26 Kasım 2015 Perşembe

KNUT ØDEGÅRD İSKANDİNAVYA EDEBİYATININ RAGNAR LODBROK'U MUDUR? / FATİH BALCIOĞLU

Norveçli şair Knut Ødegård'ın İrlanda'da basılan kitabındaki şiirlerinden alınmış bir seçki, Yeryüzü İşaretleri adıyla Mart 2015'te Komşu Yayınevi'nden çıktı. Knut Ødegård'ın şiiri hakkındaki tespitlerime geçmeden önce İskandinavya'nın yetiştirdiği -belki de- en büyük kahramandan bahsetmek istiyorum: Ragnar Lodbrok. Kendiyle ilgili bir saga olan Ragnar, çok tanınan bir Viking kahramanıdır. Başarılı bir komutan olan Ragnar, Fransa ve İngiltere içlerine başarılı askeri seferler düzenlemiştir. Danimarka tahtına çıkmak için mücadele ederek başarılı olmuş, hem Danimarka hem de İsveç kralı olmuştur. Odin'den geldiğini öne sürmüş, ünlü kadın savaşçılar Lagertha ve Aslaug ile evlenmiştir. Sagalarda, oğulları başarılı savaşçılar İvar ve Björn'ün şöhreti gerisinde kalacağı korkusunun olduğu yazılır. Özellikle Fransa'da nehirleri kullanarak çok geniş çaplı bir bölgeyi yağmalamayı başarmıştır. Çok hareketli olduğundan güçlü Frank süvarisinin istediği meydan muharebelerinden kaçınmış, beklenmedik cesur seferlere girişmiştir. 9. yüzyılda çok sayıda muharebeden galip çıktıktan sonra İngiltere'de kral Ælla'ya esir düşmüş ve aşağılayıcı bir şekilde yılanların olduğu bir çukura atılarak öldürülmüştür. Hayatına dair anlatılan çok sayıda efsane, birbirinden çok farklı ayrıntılara sahiptir. Fransız kaynaklarına göre ise Ragnar'ın Fransa seferinden hemen sonra öldüğü aktarılmaktadır. Bölgeye yerleşen Vikingler'e Kuzeyliler anlamında Nordmenn, Northmen, Norsemen denecektir. Tarihteki Normanlar buradan gelmektedir, yerleştikleri bölgeye de Normandiya denilmiştir. Ragnar, kelimenin tam anlamıyla bir kurtarıcıdır. İskandinavya'nın birleşmesinin, toplumun içe dönük yapısının dış etkilere açılmasının ve zenginleşmesinin baş mimarıdır. Bu noktada Knut Ødegård'ı da, Batı edebiyatının yasa koyucu kişilerine, bir şeyleri değiştirmek zorunda bırakan kişi olarak görüyorum. Batı edebiyatının neden yıllarca Knut Hamsun, Henrik Ibsen, Selma Lagerlöf ve Tomas Gösta Tranströmer çizgisindeki İskandinav yazarlara sempati duyduğunu, bunun dışındakilere neden yüz çevirdiğini bu yazıyla açıklayacağım.

İlk bölümde sıkça İskandinavya vurgusu dikkatinizi çekmiştir. Bunu açıklamakla başlamalıyım. Ben, bir ülkenin öz kimliğinin, bulunduğu coğrafyadaki diğer kimliklerden belirgin çizgilerle ayrıldığı düşüncesindeyim. Buna örneklemek gerekirse; bizim edebiyatımız, komşumuz olan Yunanistan, İran, Suriye ve Ermenistan edebiyatlarından çok farklıdır. Ancak bu duruma istisna olarak İskandinavya edebiyatını görüyorum, kısmen de Güney Amerika edebiyatını. Buradan coğrafi olayları ve meterolojiyi devre dışı bıraktığım anlaşılmasın. Aksine kimliğin birebir içindedir. Sisin, İngiltere edebiyatının tarihi için ne kadar önemli olduğu ortada. Üzerinde ısrarla durduğum şey, kimlik sorunudur. Yüzyıllarca birbirleri dışında kimseyle etkileşime girmemiş, aynı havadan beslenen, aynı denizin suyunda yüzlerini yıkamış ve aynı yemekleri yiyen İskandinavya toplumunun ayrıştırılmaması gerektiği düşüncesindeyim.

Yeryüzü İşaretleri, 16 şiirden oluşuyor. Kitap, çevirmeni Erkut Tokman'ın önsözüyle başlıyor. Erkut Tokman, önsözde Norveç şiirine ve Knut Ødegård'a ilişkin tespitlerini bizimle paylaşmış, bu tespitlerin çok yerinde olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Erkut Tokman, Knut Ødegård'a ilişkin tespitlerinden birinde şöyle diyor: ''Knut Ødegård'ın şiirinin temelinde din ve Hristiyanlık olgusu temel bir eksen olarak görülebilir, fakat bu eksen körü körüne bir inanç ve bağlılıktan çok, onu yeniden yorumlama ve yer yer sorgulama biçimindedir.'' Hristiyanlık, kitapta yer alan 16 şiirin temel ekseni şeklinde konumlandırılmış. Kitapta yer alan her şiirde, hristiyanlığa ait bir sembol bulmak mümkün. Kitapta din teması, bilinçaltında saklanan bir gelenek figürü olarak değil, aktif bir şekilde yaşanan her ânın içinde yer alan kimi zaman bir madde, kimi zaman bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır: Küçük Knut merak etti / Tanrı'nın nasıl göründüğünü. / Hayır, dedi büyük Knut / O sadece kendi yarattıklarında / Görülebilir, bütün yeryüzü / Onun ihtişamıyla doludur, / Tamam o zaman, belki de buradaki tarlalar / Tanrı'nın teni, dedi küçük Knut / Peki buradaki hava da Tanrı'nın nefesi mi? (Tanrı'nın Nefesi syf.12) Erkut Tokman'ın da ifade ettiği gibi Ødegård'daki Hristiyanlık, onu yeniden yorumlama ve sorgulama biçimindedir. Bu durum, bana Edward Said'in Kur'ân ve Roman kitabındaki, dinlerin edebiyat ve yazarlar üstündeki tespitlerini hatırlattı. Edward Said, Kur'ân-ı Kerim'in, 'üniter ve tamamlanmış bir metin olarak verildiği'ni vurguluyor ve şöyle diyor: '' [Bundan dolayı] İslam, Dünya'yı ne eksiltilecek ne de arttırılacak bir Dünya olarak görür: Bu nedenle de mesela Binbir Gece Masalları gibi metinler, süslemeci metinlerdir, Dünya'yı tamamlamaz, Dünya üzerinde oynarlar. Müslümanlar, Dünya'nın edebi bir etkinlikle değiştirilmesini düşünmezler bile! İncil ve Tevrat ise tamamlanmamış metindir. [Bu sebeple] Hristiyanlar ve Museviler, Dünya'yı değiştirmeye çalışırlar ve tamamlarlar.'' Edward Said'in dinler üzerindeki okumalarını baz alarak Ødegård'ı, İncil'in üniter bir metin olmamasından dolayı dünyayı tamamlayan kişi olarak konumlandırabiliriz. Sorumluluk alan, değiştirmeye çalışan ve anlatan kişi, karşımıza alışagelmişin dışında çıkıyor: toplumun içinden, onun özünü yansıtan bir birey olarak. Bu durum, Roma İmparatorluğundaki söylev ustalarından çok farklı bir şekildedir. Ødegård, sesini yükseltmiyor. Âdeta fısıldıyor, soruyor. ''Buna böyle bakmayı düşündünüz mü?'' diyor. Bu bağlamda bakıldığında, 20.yy. slogancı Türk şiirine de uzak olduğunu söyleyebiliriz.

