunu 3 ay sonra öğrendim,kolunda ufak bir kız çocuğuyla.Döndüm kendime ve dedimki: ''Acısa da öldürmez.Siktir lan nasıl öldürmez? Aylardır seviştiğim kadın evli mi? Çocuğu mu var? Bara gelirken çocuğu nereye bırakıyor?'' Kendime iki tokat attım. ''Kendine gel oğlum,kendine gel.'' Bana bu dakikadan sonra ne yapmak yakışır diye düşündüm yarım saat.İç sesler hemen devreye girdi.Soldan biri ''Çek vur Kırmızı kahpesini'' dedi.Sağdaki ise ''Bırak ne hali varsa görsün.Ne ara ne sor'' dedi.Ben sağdakini dinledim.Hiç arayıp sormadım.Kırmızı iki gün boyunca aradı,aradı,aradı.Üçüncü gün dayanamayıp açtım telefonu.Yükselen bir ses tonuyla ''Sen beni hayat kadını mı sandın ha! Senle tanıştığım gün kocama ayrılalım dedim.Senin bundan haberin var mı? Senin aşkın bu mu? Söyle bu mu!? '' dedi.Ağlamaya başladı ve lanet olsunki bir kadın ağlayınca bende ağlarım,tutamam kendimi.Neydi o zımbırtı,heh erkekler ağlamaz.2 saat boyunca onu oynadım.O sesli bir şekilde ağladı,bense sessiz sessiz telefona yansıtmadan.Sonra öğrendimki dedikleri doğruymuş.Çocuğuyla da ailesinde kalıyormuş.''Kırmızı kocasıyla yatmıyordu yani,yine yırttın piç'' diyerek içimdeki çocuğu sevinçten tekmeledim.Ben yine eskisi gibi devam ederiz diye düşünmüştüm.Ah salak kafa,vazo yere bir kere düşer.Yapıştırsan ne fayda.Ama o kadar güzeldi ki içimin yağı erirdi sayın dinleyen.Uzun siyah saçlarıyla boğulma hayalleri bile kurdum.Kırmızı ne zaman su içmek istese ''Dur ben getiririm o narin ellerin zarar görmesin'' moduna girerdim.Bir gün yine kavga ederken Kırmızı ''Beni taşıyamıyorsun'' dedi.''Vinç çağıralım'' gibi salak bir espri yaptım ve güldüm.O da gitti.Ne de olsa yarın sabah yine kahvaltı edecektik.Tabi ben öyle sanmışım.O gece rahatlıkla uyudum,ne şeytan geldi ne de o.Sabah kalktığımda olmadığını hissettim.Çünkü sol yanımda portakal suyu yoktu.Neyse dedim,gelir yarım saat sonra.O gelene kadar ben börekleri alayım dedim.Kırmızı'nın doğum günümde aldığı t-shırtıde giydim çıkarken.Yavaş yavaş börekçiye doğru ilerledim.Tam börekçinin sokağına girerken ilk apartmanın kapısına yaslanmış bir kız ve dudağında bir erkek.Hayır,hayır.Duvara yaslanmış bir Kırmızı ve diğeri de orospu çocuğu.Bir dilek hakkım olsaydı o an kör olmak isterdim.Beyninden vurulmuşsun derler ya hani,ulan ne beyni.Parmak uçlarımı hissetmedim.Sonra beni gördü ''Dur açıklayabilirim'' faslı ve bir sürü içi boş cümle.O an sırf ''açıklayabilirim'' dedi diye tokadı yapıştırasım geldi Kırmızı sürtüğüne.Kırmızı sadece sevdiğim kadından ibaret değilmiş.Neşterle kolumu yardıktan sonra anladım.

Valla şu an bir vesikalık fotoğrafımı alıp Taksim Meydanındaki tüm insanlara ''Bu kişiyi gördünüz mü?'' diyesim var sayın dinleyen.Şimdilerde yeni sevgilim var.O da yarım saat geç kaldı.Eee sizden naber sayın dinleyen? Siz anlatın ben börek almaya gidip ölüp geliyorum.Pardon hemen geliyorum...

