28 Nisan 2015 Salı

KADIN KADINDIR ÇİÇEK BABANDIR



Bazen hiç farkında olmadan birbirimizi aşağılıyor, yargılıyor ve küçümsüyoruz. Acı olan bunu yaparken yüzümüz dahi kızarmıyor çünkü farkında değiliz hatamızın.geleneklerimiz, göreneklerimiz, adetlerimiz ve çoğu zaman kullanılagelmiş 'konuşma dili'miz yüzünden insanları ötekileştiriyoruz. Örneğin Kadın Hakları. Ne demek kadın hakları? İnsan hakları yeterli değil mi kadınlara adalet sağlanabilmesi için? Yoksa İnsan Hakları genel bir kavram da Kadın, Erkek ve Çocuk olarak kendi içinde mi ayrılıyor? Peki ya trans bireyler? Onların hakkını neyle savunuyoruz? Gördüğünüz gibi çoğu zaman farkında olmadan ötekileştiriyoruz birbirimizi... Bir duvarı örmek için nasıl ki kum tanelerine ihtiyaç duyuyorsak kadınları da ötekileştirmemek için böyle küçük kum tanesi sözcüklere ihtiyacımız var. Çoğumuzun kanayan yarasıdır kadına karşı kullanılan kelimeler. kadın güzelse "taş" derler, sivri dilliyse "yılan". Çok fazla erkekle birlikte olmuşsa "motor" derler kimseye yüz vermiyorsa "kezban". Yaşlıysa ama güzelliğini kaybetmemişse "şarap" derler, kahkaha atıyorsa "yollu". Kibarlik için(!) "bayan" derler, hakaret için "karı". Ama bir türlü kadın demezler, diyemezler. Peki nedir bunun sebebi? Neden bayan? Hadi gelin 3 madde halinde mercek altına alalım bu konuyu.

Madde 1- 'Bayan' kelimesinin etimolojisi Etimolojik olarak baktığımızda bayan kelimesinin 'bay' kelimesinden türetildiğini görürüz. Bay; zengin kişi, mal sahibi anlamlarına gelir. Bayan kelimesi ise bay'a gelen, 'yok etmek, tüketmek' anlamları katan yapım eki olan -an ekiyle türetilmiştir ki Türkçenin hiçbir döneminde dişil yapım eki olarak -an ekine rastlanmaz. Yani 'bayan' kelimesi aldığı ekin de etkisiyle kadını aşağılamaktan öteye gidemez.

Madde 2- Avrupa ve Osmanlı'da tarihçesi Özellikle Ortaçağ Avrupasında, kadının bir tavuktan daha az değerli olduğu yıllarda, kadını aşağılamak için çeşitli tabirler kulanıldı. Bunların bazıları zamanla unutuldu bazıları ise günümüze kadar ulaştı. En çok bilinenleri ise "missis, Florance ve Matmazel" kelimeleriydi. İkinci dönem Feminizm Hareketiyle Avrupa'da bu kavramların kullanımına karşı çıkıldı, hatta bu karşı çıkış öyle bir boyuta ulaştı ki "Florance" kelimesi kadını temsil etmekten çıkarılıp sadece bir meslek grubuna ithaf edildi Osmanlı'daysa bu durum özentilikten kaynaklı kanayan bir yaraya dönüştü. Avrupa'ya açılan Jön Türkler sayesinde(!) dile yerleşen bu sözcük "kadın" kelimesinin yerini almaya başladı. Oysa Türk dilinde 'dişil'i betimleyecek ne kadar güzel ve anlamlı kelimeler vardı; Hanım gibi. Hatun gibi. Katun gibi... Onun yerine saçma sapan, hiçbir anlamı olmayan, kadını küçümsemekten öteye gidemeyen "bayan" kelimesinin kullanımındaki bu ısrar niye? Bu toplum kadınına hakaret değil de nedir?

Madde 3- NEZAKET(!)

Pardon ama neyin nezaketi? Şöyle düşünelim; bir kelimeyi kibarlaştırmak adına başka bir kelime kullanıyorsak bu o kelimenin kaba olduğu anlamına gelir, değil mi? Peki, biz kibar olmak adına "kadın" yerine "bayan" kelimesini kullanıyorsak bu "kadın" kelimesinin kaba, argo, nezaketsiz bir ifade olduğu anlamına gelmez mi? "Eril"i ifade eden "erkek" kelimesi kaba değilken "dişil"i betimleyen "kadın" neden kabalık olsun ki? Birini "Bayan değil, kadın." diye uyardığımda "Ben nezaketen bayan diyorum." cevabını alıyorum. O zaman şunu soruyorum; "Ben size erkek dediğimde bunu hakaret olarak mı algılıyorsunuz?" Hayır. Öyleyse "kadın" gibi güçlü bir ifade neden anlamsız bir "bayan"la örtülmeye/ ezilmeye çalışılıyor? Bizim karşı çıktığımız nokta erkek kelimesinin dişili olarak bayanın kullanılması. Örneğin "Bayanlar, baylar!" denmesinde bir sakınca görmüyorken "Erkek tuvaleti- Bayan tuvaleti" kullanımı bize yanlış geliyor. Yolda hiç tanımadığınız bir kadına "Afedersiniz kadın!" diye seslenemeyiz tabi ki tıpkı bir erkeğe "Affedersiniz erkek!" diye seslenemeyeceğimiz gibi. Ama "Erkek Basketbol Ligi" diyebiliyorken "Kadın Basketbol Ligi" diyemiyor da "Bayan Basketbol Ligi" demeyi tercih ediyorsanız biz buna bir "DUR!" deriz. Erkek kelimesinin dişil karşılığı KADIN'dır BAYAN değil. Ve KADIN kişilikli bir kelimedir, Bayan gibi uydurma değil.