İçkiciler ve Deliler şiirindeki Lundli güçlü şiir kişisi, Ødegård'ın karakter yaratmadaki ustalığını gözler önüne seriyor. Lord Raglan, Geleneksel Kahraman Kalıbı adını verdiği kitabında, halk anlatılarını yansıtan eserlerde kahramanların kurmaca olmaları itibari ile temelde birbiriyle birleştiklerini ileri sürer. Lundli şiir kişisi, Lord Raglan'ın kahraman kalıbına birebir uyan özellikler içermekte. Bunları birkaç başlık altında toplamak gerekirse: a) Kahraman bir yere gönderilir: Başkahraman Lundli, Bir gün akşamüstü haç yapmayı bitirip de yavaş yavaş uzaklaştığında, ana cadde boyunca, beyaz çarşaftan elbisesi içinde, sırtına yüklediği haçıyla birlikte şehrin meydanına ilerler. İsa'yı çağrıştıran güçlü betimlemelerle Lundli, karşımıza Modern İsa olarak çıkmaktadır. b) Kahramanın çocukluğu hakkında bir şey anlatılmaz: Lundli'nin çocukluğuna dair bir bilgiyle karşılaşmayız. c) Kahraman; bir kral, dev ya da yırtıcı hayvana karşı zafer kazanır: Ødegård, dev olarak Lundli'nin karşısına otoriteyi temsil eden polis, esnaf, rahip vb. gibi karakterler çıkarır. Lundli, halkı arkasına alarak otoriteye karşı gelir. Devasa haçın altında bir alay kurulur. Şair, tarafsız değildir. Bu alaya gül yortusu alayı demekten kendini geri alamaz. Toplum tarafından dışlanmış kişileri vurgular. Deliler, eşcinseller, sarhoşlar gibi kişiler, şiir kişisi Lundli'nin ana yardımcı tipleridir. Otoriteyi temsil eden kişiler sıfatlarıyla şiirde yer bulurken, toplum tarafından dışlanmış kişiler, isimleriyle birlikte vardırlar: Kalaycı yaşlı Hansen, Gay Jens, İçkiciler Konrad ve Adolf. Ødegård'ın mesajı açıktır: dışlanmış bu kişiler, rütbelerinden bağımsız bir şekilde yaşam sürerler ve güçlerini kişiliklerine borçludurlar. Otoriteyi temsil eden kişiler ise güçlerini sadece rütbelerinden alırlar, bunu bir gün kaybederler ve kişilikleri yoktur. Kitaptaki bir diğer güçlü şiir kişisi, Dükkânda Çalışan Kadınlar şiirindeki Lisbeth karakteridir. Lisbeth, şiirin isminden de anlaşılacağı gibi saatçi dükkânında çalışan bir kadındır. Ødegård'ın lirizmle kaynaşmış merhamet duygusu, bu şiirde belirgin olarak karşımıza çıkıyor: ''...Her şey burada diye düşünür, / Dükkânda çalışan, Lisbeth: Varolan her şeyin / burada olduğunu... '' (syf.21)  Yine, Dükkânda Çalışan Kadınlar şiirinde Ødegård, kendini kurguya sokuyor. Okuyucuya bir şiirde olduklarını, bu şiirde hayallerine yön veren kişinin kendisi olduğunu ısrarla vurguluyor. Daha açık olmak için, şiirin bazı bölümleriyle destekleyelim: ...Bu kadını ben icat ettim / ...şimdi usulca hafiften kar yağmaya başlıyor bu şiire / ...Ben bir başka kadını daha icat ettiğimde''

Uzaklara Giden şiirinde sinematografik anlatının izlerine rastlanır. Bu şiir, akla Andrey Tarkovski'nin sinema tarihine damgasını vuran Stalker filmini hatırlatır. Stalker filminde, o güne kadar görülmemiş uzun boşluklar ve izleyicide çokanlamlılık yaratan figürler kullanılmış, izleyiciyi filme sokan, akışa müdahale ettiren bir teknikle, başarı elde edilmiştir. Ødegård, uzun bir anlatımı minimum düzeye kadar kısaltmış -8 satır-, boşluklar bırakarak okuyanın hayal dünyasına müdahale etmemiştir. Büyükbaba Hol karakterinin kim olduğu, nereye gittiği, neden gittiği tamamen okuyucuya bırakılmıştır: Büyükbaba Hol tepeden aşağıya yürür / Molde mezarlığına doğru / Kulede saatin çınlaması duyulur. / Güneş onun siyah ipek bantlı / açık renkli şapkasında konaklar / Alımlı bastonunu sallar! / Güneşle birlikte aheste aheste gider uzaklara / Ve kaybolur yeryüzünün altında. (syf.20) Ødegård, Güç isimli şiirinde Tanrı'yı konuşturarak doğaya farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor. Doğuran ve korumacı olan Tanrı, sahibi olduğu doğanın mühendisler için bir oyuncak olmasından isyan ediyor. Ødegård, modern dünyanın en büyük sorunlarından biri karşısında sessiz kalmıyor: ...Ben diyor, bazen kadın olan Tanrı, ben yarattım / Rüzgârı da, denizi de, insanoğlunu da, ve hayvanları / Sularda, havada ve toprakta / fakat ben yaratmadım dönüp duran ve kuşların / gırtlaklarını kesip geçerek havayı süpüren çılgın bıçakları (syf.32)