Patrona Holi (Fatih Balcıoğlu)

12 Nisan 2013 Cuma

NE DESEK? - MUHAMMET HAN GÜL


Bilindiği üzere dilimize Arapça’dan bir çok kelime geçmiştir. Arapça’daki bu kelimeler kelimenin aslî harfleri üzerinden çekimlenerek elde edilir. Bu çekimler belli vezinlere bağlı olarak yapılmaktadır. Örneğin; (علم) “‘ ilm” kelimesi (فاعل) “fâ‘ il” vezninde ( عالم) “ ‘ âlim ” olarak gelir. Buna benzer birçok kelime türetilebilir. Bu yazıda sıfat-ı müşebbehe kalıplarından )فعیل( “fa‘ îl” ya da “fe‘ îl” vezninin latinize edilişindeki sıkıntıdan bahsedeceğiz.

Arapça’daki kalın harfler ق-غ-ظ-ط-ض-ص-خ (hı, sad, dat, tı, zı, gayın, kaf) harfleridir. Dolayısıyla bu harfler kalın okunur. ع-ح (ha-ayın) harfleri ise Arapça’da kalın harf olarak geçmese de dilimize geçerken kalın harf olarak geçmiştir. Burada( ف ) harfini göremiyoruz. Şimdi burada aklımıza gelen şey “fa‘ îl mi yoksa fe‘ îl mi okunacak?” diye bir soru oluyor. Veznimizi (تفعّل ) tefe ‘‘ul babıyla karşılaştıralım. Neden bu vezin latinize edilirken tefa ‘‘ul diye değil de tefe‘‘ul diye latinize edilmiştir? ف “fe” ince bir harf olduğundan “fa” diye okunmaz. Sıfat-ı müşebbehe veznindeki sıkıntı için konuyu biraz irdelememiz gerekecek.

Arapça’da sıfat-ı müşebbehe vezinleri فعل “ fe‘ale” kelimesi üzerinden yapılmamıştır.
Arapça’daki sıfat-ı müşebbehe vezinleri 17 tanedir. Bunlar:

Şeks (شكس) sulb (صلب) milh (ملح)
Hasen (حسن) haşin (حشن) ‘acül (عجل)
Sığır (صغر) cünüb (جنب) cebân (جبان)
şecâ‘ (شجاع) şeyzam (شیظم) ceyyid (جيّد)
Harîs (حریس) selîm (سلیم) gayûr (غیور)
eblec (ابلج) gazbân(غَّٰضبان)


Şimdi bu vezinlere baktığımızda karşımızaفعیل (fe‘îl ya da fa‘îl) veznine uygun olarak iki tane kalıp çıkmaktadır: harîs (حریس) ve selîm (سلیم).

Yukarıda da gördüğümüz üzere ح (ha) dilimize kalın harf olarak geçmiştir. Harîs (حریس) veznini baz alacak olursak فعیل veznini “fa‘ îl” olarak latinize etmek doğru olur. Lakin ف ince bir harf olduğundan bunu “fa” diye okumak ne kadar doğru olur, tartışılır.

Selîm (سلیم) kalıbını baz alacak olursak da فعیل “fe‘ îl” olarak latinize etmek yine doğru şekli verecektir. Ancak Osmanlı Türkçesi’nde biz bu iki kalıbı tek bir kalıpta birleştirerek kullanmışız. Yani; “fe‘ îl” de desek “fa‘ îl” de desek doğrudur.

Bu, dert edilecek bir şey ise de “fa‘ îl” ve “fe‘ îl” diye iki kalıba ayrılmalıdır ki karışıklığın önüne geçilsin. Kelimenin ilk aslî harfi kalınsa “fa‘ îl” kalıbına, eğer inceyse “fe‘ îl” kalıbına uydurulmalıdır. Bu da sıkıntı doğurursa Arapça’dan harîs (حریس) ve selîm (سلیم) kalıpları olduğu gibi alınarak sorun giderilebilir.

  Muhammet Han GÜL

10 Nisan 2013 Çarşamba

OYSA HERKES ÖLDÜRÜR SEVDİĞİNİ - OSCAR WILDE

Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez!