Knut Ødegård'ın söyleyişi, öyküleyici ve anlatımcı yapıdadır. Günümüz Norveç şiirine baktığımızda öyküleyici anlatımın Norveçli şairlerce çok sık kullanıldığını görmekteyiz. Yasakmeyve dergisinin 66. sayısında yayımlanan ''Dünyada Şiir Ne Yapıyor?'' dosyasında Norveç şiiri ele alınmıştı. Norveçli şairlerden Rønnaug Kleiva, günümüz Norveç şiiri hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmişti: ''Günümüz Norveç şiiri geniş bir çeşitliliğe sahip ve bu şiirin çok farklı örneklerini bulmak mümkün. Gerçekliği kullanan bu şiir; daha çok otobiyografik unsurları kullanan, anlatımcı ve belgeselci bir tutum sergiliyor ve biçim olarak da genellikle dışa dönük.'' Bu özellikleri diğer İskandinav edebiyatları -İsveç, Danimarka, Finlandiya- için de sıralamamız yanlış olmayacaktır. Rønnaug Kleiva'nın Norveç şiirine dair ifade ettiği tüm özellikleri Knut Ødegård şiirinde görebiliriz. Ødegård'ın gerçeği kullanmanın yanında gerçeğin içinden geldiğini söyleyebiliriz. Otobiyografik unsurlar baskındır. Diğer deyişle Ødegård şiiri için ''Molde'den dünyaya açılan bir tren'' diyebiliriz.
Batı edebiyatının İskandinavya'ya bakışının Knut Ødegård ile başka kriterlere bağlandığını söylemiştim. Bence bunun en sağlam nedeni, Ødegård'daki güçlü bir gelenek algısından kaynaklanıyor. Voznesensky'nin meşhur ''Gelenek bence şairler için, ninelerinin nineleriyle sevişmeye benzer.'' sözünü alt üst etmiştir. Ødegård'daki gelenek öteki İskandinavya edebiyatının usta kalemlerinden Ibsen, Hamsun ve Tranströmer'dekinden çok farklı, kısmen Lagerlöf'e yakındır. Din olgusu ve gelenek, Batı'nın istediği gibi bir manzara değildir, şiirin ana merkezidir. Kitaplarının 14 dile çevrilmesi, öteki anlamıyla bir ulusun ve bir coğrafyanın kendi öz değerleriyle -olduğu gibi- kabul edilmesi anlamını taşımaktadır.

Kuşkusuz Ragnar Lodbrok, bir ulusun kaderini değiştiren birisiydi. Zamanının şartlarına göre mucizevi işler yapmış, elindeki baltayla ''biz de varız'' demişti. Geçen 1200 yıla yakın bir zamanda, çok şey değişti. Baltalar yerini barışa bıraktı. Barış türkülerle, kalemlerle bas bas bağrıldı. Knut Ødegård, o köklü uygarlığın bir temsilcisi olarak, bütünlüklü ve sağlam yapıdaki Yeryüzü İşaretleri isimli kitabıyla karşımızda. Söylemeden edemeyeceğim; popüler kültüre etkisi söz konusu olunca, bilgisayar oyunu Civilization IV Beyond the Sword ve Warlords eklentilerinde Ragnar, Viking uygarlığının kralıdır. Ødegård, 50 yıl sonra Viking şiirinin kralı olur mu dersiniz? Bence kartımızı ona oynamaya değer.

Fatih BALCIOĞLU

Fatih Balcıoğlu'nun Varlık dergisinin Ekim sayısındaki yazısından alıntıdır...

Dublinliler: Gündelik Hayatın Anatomisi



Modernlik bir alışkanlıklar zamanıdır. Alışkanlık derken, bilinç altında yer alan birtakım güdülerle şekillenen davranışlardan söz etmiyoruz. İnsan hayatına ve topluma şeklini veren faaliyetlerden bahsediyoruz. Bu anlamıyla alışkanlık her zaman sahnede olmuştur. Böyle olmasa gündelik hayat tamamen durur, kurumlar çözülüp dağılır ve toplumsal yapılardan söz etmek imkansız hale gelir. Her devirde toplumun temelinde alışkanlıklar vardır, ama modern toplum temelden binaya, tepeden tırnağa alışkanlıklarla örülüdür. Modernlikle birlikte alışkanlık toplumsal hayatın en önemli parçası haline gelmiştir.

Bunda hızlı sanayileşmenin büyük bir rolü vardır. Sanayileşme ile birlikte insan hayatı yeniden tanımlanır olmuştur: Mekanik bir yaşam biçimi, gitgide artan bürokratik engeller ve yükselen bir eğilim olarak sosyal mühendislik. Bunların hepsi yeni toplumsal düzenin alameti farikalarıdır. Kişilerin gündelik hayatını tanzim eden, alışkanlıklarını belirleyen ve yaşamın derinliğini yok ederek onu düz bir satha indirgeyen de bunlar olmuştur.

Modernlikle birlikte, devlet ve kurumları, modern insanı ancak kitleler halinde algılayacak, ona dair fikrini istatistikler üzerinden edinecektir. W. H. Auden’in meşhur şiiri “Meçhul Vatandaş”ta söylediği gibi, insan modernliğini rutin hayatı üzerinden tesis edecek, arada bir arkadaşlarıyla içki içecek, her gün bir gazete alacak, bir birey olarak kimliğini taksitle aldığı eşyalar üzerinden kuracaktır: “Modern birinin ihtiyacı olan her şeye sahipti aslında, /Bir gramofon, bir radyo, bir buzdolabı, bir de araba.”

Modern insan anonimdir. Sıradandır. Gündelik hayatın gitgelleri içinde sıkışmıştır. Her gün aynı yerlerden geçerek işine gider, aynı toplu taşıtları kullanarak evine döner, aynı yerde oturarak gazetesini okur ve bunları yapan başka insanlarla birlikte sokakları doldurur. Zevkleri ve seçimleri onlardan farklı değildir. Ama onun bu aynılığı kırmak için düşünebildiği yegane şey, kişisel seçimleri aracılığıyla kendini diğerlerinden ayırmaya çalışmaktır. İronik olan şudur ki, bu seçimler de yeni alışkanlıklar yaratacak ve benzer bir tekdüzeliği getirecektir.

Modernlikle birlikte gelen tekdüze yaşantıdan kaçmanın imkansızlığı ve bunun farkına varmanın yarattığı düş kırıklığı, Dublinliler’in önemli temalarıdır. James Joyce, 1905 ile 1914 arasında yazdığı bu öykülerde, çocukluktan yaşlılığa (ve hatta ölüme) doğru açılan bir yelpaze içinde bir grup karakterin hikayesini anlatır. Yüzyılın başında Dublin’de yaşayan ve gündelik hayatın içinde hapsolmuş bu karakterleri belirleyen hep aynı çaresizlik, umutsuzluk ve paralize olma halidir.

Bu meseleler ilk bakışta Joyce’a özgü gibi görünseler de döneme özgü konular olarak karşımıza çıkacaklardır. Biteviye hayatları içinde sıkışmış kişiler de aynı nedenle modernist edebiyatın alameti farikalarından biridir. Çehov’un Vanya Dayı’sına adını veren karakter, artık geçerliliği kalmamış ve yavaş yavaş dağılmakta olan bir düzenin bekçisi olmuştur ve bir türlü yerinden ayrılamaz. Üç Kızkardeş’in kadın karakterleri bir gün mutlaka Moskova’ya dönecekleri hayaliyle yaşar ama bunu başaramazlar. Kafka’nın Georg Bendemann’ı ya da Jozef K.’sı başlarına hangi acayiplik gelirse gelsin, gündelik hayatlarının akışını bozmaz ve alışkanlıklarını sürdürürlerse güvende olacaklarını düşünürler. Böceğe dönüştüğünü fark ettiği sabah bile Gregor Samsa’nın ilk aklına gelen ceketini giyip işe gitmek olur. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i de başka bir alışkanlıklar hikayesidir. Bütün roman tek bir günde geçer ve neredeyse koca bir hayatın özeti sayılabilir.

Gündelik hayat, tekrarlar, alışkanlıklar… Hangi modernist romana ya da öykü kitabına elinizi atarsanız atın, bu temalardan bir parça bulursunuz. Joyce’un Dublinliler’deki karakterleri de bundan nasibini almıştır.

Gündelik hayatın mekanik tıkırtılarını bu hikayelerde duyabiliriz. Dublinliler’deki karakterlerin yaşantılarını belirleyen ve onları içinden çıkamadıkları bir döngüye sokan da budur. Öykülerde bu yorucu tekdüzeliğin yalnızca yetişkinleri değil çocukları da bunalttığını görürüz. “Bir Karşılaşma” adlı öykünün genç karakteri, okuldan kaçıp hayatının gündelik rutinini kırar. Ama alışkanlıktan çıkmak demek tehlike ile karşılaşmak anlamına gelir. O da kendini boş bir arazide garip bir adamın rahatsız edici düşüncelerini dinlerken bulur. Kendi sıkıntısından kaçmış ama bir yetişkinin çok daha sıkıntılı dünyası içinde kalakalmıştır.

Joyce’un hikayelerinde, gündelik hayatın biteviye döngüsü her zaman kayıp ve yalnızlık hissi ile birlikte izlenir. “Araby” adlı öykünün çocuk karakteri, sevdiği kıza bir hediye almak için panayıra gitmek ister. Ama amcasından zamanında izin ve para alamadığı için geç kalır. O vardığında panayır toplanmaktadır. Amca işgününü bir türlü tamamlayamamış ve kendi rutininden çıkamamıştır. Çocuğun düş kırıklığı bütün öyküye siner, telafi edilemeyecek bir kayıp hissi yaratır. “Eveline” adlı hikayeye adını veren genç kadın, sevgilisi ile birlikte dünyanın öbür ucuna gitmek yerine gündelik ve tanıdık olanın içinde kalmayı yeğler. Ona seçme hakkı sunulduğunda bildiği şeyi tercih eder. Halbuki babasının evindeki hayatı şiddet, acı ve pişmanlıklarla doludur. Eveline, son anda sevgilisinin elini bırakır ve Arjantin’e giden gemiye binmekten vazgeçer. Sevgilisi denize açılır. Eveline karada kalır. Zaten Dublinliler’de herkes bulunduğu yerde kalır. Kimse çemberinden kurtulamaz, acılarını geride bırakamaz.

“Suretler” adlı öykünün başkişisi olan katip Farrington, iş hayatının en korkunç yüzünü gösterir bize. Farrington’un bütün görevi, çalıştığı avukatlık bürosundaki resmi yazışmaları temize çekmektir. Onun için sabahtan akşama kadar birtakım mektupları kopyalar durur. Hiçbir yaratıcılık, incelik ya da zeka gerektirmeyen sıradan ve mekanik bir iştir bu. Öyküyü okuyunca anlarız ki, Farrington’un dinmek bilmeyen öfkesi, alkol bağımlılığı ve şiddet eğilimi bu işle yakından ilgilidir. Şu anda fotokopi makinalarının hallettiği işi her gün yapmak zorunda bırakılan bir adamın akıl sağlığını ve kendisine olan saygısını koruması beklenebilir mi? Farrington da kendi değerine dair inancını kaybetmiştir. Yoksuldur, vasıfsızdır ve kendi seçtiği bir işi yapmak özgürlüğüne sahip değildir. Fark edilmek, dikkate alınmak, insan yerine konmak ister. “Suretler,” güne bu arzu ile başlayan karakterin her denemesinde bir kez daha yenilişini hikaye eder.

Farrington’un hikayesini okuduğumuzda, aynı günü yeniden ve yeniden yaşamak zorunda kalan karakterin felaketini anladığımızı düşünürüz. Sanırız ki bundan daha kötüsü olamaz. Bunun böyle olmadığını, “Acıklı bir Olay” adlı hikayeye geldiğimizde anlarız. Bu öykünün baş kişisi olan James Duffy ile tanıştığımızda gündelik hayatın içine sıkışmış fakat ona hükmetmek isteyen modern insanın trajedisini bambaşka bir yerden görürüz.

Modern insan, Albert Camus’nun işaret ettiği gibi, en iyi ifadesini Sisifos’un hikayesinde bulur. Sisifos Söyleni’nde (1942), bu hikayenin yıldırıcı bir tekrara dayalı olduğunu hatırlatır: “Tanrılar Sisifos’u bir kayayı bir tepeye çıkarmaya mahkum etmişlerdir. Sisifos her gün kayayı tepeye çıkarır ve sonra da onun geriye yuvarlanışını izler…”

O zaman Sisifos neden kayayı yukarı itip durur? Sadece tanrılar ona böyle bir ceza verdikleri için mi? Daha önce isyan etmesine rağmen, şimdi neden tanrıların isteğine karşı çıkmaz? Camus der ki, Sisifos kaderinin kendi elinde olduğunu düşünmekten hoşlanır. Kayayı iterken de bunu hayal eder. “Onun için kayası önemli bir şeydir,” der Camus, “Kendi günlerinin efendisi olduğuna inanır.”

Bana kalırsa Sisifos kayayı alışkanlıktan iter. Ama bu alışkanlıkta bir kibir, bir başkaldırı, bir itiraz vardır. Ölümlü olmasına rağmen dünyadaki varlığını sürekli kılmak isteyen birinin itirazı ve kibridir bu. Sisifos gibimodern insan da dünyaya yerleşmek, ona anlam atfetmek ve onu kendinin kılmak ister. O zaman kayasına bağlanmasında şaşılacak şey yoktur. Kaya anlamın ta kendisidir çünkü. Sisifos kayayı her gün tepeye doğru iterek dünyadaki varlığını teyit etmektedir.

Modern insanın en iyi günlük rutini içinde anlatılabilir olduğunu söylemiştik. Duffy’ye geri gelirsek, onun da böyle bir rutin içinde yaşadığını söylememiz gerekir. Her gün aynı tramvaya binerek işine gider, aynı saatte işten çıkar, aynı lokantada yemek yer ve yemek yerken hep aynı gazeteyi okur. Duffy bir ritüeller adamıdır ve bu alışkanlıklarını ciddiye alır.

“Yıllardır Baggot sokağında özel bir bankanın kasadarı olarak çalışıyordu. Her sabah Chapelizod’dan buraya tramvayla gelirdi. Öğleyin yemek yemeye Dan Burke’ün dükkanına giderdi – bir şişe bira yanında küçük bir tabak ararotlu bisküvi yerdi. Saat dörtte serbest kalırdı. Akşam yemeğini George sokağında bir yerde yiyordu, çünkü burada kendini Dublin’in yaldızlı gençliğinden uzak buluyordu ve gelen hesap da belli bir dürüstlükle yapılmış oluyordu. Akşamları ise, ya ev sahibesinin piyanosunun başında ya da şehrin dışında yürüyerek geçirirdi.”