Oscar WILDE
Çeviri : Özdemir Asaf

8 Nisan 2013 Pazartesi

ESKİ BİR ARKADAŞ - FURKAN ABİR


Öyle ruh halleri ve buna bağlı gerçekleşen öyle davranışlar vardır ki, olayın dışından bakan hiç kimse tarafından anlaşılması mümkün değildir. Benim burda anlatacağım şey bir arkadaşımın ölümüne sebep olan, boyutlarının asla bu kadar büyüyeceğini tahmin edemediğim, muammalarla dolu bir süreç. Burada arkadaşımdan x olarak söz edeceğim.

Benim için sıradan geçmesini beklediğim bir günde, yeni uyanmış bir gözüm açık bir gözüm kapalı halde ocağa kahveye koymaya çalışırken telefonumun çaldığını duydum. Arayan x'ti. Akşamüstü buluşalım, ne zamandır erteliyorsun Oğuz'la tanış artık gibisinden saçma sapan cümleler kurdu. Kızların sevgilisini arkadaşlarına test ettirip onaylatma hastalıklarını oldum olası anlayamadım ve sanırım tedavisi de yok. Ama bu sefer kararlıydı, tamam demekten başka çarem yoktu. Hem arkadaşım bu çocuğu fena halde seviyordu ve gidip tanışmamın iyi olacağını düşündüm.

Akşamüstü buluştuk. Hani bazı tipler vardır daha ilk görüşte içinizi bir soğukluk kaplar. Çocuk bende ilk etapta o etkiyi bıraktı. Ancak önyargı hastalıkların en büyüğüdür en azından bunu biliyordum ve içime gelen bu soğukluğu derhal savuşturdum. Çok severiz insanları tam anlamıyla tanımadan etiketlemeyi. Bu sessiz, bu art niyetli, bu çekingen, bu aptal. İşin paradoksal tarafı insanlarla ilgili en büyük hayal kırıklıklarını bu etiketçi, "insan sarrafları" yaşar. İnsanın içine bir kere işleyince bu, bir daha ne kadar hayal kırıklığı yaşansa da iflah olmuyolar. En azından ben bu güne kadar öyle gördüm. Neyse, çocuk bir şeyler içmek için oturduğumuzda denyoluğunu o kadar aşikarâne belli etti ki, kafamda bir soru işareti kalmadı. Çok gördüm geçirdim havalarında, alâkalı alâkasız sürekli gittiği yerlerden bahseden, ben çok zekiyim havası vermek uğruna konuşmuş olmak için konuşan, kibirli, narsist zavallı bir tipti. Kendi etiketini öyle alacalı göstermiş ki, benim safdil arkadaşım da bir çok kadının yapacağı gibi içine bakmadan etikete aşık olmuş. Çocuğun bütün saçmalıklarını ağzı bir karış açık dinliyor, herşeye gülüyor falan. Dünyada aşık olmuş bir insan kadar çekilmez olan hiçbir şey yok.

Izdırap gibi iki saatten sonra kendime bir iş çıkarıp kalktım. Sonradan x'le konuştuğumda onu çeşitli şekillerde uyardım. Sonuçta aşk dediğimiz şey de geçici (belki de geçmeyici) bir körlüktü ve arkadaşımın gözünü açmak için elimden geleni yaptım. Ancak söylediklerim onun için her aşık insanda olduğu gibi
fasa fisoydu, tam tersini iddaa ediyordu. Çocuk onun için mükemmelliğin ete kemiğe bürünmüş şekliydi ve ben bunun değişmeyeceğini gördüm. Çocuk mükemmelliğini kaybetse de bir şey değişmezdi çünkü alışılmıştan vazgeçmek çok zordur. Bu yüzden durmam gereken yerde durdum ve beni çok da ilgilendirmeyen bu konuda daha fazla bir şey söylemedim. Aradan birkaç ay geçti. Bu zaman zarfında asla inanmak istemeyeceğim şeylere inanmak zorunda kaldım. X'in zaten biraz asosyal olan yaşantısı, çocuğa duyduğu aşırı sevgiyle beraber çocuğu hayatının merkezine koymasıyla sonuçlanmıştı. Öyle ki
zamanla, sevgilisinin zavallı egolarını tatmin etmekten başka bir işe yaramayan, arada yönlendirildiğini anlayarak karşı koysa da çıkan tartışmalardan sonra çocuğu kaybetme korkusuyla geri adım atmak zorunda kalan biri olmuştu. Vakti geldiğinde, çocuk tamamen tatmin olarak özgüvenini tavan yaptırdığında ilişki bitti. Asıl felaket bundan sonra başlıyordu. X ilişkisi süresince çevresindeki insanlarla olan ilişkisini asgariye indirmişti. İlişkisi bittikten sonra da kırılmış özgüveniyle, uzun süreli aptallığın verdiği hazımsızlık duygusuyla, kendisine olan saygısını tümüyle yitirmiş ve aşırı geçimsiz bir insan olmuştu. Çeşitli sosyal platformlarda kendisini öyle rezil rüsva bir duruma düşürüyordu ki, inanmakta güçlük çektim. Onu aradım ve buluşmak istediğimi söyledim.