Duffy, hiç aksatmadığı alışkanlıkları ve şaşmaz düzeniyle, dünyanın içinde kendine bir kovuk yaratmıştır. Camus, Sisifos’u mutlu bir adam olarak hayal etmemiz gerektiğini söyler. Sisifos her gün kayasını yukarı iterken ona inanır. Kendi lanetinde hayatın anlamını bulur. Aynı sebeple, Duffy’nin de mutlu bir adam olduğunu düşünmemiz gerekir. Öykünün mesafeli anlatıcısı, kahramanın hayat hikayesini “macerasız ve heyecansız” bulur, ama yine de onun kendinden memnun biri olduğunu düşünmemize izin verir. JamesDuffy’nın hayatı bir insanın yakınlığından ve ruhani derinlikten yoksundur belki. Fakat bundan şikayetçi görünmez.

Duffy’nin eğitimli bir adam olduğuna hiç şüphe yoktur. Ruhani derinlikten yoksun derken, elbette onun eğitimsiz olduğunu kast etmedik. Hatta düpedüz entelektüel biridir. Düzenli bir şekilde okur, felsefi meselelere kafa yorar ve dünyada olan bitenle ilgilenir. Ama kitaplarla ilişkisi daha çok teorik bir seviyede kalır. Onları hayatının bir parçası haline getirmekte başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Hikayenin başında bir yerlerde, kitaplığının bir kısmını gösterir Joyce bize: “Beyaz tahta raflardaki kitaplar aşağıdan yukarıya doğru boy sırasına göre dizilmişlerdi. En alt rafın ucunda Wordsworth’ün bütün eserleri, en üst rafın ucunda da bir defterin bez kapağı içinde Maynoot Catechism vardı.” İlk bakışta, Duffy’nin düzgün bir şekilde tanzim edilmiş hayatı bu iki kitabın temsil ettiği fikirler arasına yerleşmiş gibi görünür: Çocukken iyi bir Katolik olarak yetişmek üzere aldığı dini eğitim ile Wordsworth hayranlığı ile dile gelen romantik ve hatta ruhani bir eğilim.

Ancak bence bu etkilerin her ikisi de yanıltıcıdır. Çünkü hikaye açıldıkça anlarız ki, Duffy Hristiyan inancını çoktan terk ettiği gibi, Wordsworth’un etki alanından da çoktan çıkmıştır. Çünkü şairin doğaya dönük yaşantısından da, ruhani derinliğinden de, insanın kendi ötesinde olan her şeye hayal gücü vasıtasıyla bağlanabileceği inancından da pek nasibini almamıştır. Duffy her ne kadar kendini şehrin merkezinden uzak tutsa da kentli alışkanlıkları olan biridir. Neredeyse dini bir ritüeli andıran tekrarlardan oluşan hayatı, Wordsworth’un mistik dünya görüşünü de, bir rahibin sade hayatını da sadece biçimsel olarak andırır. İçerik olaraksa, dünyeviliğin ötesinde bir derinlikten yoksundur.

Duffy’nin hayatına kimseyi sokmaması ve etrafındakilerle duygusal bir alışverişe girmemesi de, birçok eleştirmenin işaret ettiği gibi, onun kendi bedeninden ve cinselliğinden uzaklaşmış olduğunu gösterir. Bu da bir keşiş ya da bir münzevi gibi yaşadığının işareti olarak alınabilir. Ancak, bu durum bedeninden uzaklaştığının işareti olduğu kadar, ruhsal olandan da koptuğunu gösterir. Duffy, insanoğlunun kendi benliğinin sınırlarını aşacağına dair bir umut taşımaz. Bunun en azından kendisi için mümkün olmadığını düşünür.

Başka birinin varlığına açık olmamak demek, dünyayla gerçek bir temastan kaçınmak anlamına gelir. Duffy ne zaman başkalarıyla ilişki kurmak zorunda kalsa, bunu görev duygusundan ya da başka türlüsü sosyal olarak mümkün olmadığı için yapar:

“Ne dostu ne arkadaşı, ne kilisesi ne imanı vardı. Manevi hayatını kimseyle paylaşmadan yaşar, akrabalarını Noel’de ziyaret eder ve öldükleri zaman mezarlığa kadar onlara eşlik ederdi. Eski zaman gururu adına bu toplumsal ödevleri yerine getiriyordu, ama yurttaşlık hayatını düzenleyen göreneklere bunun ötesinde taviz vermiyordu.”

Toplumsal hayattan kendini soyutlamış ve iç dünyasına kapanmış bir karakter görürüz burada. O zaman, kimi eleştirmenlerin iddia ettiği gibi, Duffy’nin bir keşiş ya da rahip gibi yaşadığını söyleyebilir miyiz? Bir yere kadar evet. Duffy bir rahiptir belki. Ama tanrının terk ettiği bir dünyanın rahibidir. Öykünün ikinci bölümünde okuduğunu gördüğümüz Nietzsche de aynı istikamete işaret edecektir. Duffy’nin hayatı dua eder gibi tekrarladığı alışkanlıklardan oluşmuştur ama bütün bu ritüeller nihai amacını kaybetmiştir. Onun yaşantısının, kendi varlığını teyit etmekten başka hiçbir anlamı yoktur.

Duffy, bir yandan büyüsünü yitirmiş ve tamamen dünyevileşmiş bir toplumsal hayatın resmini çizerken, öte yandan da kutsallaştırılmış bir bireyselliği temsil eder. Kişisel hayatı onun mabedidir. O kadar kutsaldır ki, oraya kimseyi sokmamakta direnir. Duffy’i izledikçe anlarız ki, modernlikle birlikte dinin ve inançların yerini kişisel alışkanlıklar almıştır. Bireyin bilinmez, şaşırtıcı ve beklenmedik olanla mücadelesi artık din ve iman üzerinden değil, gündelik hayatın rahatlatıcı ritüelleri vasıtasıyla yürütülmektedir. Dünya hala karanlık ve yabancı bir yerdir. Ama onunla baş etme araçları modernlikle birlikte tamamen değişmiştir.

Walter Benjamin “Baudelaire’de Kimi Motiflere Dair” (1939) adlı yazısında, modernliğin hep bir sarsıntı ve şok etkisi ile tanımlandığını söyler. Tarihte bu geçiş, bireyin hayatını alt üst eden ve algısını bozan bir şey olarak tecrübe edilir. Ancak bu şoku dengeleyecek olan da yine ritüeller, yani “uyaranlardan korunmayı sağlayan bir durum, alışkanlıklara dayalı bir tepki”dir. Modern birey kendini alışkanlıklar aracılığı ile dünyaya bağlamak ister. Bunun vasıtasıyla hayatını güvence altına aldığı hissini yaratmaya çalışır. Benjamin’e göre, şok ve alışkanlık arasındaki bu gitgeller, yalnızca felsefi bir hakikat değil, aynı zamanda tarihsel ve özellikle de modernliğe özgü bir gerçekliktir.

James Duffy de alışkanlıklara sığınır. Bunun sebeplerinden ilki, kendi hayatının kurallarını koymak zorunda kalmış olmasıdır. Pek sevdiği Nietzsche’nin de söylediği gibi, Tanrı ölmüştür. Oyun bozulmuş, büyü gitmiştir. O zaman birinin yeni kurallar koyması ve onları uygulaması gerekecektir. Birisi altımızdan zemini çekmiş ve bizi belirsizlikle karşı karşıya bırakmıştır. Duffy bu belirsizliğe son vermek ister. Kendi zeminini kendi elleriyle kurmak ister. Onun alışkanlık ve tekrarlardan oluşan dünyası bu zeminin bir numaralı teminatıdır.

Bir başka neden ise, Duffy’nin korkunç bir hızla ilerleyen modern dünyaya kendi hızıyla karşılık vermek istemesidir. Modern hayatın getirdiği uyaranlar çeşitli ve sınırsızdır. Oysa Duffy’nin zihni bütün bu uyaranlara karşılık verecek kadar kıvrak ve çevik değildir. O geçiş dönemine rast gelmiş bir adamdır. Büyük kentin sunduğu sonsuz uyaranlara, reklamlara, ışıklı panolara, yeni modern hayata tepki vermekte zorlanır. Bu konuda isteği de yoktur aslında. Onun için, kendi küçük kovuğunu yaratmıştır. Modern hayatın sanat, edebiyat ve müzikle ilgili kimi nimetlerinden faydalanmakla birlikte, onun içinde değil kıyısında bir yerde yaşamayı tercih eder.

Duffy’nin seçimleri, kendisi için rahatsız edici ve korkutucu bir yer haline gelmiş dünyayı küçültmek ve daraltmaktan yanadır. Dünyayı evi haline getirmek ister. Çünkü o zaman onu kontrol edebilecektir. Hayatını her zaman derli toplu tuttuğu kütüphanesi gibi düzenlemeye çalışır. Alışkanlıklarını hiç aksatmadan tekrar eder, günlük hayatının ritmini bozmaz. Duffy’nin sırrı budur. Dünyayı elinin altında olan bildik bir yer olarak tahayyül eder. Bir çorap çekmecesi gibi mesela. Ve her sabah kalktığında, hayatını bir çorap teki gibi o çekmecede hazır ve nazır bulmak ister. Böyle yaşarsa, güvende olacağını düşünür. Böyle devam ederse her şeye hazırlıklı olacağına inanır. Böyle giderse, zamanı ve ölümü alt edebileceği duygusuna kapılır.

James Duffy çok yanılır.

Bayan Sinico hikayeye işte tam bu noktada dahil olur. Duffy’nin hayatındaki entelektüel zevklerin biri de arada bir konserlere gitmektir. Günlük düzeni, arada bir bu faaliyetlerle (“hayatının tek sefahati”) kesintiye uğrar. Bayan Sinico ile de bu konserlerden birinde tanışırlar. Kızıyla birlikte konsere gelen bu orta yaşlı kadın da daha sonra anladığımız gibi mutsuz bir evlilik içindedir ve kendini yalnız hissetmektedir. Bu ikisi o geceki konser hakkında sohbet ederler. Birbirlerinin varlığından hoşlandıkları ortaya çıkar. Düzenli bir şekilde görüşmeye başlarlar. Uzun yürüyüşlere çıkarlar, kitaplara ve müziğe dair konuşurlar. Bayan Sinico, Duffy’de kendi hayatında eksik olan duygusal ve entelektüel yoğunluğu bulur. Duffy ise kendisine hayranlıkla bakan bu kadının karşısında büyüdüğünü hisseder. Ona kitaplar, fikirler, öğütler verir. “Bazen kendi sesini dinlerken yakalıyordu kendini. Kadının gözünde meleksi bir konuma yükseleceğini düşünüyordu.” Ama kendini bırakamaz bir türlü. İçindeki ses ona her zaman temkinli olmasını söyler: “Kendimizi veremeyiz diyordu ses: Biz ancak kendimizin olabiliriz.”

Buradan da anlarız ki, Duffy’nin meselesi yalnızca evli bir kadınla ilişki kurmanın yaratacağı sorunlar değildir. Bu Bayan Sinico’yu korkutabilir belki. Ama Duffy’nin sorunu bundan çok daha büyüktür. Onun gerçek korkusu ahlaki olarak yanlış bir iş yapıyor olmaktan çok, kendi benliğinin başka biri tarafından işgal edilmesidir. Varlığının kapılarını açarsa, bir daha geri dönemeyeceğinden korkar Duffy. Gündelik hayatının ritüelini bozarsa, dünyanın içeri gireceğinden ve koşulların bir daha asla aynı kalmayacağından korkar.

Onun için bir gece Bayan Sinico “onun elini tutkuyla kavrayıp yanağına bastırınca,” bu buluşmaların sonu gelir. Bütün varlığının tehdit altında olduğunu hisseden Duffy, hemen kadınla ilişkisini keser ve eski korunaklı hayatına geri döner. Şok kapıya kadar gelmiş ama başarılı bir şekilde savuşturulmuştur. En azından Duffy böyle olduğunu düşünür. Bundan sonra dünyası hep aynı kalacak ve dışarıdan gelen bir etki ile sarsılmayacaktır: “Babası öldü. Bankanın sermayesi daha az olan ortağı da ayrıldı. O ise her sabah tramvayla şehre gidiyor ve her akşam George sokağında hafif bir şeyler yiyip tatlı yerine de akşam gazetesini okuduktan sonra yürüyerek evine dönüyordu.”

Ancak bu olaydan dört sene sonra, bir akşam tam ağzına “bir lokma mısırlı sığır ile lahana atacakken” gazetede Bayan Sinico’nun ölümüyle ilgili bir haber okur Duffy. Bu habere göre, Bayan Sinico yakınlarda kötü bir alışkanlık edinmiş, geceleri içki içmeye başlamıştır. Bir gece içki almak üzere raylardan geçerken düşmüş ve trenin altında kalmıştır. Duffy bu haberi algılayamaz önce. Sonra çatalını bırakıp aynı paragrafı yeniden ve yeniden okur. İlk şoku biraz atlatır gibi olduktan sonra, gazetenin bu haberi naklederken kullandığı dilden iğrendiğini fark eder: “Basmakalıp laflar, içtenliksiz duygudaşlık edebiyatları, sıradan ve bayağı bir ölümün ayrıntılarını gizlemek için para yedirilmiş bir muhabirin dikkatli sözleri midesini bulandırıyordu.”