Buluştuğumuzda gördüklerimi tarif etmem çok güç. Sanki içinden ruhu çıkmış, gitmiş de onu arar gibi bir hali vardı. O gün bana çok bir şey anlatmadı. Ama anlattığı şeyler çıkarımlar yapmaya müsaitti. İçinde sonsuz bir zamanı geri alma isteği, kin ve hırs olduğu anlaşılabiliyordu. İşin tezat kısmı kendisinde hissettiği güçsüzlüktü. Çünkü kin ve hırs eylem gerektirir, eylem ise güç. Anladığım kadarıyla bu tezatlık onu yiyip bitiren şeydi. Elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalıştım. Ancak öyle durumlarda insana bir tek kendisi yardımcı olabilir ve onun pek kendine yardım edebilecek gibi bir hali yoktu. "Bu durum narkozsuz ameliyata girmek gibi bir şey, sen asla anlayamazsın" demişti bana, ne yalan söyleyeyim az daha gülüyordum. Uyanık olduğu her dakika aklına o geliyormuş, sanki sürekli onu izliyormuş, dayanamıyormuş hep ağlıyormuş. Evet gerçekten pek anlayabileceğim şeyler değildi. Bana ihtiyacı olursa yanında olacağımı söyledim ve ayrıldık.

Zaman istesekte istemesekte geride kalan herşeyi kademe kademe siler. Çünkü durağan bir şey değildir, sürekli akar. İşte x'te zaman içinde düzelmeye başladı -ya da öyle sandı- ancak bu kabuğuna çekiliş o kadar uzun sürdü ve etrafındakileri o kadar hiçe saymıştı ki, sonradan "heey millet bakın ben geldim, eskisi gibiyim" çabaları sonuç vermedi.

Artık eskisi gibi olamayacağını herkes, en iyi olarak da kendisi biliyordu. Sonuç yine belirli bir ölçüde kabuğuna çekiliş oldu. Sonraları ortaya başka bir çocuk çıktı. Anladığım kadarıyla x'i gerçekten seven, hatta x'in diğer çocuğu sevdiği gibi körcesine seven bir çocuktu. Değişen bir şey olmadı. Bu sefer x, özgüvenini geri kazanmak, egosunu tatmin etmek ve düştüğü boşluktan kurtulmak amacıyla çocukla oynamaya başladı. Sadece kurban olan taraf değişmişti. X'e durumu anlatmaya çalıştım, ancak inkâr ediyordu. Kimbilir belki de bilinçli yaptığı bir şey değildi gerçekten. Bilinçaltında zarar görmüş duyguları vardı ve onları tamir etmek bir refleks halini almış da olabilirdi. Zaman içinde gördüklerimle arkadaşım gözümdeki tüm değerini yitirdi. Benim için manevi ölümü gerçekleşmişti.Onunla ilişkimi kestim. Sonraları duyduğuma göre şu yeni çocuğun da gözleri açılmış, x'in ne kadar küçük hesaplar peşinde koştuğunu ve maalesef boş bir insan olduğunu anlamış ve son noktayı koymuş. İnsanlar tanıdığınızda boş olmasa bile sonra çeşitli olaylara karşı kazandıkları reflekslerle (kaybettikleri duygularıyla), ciğeri beş para etmez biri haline gelebiliyorlar. Bu benim hayatta iki arkadaşımdan edindiğim acı tecrübelerim oldu.