Halbuki bu noktaya gelene kadar, Duffy’nin gazetenin dili ile bir sorunu yoktur. Her akşam yemeğinde tatlı niyetine okuduğu gazetesini günlük hayatının ritüelinin en önemli kısımlarından biri olarak algılar. Hatta gazetede kullanılan dilin içinde yaşar. Hikayenin başlarında anlatıcı bize Duffy’nin kendisine dair üçüncü tekil şahıs ile düşünmek gibi “garip bir otobiyografik alışkanlık” içinde olduğunu söylemiştir. Hatta Duffy’nin bütün dünyaya olduğu gibi kendi varlığına da belli bir mesafe ile yaklaştığını eklemiştir. Ancak, bu noktadan sonra Duffy’nin mesafesi darmadağın olmuştur. Artık bu mesafeli anlatımın, üçüncü tekil şahısla tanımlanmış ifadenin içinde kalamaz.

Duffy sonunda beklenmedik olan ile yüz yüze kalmıştır. Hep korktuğu, hep sakındığı, hep ertelemeye çalıştığı o an, sonunda gelip onu bulmuştur. O bu ana hazırlıklı olmak istemiştir halbuki. Bütün hayatı buna hazırlanmakla geçmiştir. Senelerce yürüttüğü o münzevi yaşantısı, bütün o gündelik egzersizler, kendine yeten ve tek başına sonlandırılacak bir hayatın ön çalışması. Bunların onu şoktan koruyacağını düşünmüştür. Oysa hepsi boşa gitmiştir şimdi. Duffy savunmasız bir şekilde yakalanmıştır. Zararsız bir alışkanlık olarak gördüğü gazete okuma seanslarının birinde tanıdığı birinin ölü bedeniyle karşılaşmıştır. Anlaşma bozulmuş, içerisi artık dışarısının bilgisi ile işgal edilmiştir. Duffy bu bilgi ile ne yapacağını bilemez. Önce kadıncağızı suçlamaya ve bunu yaparak olayı kendisinden uzaklaştırmaya kalkar: “Belki de yaşamayı becerecek durumda değildi, amaçlılığın gücünden yoksundu, iptilalara kolayca kapılabiliyordu, uygarlığın üzerine kurulu olduğu enkazlardan biriydi.” Fakat sonra bu olayda kendi payının da olabileceğini düşünerek yeise kapılır.

Öykünün sonunda Duffy’yi, Bayan Sinico ile her zaman gittiği Phoenix Park’ta amaçsızca yürürken buluruz. Kadının varlığını yanında hisseder. Bunu görünce onun Sinico’nun vaat ettiği insani yakınlığı özlediğini anlarız. Suçluluk duyduğunu fark ederiz. Duffy suçluluk duyar çünkü kendisinden istenen şeyi verebilecekken vermemeyi tercih etmiştir. İşte şimdi o da kendi hayatının bilgisinin sığlığı ile karşı karşıyadır.

Final sahnesi, Duffy’nin ani bir aydınlanma ile farkına vardığı yalnızlığını ve hayal kırıklığını okuyucunun da zihnine nakşedecek kadar kuvvetli bir dille yazılmıştır:

“Magazine tepesinin doruğuna varınca durdu, nehir boyunca Dublin’e baktı, soğuk gecede ışıkları kırmızı kırmızı, konukseverce yanıyordu. Yokuştan aşağı bakınca, düzlükte parkın duvarının gölgesinde yerde yatan insan biçimleri gördü. Bu parayla satın alınan kaçak aşklar umutsuzluk salıyordu. Hayatının dik doğruluğunu kemirdi; hayatın şöleninden kovulmuş biri olduğunu hissetti. Tek bir insan onu sever gibi olmuştu ve o da hayatı ve mutluluğu esirgemişti ondan.”

Bu sahneyi okuduktan sonra, Duffy’nin hayatının diğer detayları zihnimizden silinir. Onu artık hep böyle hatırlarız: Magazine tepesinden Dublin’e doğru bakan bir adam. Dublin’in ışıkları pırıl pırıl davetkar bir şekilde parlar. Ama Duffy o ışıkların kendisi için yanmadığını bilir. Denizkızları nasıl Prufrock için asla şarkı söylemeyecekse, Duffy de bir kadının elinden tutmayacak ve onun bedeninin sıcaklığında teselli bulmayacaktır. Hayatın şöleninden kovulmuş biridir o. Duffy’yi böylece bambaşka bir ışık altında görürüz. Benliğinin sınırları aşılmış, o vakte kadar kıskanç bir şekilde koruduğu hayatı kontrol edemediği bir bilgi ile işgal edilmiştir. Duygusal mesafesi, ahlaki katılığı ve entelektüel kibri ile ördüğü duvarların darmadağın olduğunu hisseder, Duffy. Artık kaçacak bir yer yoktur, çünkü ruhunun ıssızlığı ile yüz yüze gelmiştir.



Duffy’nin yanılgısı, kendi hayatına sahip çıkabileceğine inanmış olmasıdır. Ömrünün günlerini, hepsi birbirine benzer birer fotoğraf gibi çoğaltırken insan tecrübesine dair sahici olanı gözden kaçırmıştır. Her gün okuduğu gazetesi, yediği mısırlı sığır eti, okuduğu kitaplar, gittiği konserler ve yürüdüğü sokaklar yoluyla dünya üzerinde bir hükmü olacağını sanmıştır. Alışkanlıklarının onu bilinmeyene ve beklenmedik olana bağışık kılacağını ummuştur. Dünyasını küçük tutar ve oradaki nesnelere aşinalık kazanırsa, o nesnelerle birlikte kendi sürekliliğini sağlayabileceğini düşünmüştür.

“Acıklı bir Olay” böyle bir devamlılık hissi ile bitmez. Tam tersine, Duffy’nin yaşadığı aydınlanma anı, varlığı tehdit eden bir boşunalıkla ile ilgilidir. Duffy hep özel biri olduğunu düşünmüştür. Birtakım ahlaki yargıları benimsemiş ve hayatı boyunca onlara sadık kalmıştır. Alışkanlıklarını ince ince dokumuş ve yaşantısını onlar üzerine kurmuştur. Sisifos gibi o da kayasını yukarı iterken, onu bir şey zannetmiş ve bu çabasının anlamsızlığını fark etmemiştir.

Oysa Magazine tepesinden Dublin’e bakarken, birden hayatının soğuk ve karanlık tarafı ile yüz yüze gelir. Bu son sahnede, o tepenin üzerinde, gerçekten Sisifos’a benzer Duffy. Kayası çoktan yuvarlanmış, elleri bomboş, yavaş yavaş tepeden aşağıya doğru yürüyor. Belki inip kayayı yeniden itmeye başlayacak. Ama şimdi değil. Şimdi aşağıya doğru yürüyor. Ve her adımda yalnızlığını ve çaresizliğini hissediyor. Burada kayasını seven Sisifos değil o. Kayasından ayrılmış, yani anlamını yitirmiş olan Sisifos’tur daha çok.