Kısa bir zaman önce x'in ölüm haberini aldım. Alkollü şekilde araba kullanırken kaza yapmış. Herkes "kaza" diyor, ancak bence bu bir intihar. Her insan hayatının bir döneminde içinden ölümü geçirir, ölmek ister. O sadece bu isteği için doğru yerde ve doğru zamandaymış o kadar. Evet, maalesef hepimizin karakterinde, doğasında düzeltilmesi en azından bastırılması gereken unsurlar var. X'in ölümü ekstra bir durum, çok sık rastlanan bir şey değil bunu biliyorum. Ancak aşk, makam, para, hırs uğruna, manevi anlamda kendini öldüren o kadar çok insan görüyorum ki, bu yaşadığımız dünyayı ciddi anlamda sorgulamama neden oluyor.

Esas olan mutluluktur, geriye kalan herşey mutluluk için bir araçtır. Mutluluk insan istedikten sonra her yerde karşısına çıkar, bu bazen otobüste gördüğünüz ufak bir bebek olur, bazen yüzünüze doğru esen hafif, ılık bir rüzgar, bazen de annenin "hadi sofraya yemek hazır" demesi. Yeter ki şu sonsuz istekleri dizginleyip, öğrenmemiz gereken en önemli şeyi ; mutlu olmayı öğrenelim ..
    Furkan Abir

    PALYAÇO - TURGUT UYAR


    i.

    kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
    kaç kilo çekerdi yalnızlık
    kaç kere ezildim altında
    yaz yağmurlarının

    belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
    her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
    hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

    kim sevmezdi çiçekleri filan
    ”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi

    bunu palyaço söyledi,
    palyaço söyledi ben yazdım
    yazdım, yazmasam ağlayacaktım

    herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
    sırf bu yüzden mi ağladım
    alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

    biraz birazdım her şeyden
    dün biraz sinirlenmiştim mesela
    yarın bir kadını seveceğim biraz
    biraz biraz kör oldum bügünlerde

    ama rakı kadehlerini boşaltmayın
    eksilmesin hiçbir şey
    hiçbir şeyden dahi olsa
    kalsın biraz

    ii.

    umursamıyorum yılgınlığımı filan
    çünkü sessizce yaşanmalı her şey
    bir devrim sesszce olmalı mesela
    ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

    bir palyaço neden yalan söylesin ki
    ben palyaço olsaydım söylemezdim
    marangoz olsaydım da söylemezdim
    ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

    hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
    kaç kilo çeker ki bir palyaço
    hem neden yüzüme vuruyorsunuz
    bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

    gocunmam ki ben, ben gocunmam
    bir palyaço ne kara gocunmazsa
    o kadar, o kadar gocunmam işte

    rakı doldurun! eksilmesin

    iii.

    bitmedi, yazacağım daha
    yazmazsam ağlayacağım çünkü
    alçakça olacak biraz

    hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
    her sokakta biraz daha eksilirdik
    bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
    bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
    ”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
    sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
    sokaklar daha bir puslu
    palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
    ve ben daha bir alçak olurdum
    ağlardım biraz

    hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
    hatta kuyruğuma basma diyorum
    acıyor, tırmalarım,-
    diyorum

    kahrol, kahrol!
    diyorum

    iv.

    geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
    korktum birden, kusacak gibi oldum
    ”olur öyle” dedi palyaço,
    ”herkes alçaktır biraz”
    ”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
    ben bazen bağırırım biraz

    ”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
    ben bazen eksilirim biraz
    aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
    bunu sonradan öğrendim

    ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
    herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
    bunu da sonradan öğrendim