Albert Camus der ki, “Eğer bu efsane trajikse, o da kahramanı bilinçli olduğu içindir.” Duffy’nin trajedisi de böyle bir farkındalıkta yatar. Hayatı anlamsız bir tekrarlar dizisidir. Aradığı anlam mümkün olmayan bir yerdedir. Duffy, aynı eylemi yeniden ve yeniden tekrar ederek, zamana tabi bir varlık olduğunu inkar etmiş ve böylece kendisine verilen yegane anlama, yani ölümlü olduğunun bilgisine, sırtını dönmüştür. İşin acıklı yanı, varlığının geçiciliğini anladığı anda, bunu aşmak konusundaki biricik fırsatı da kaçırdığını fark eder Duffy. Bayan Sinico’nun ona vaat ettiği sevgiyi reddederek, hırsla koruduğu benliğinin kalın duvarları içinde hapsolup kalmış ve dünya ile kısa ama gerçek bir ilişki kurma fırsatını kaybetmiştir.

Aşkın sahici tecrübesi ile (anlık bile olsa) benliğinin sınırları dışına çıkabilecekken, gündelik hayatın tekdüze tıkırtıları içinde hayatını harcamış ve kendini, kurtulmak için çırpındığı sıradanlığa kurban etmiştir. Dünyadan onun farklılığını teyit edecek hiçbir ses gelmeyecektir artık.

Üzücü olan, o sesin Bayan Sinico’nun varlığında çoktan gelmiş olmasıdır. Ne yazık ki, Duffy onu işitememiştir. Sen farklısın ve ben senin farklılığını görüyorum diyen bu sesi duyamamıştır.

Şimdi ne kadar kulak kabartsa da dünya ona yanıt vermeyecektir. Duffy için dünya dilsizdir artık.

“Birkaç dakika kulak kabartarak bekledi. Hiçbir şey işitmiyordu, gece tamamen sessizdi. Yeniden kulak kabarttı: tamamen sessiz. Kimsesiz olduğunu hissetti.”

http://ayrintidergi.com.tr/dublinliler-gundelik-hayatin-anatomisi/ buradan alıntıdır...

'Magıcal Realism' yani Büyülü Gerçeklik ve Dönüşüm, Yüzyıllık Yalnızlık ve Gölgesizler Üçlemesi


Büyülü Gerçeklik nedir? Ayten Özüm şu şekilde tanımlamış onu: Büyülü Gerçeklikte mantıksız ve inanılması güç olaylar, doğrulukları sorgulanmaksızın ve herhangi bir açıklamaya yer verilmeden tasvir edilir ve anlatılan öykünün bağlamında oldukları gibi kabul edilir. Büyülü Gerçekçi romanlarda dikkati çeken diğer unsur anlatıcının tutumunun ne gerçeklikten yana ne de olağanüstü olandan yana olmasıdır. Yani bizim anlayacağımız üzere yazarlar tarafsızdır. Onların durduğu noktadan yokluk da varlık kadar gerçektir ve büyü de gerçek kadar değerlidir. Marquez'in de tanımladığı üzere en acımasız şeyleri yalnızca gördükleri şeylermiş gibi anlatmaktır. Bir köşe yazısında Marquez'in bu yazım şeklini oluştururken Kafka'nin Dönüşüm adlı eserinden etkilenerek yazdığını öğrendim. Benim de bu noktada hemen aklıma Gölgesizler de altını çizdiğim kısım geldi. O satırları okuduğumda tıpkı Dönüşüm'deki gibi demiştim. İşte o satırlar: O anda kendi ağırlıyla ezilen yorgun bir böcekti sanki, hiç kıpırdamadığı halde, görünmeyen bacakları ve kollarıyla çaresizlik içinde tepinip duruyordu. Hareketlerinin hepsi masanın geresinde duran hareketsizliğindeydi.(sayfa : 99) Biraz da Büyülü Gerçekliğin özelliklerini sorgulamakta yarar var. Okuduğum bir çalışmada beş maddede tanımlanmış bu akım.
1) Eserdeki olağanüstü olaylar gerçek gibi algılanır. Ne yazar garip bulur olayları ne de karakterler. Mesela, siz de şaşırmamış mıydınız Dönüşüm'ü okurken? Adam bir sabah böceğe dönüşüyor ve evdeki herkes ilk başta ufak bir şaşkınlık yaşıyor ama daha belirgin olan eve para getiremeyecek olmasında dolayı kızgınlık. Hatta karakterin kendisi bile o kadar sakin ki sanki dünya da her gün bazı insanlar böcek olarak uyanıyor. Karakterlerden herhangi biri hatta patron dahi çıkıp demiyor ki insanın bir gecede değil bir asır da bile böceğe dönüştüğü görülmedi. Herşey normalmiş gibi yani olabilirmiş gibi işine dönüyor. Aile geçinmek için yollar arıyor. Ama kimse aynı evde bir böcekle yaşamaktan ya da uyumaktan ürpermiyor. Gerçi bir ara anne bayılıyor ama yine de gerçek bir korku havası yok evde.
2) Faris'in belirtiği üzere büyülü gerçekçi romanlar da gerçekçi romanlardaki gibi detaylı tasvirlere yer verilmesidir.
3) Gerçeküstü olayların birer mucize mi yoksa karakterlerin sanrısımı olduğunun ayırt edilememesidir. Her iki ihtimalde biz okurlar için çok güçlüdür.
4) Bu dünya ile ölülerin dünyasını, gerçekle kurmacayı birbirinden ayırmadan işlemesidir.
5) Sonuncu özellik büyülü gerçekçi eserlerin zamanı ve kimlik kavramlarını geleneksel anlamda kabul edilen biçimleri ile sorgulamalarıdır.
Ve asıl eserimiz Gölgesizlere geldiğimizde yararlandığım çalışmada romanda eserler arası ilişkilerden söz ediliyordu. Mesela Güvercin'in hikayesi Ayıgabak Masalı ile ilişkilendirmiş çalışmacı. Benim masal hakkında tam bir bilgim olmadığından ya da okurken aklıma gelmediğinden bu konuya dikkat etmemiştim. Ama eser post moderndöneme ait olduğu için biz bunu gayet normal karşılarız. Çünkü post modern yazarlar artık söylenecek bir şeyin kalmadığını ve eserlerin geçmişten beslenmesi gerektiğini ama farklı bir şekilde anlatılması gerektiğini savunur.
Ve ben ne kadar büyülü gerçeklikle bağdaştırsam ve sırf bu nedenle kitabı almış okumuş ve sevmiş olsam da aynı çalışma bu eserin tam olarak bu akıma uymadığını söyler nedenini de olağanüstü olayların net bir şekilde tasvir edilmemesine bağlar. Ve aynı zamanda karakterler bu olaylara kayıtsız kalamamışlar ve bazen korkmuş bazen ürpermişlerdir.
Bununla birlikte benim görüşüm tam olarak büyülü gerçeklik için bir baş yapıt sayılmasa da büyük ölçüde bu akımı kapsar. Ama genel sorusu varlık ve yokluk ile ilgilidir. Romanın bir yerinde şöyle der karakterlerden biri "Sence bu konuştuklarımız rüya olamaz mı?"

http://isilgurez.blogspot.com.tr/2012/07/magcal-realism-yani-buyulu-gerceklik-ve.html buradan alıntıdır...