    örneğin;

    geçen gün bir kadınla seviştim
    biraz değil çok seviştim

    ya işte öyle palyaço
    diyorum ki,
    bunu da yeni öğrendim
    sevişmek de eksilmekmiş biraz

    v.

    kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
    ”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
    dedi
    bunu palyaço söyledi
    palyaço söyledi, ben yazdım
    yazmasam, alçak olacaktım
    hem ben roman da yazdım biraz

    bazen diyorum ki, palyaço,
    sen olmasan ben ne yaparım
    alçakça eksilirim belki biraz
    her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
    hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
    ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

    biraz biraz anlıyorum ki,
    yüzler eller, o terli vücutlar filan
    her şey plastikmiş biraz

    vi.

    haydi sirtaki yapalım palyaço
    rakı doldur, yine eksildik biraz

    Turgut UYAR

    6 Nisan 2013 Cumartesi

    EN İYİ 75 YABANCI FİLM

    1. 3 Idiots
    2. 12 Angry Men
    3. 50 First Dates
    4. A Beautiful Mind
    5. A Nightmare On Elm Street
    6. Ali G Indahouse
    7. Angel and Demons
    8. Apocalypto
    9. Apocalypse Now
    10. Back to the Future
    11. Batman
    12. Black Swan
    13. Blade (I-II-III)
    14. Bravehearth
    15. Blood Diamond
    16. Butterfly Effect
    17. Casablanca
    18. City of God
    19. Clash of the Titans
    20. Curious Case Of Benjamin Button
    21. Da Vinci Code
    22. Dark Knigh (Rises)
    23. Dictator
    24. Eternal Sunshine of the Spotless Mind
    25. Enemy at the Gates
    26. Expendables (I-II)
    27. Fight Club
    28. Forrest Gump
    29. Full Metal Jacket
    30. Green Mile
    31. Godfather (I-II-III)
    32. Hotel Rwanda
    33. Hostel (I-II-III)
    34. I Am Legend
    35. Ice Age (I-II-III-IV)
    36. Illusionist
    37. In Time
    38. Inception
    39. Intouchables
    40. Jaws
    41. Jurassic Park (I-II-III)
    42. Life is Beautiful
    43. Lord of the Rings (I-II-III)
    44. Machinist
    45. Man in Black (I-II-III)
    46. Mask
    47. Matrix (I-II-III)
    48. Memento
    49. Million Dolar Baby
    50. Pianist
    51. Pirates of Carabian (I-II-III-IV)
    52. Prestige
    53. PS: I Love You
    54. Psycho
    55. Pursuit of Happyness
    56. RED
    57. Requiem for a Dream
    58. Reservior Dogs
    59. Saving Private Ryan
    60. Scarface
    61. Shawshank Redemption
    62. Shinder’s List
    63. Silance of the Lambs
    64. Sin City
    65. Sixth Sense
    66. Slumdog Millionaire
    67. Star Wars (I-II-III-IV-V-VI)
    68. Transformers (I-II-III)
    69. Truman Show
    70. Titanic
    71. Undisputed (II-III)**
    72. V for Vandetta
    73. Wanted
    74. Wrath of the Titans
    75. Yes Man
    Not; Sıralama anlaşılacağı üzere harf sırasına göredir. Ayrıca Birçok filmin başında “The” öneki vardı ancak ben sıralamada kolaylık olması için bunları kaldırdım.
    **; Undisputed (Yenilmez) serisinde ikinci ve üçüncü film birbiriyle bağlantılı ve izlenmesi gerekenlerdendir. Ancak ilk film ikincü ve üçüncü fimden bağımsız olduğu için sadece ikinci ve üçüncü filmi önerdim.

    Tavsiye Eden;  Aydoğan Aykanat


    5 Nisan 2013 Cuma

    VATAN HAİNİ - NAZIM HİKMET RAN

    VATAN HAİNİ
     
      "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
    Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
    Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
    bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
    66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
    Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
    "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
               hainiyim, ben vatan hainiyim.
    Vatan çiftliklerinizse,
    kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
    vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
    vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
    fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
    vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
    vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
    ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
    vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
    vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                                ben vatan hainiyim.
    Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
     
     
                                                                                  NAZIM HİKMET    28.7.1962