Bu yazıyı bizler için yazan facebooktaki Feminizm Kadın Hareketi sayfası yöneticisi Marla ve arkadaşlarına teşekkür ederiz. Facebook sayfası için buradan: https://www.facebook.com/pages/Feminizm-Kad%C4%B1n-Hareketi/231513033713297

EDEBİYAT VE DELİLİK SEMPOZYUMU





Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Disiplinlerarası Kültür Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün birlikte düzenlediği ‘Edebiyat ve Delilik’ başlıklı sempozyum 14-15 Mayıs 2015 tarihlerinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü, Sedad Hakkı Eldem Oditoryumunda gerçekleşecek. Türkçe edebiyatın farklı dönemleri üzerine çalışan akademisyenleri buluşturacak sempozyumda eski edebiyattaki delilik temasından Deliduman’a uzanan çeşitlilikte bildiriler sunulacak. Deliliğin edebiyatta temsil ettikleri ve delilik vasıtasıyla temsil edilenler; edebiyatın deliren veya delilerle haşır neşir kahramanları; bu kahramanlar vasıtasıyla yazarların dile getirdikleri ve benzeri soruların tartışılacağı sempozyumda ayrıca yazarlar da söz alacak. Ali Akay, Aslı Erkan,Aynur Koçak, Banu Öztürk, Behice Boran, Didem Aksüt Dönmez, Didem Ardalı Büyükarman, Doğan Hızlan, Esat Harmancı, Fatih Artvinli, Ferat Emen, Hasan Turgut, Hilâl Aydın, Hilmi Tezgör, İbrahim Yıldırım, Jale Parla, Kayhan Ülker, Murat Gülsoy, Ozan Toraman, Ömer Türkeş, Pelin Aslan, Pınar Padar, Rüya Kılıç, Seval Şahin, Şebnem İşigüzel, Zeynep Uysal’ın katılacağı sempozyum ücretsiz ve herkese açıktır.

İletişim ve sorularınız için yeniedebiyatsempozyum@gmail.com adresine eposta gönderebilirsiniz.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Hayvanlara Tecavüz ve Hayvan Genelevi



Çok küçüksün, savunmasızsın, korkuyorsun, dehşet bir acı içindesin, sana işkence eden kişi tarafından elin kolun bağlanmış, ağzın tıkanmış, kaçamıyorsun. Bilincini yitirene dek dövülmüş, tekmelenmişsin, ardından sana işkence eden adamın bir başka adama seni koysun diye para ödediği bir odaya sürükleniyorsun, öylesine korkunç bir fiziksel ve mental acı yaşıyorsun ki hayatta kalmamak için dua ediyorsun.
Bilincini kaybetmemişken adam bilerek iç organlarını parçalayacak, leğen kemiklerin kırılacak, derinin her yeri gerçekten parça parça olacak. Bacakların kırılma noktasına dek zorlanacak, kasların ve bağ dokuların paramparça olacak, kemiklerinden koparak ayrılacak; sana saldıran adam vücut parçalarının kopması için vücudunu zorlayacak. Bu kadar minik, masum birisi için öylesine büyük bir acı, öylesine büyük bir korku ki…
Bütün bunlar olurken birisi sana yardım eder diye, kim olursa olsun, yeter ki bitsin diye çığlık atıyorsun. Mücadele etmeye çalışıyorsun ama yapamıyorsun; bağlanmışın, ağzın tıkanmış, kendini hiçbir biçimde savunamıyorsun.
Ölümün sana karşı nazik olmasını, ve seni artık seni hiç kimsenin incitemeyeceği bir yere götüreceğini ümit ederek dua ediyorsun; çünkü olur da hayatta kalırsan, yarın ya da öteki gün, sahibin seni istismar edip sana tecavüz etsinler diye bir başkasından para alacak.
Başına geleni anlamıyorsun. Neden hiç kimse seni kurtarmaya gelmiyor? Bu adam sana neden bunu yapıyor? Bu dehşet verici şeyi yaşamana sebep olacak denli yanlış ne yapmış olabilirsin ki?

GERÇEK ŞU: Sen yanlış hiç bir şey yapmadın, sen masumsun. O adamın sana bunu yapmasına izin verilmesinin sebebi, senin hayvanlarla cinsel ilişkiye girmeyi önleyen hiçbir yasanın bulunmadığı bir ülkede, bir hayvan genelevinde olman…….

23 Nisan 2015 Perşembe

Haydar Ergülen'in "Kalem Tecrübesi" - Metin Celal


"Herhangi bir konuda yeni ve kişisel görüşlerle bezenmiş bir anlatım içinde sunulan düzyazı türü" diye tanımlıyor Türk Dil Kurumu Sözlüğü (7. Baskı, 1983) denemeyi. Eskilerse bu türe "kalem tecrübesi" derlermiş. Denemede önemli olanın da "teklifsiz, içtenlikli bir dil"le anlatım olduğu düşünülüyor. "İçtenlik" önemli bir kıstas. Bir de "düşünce yaratmak, kuşku doğurmak". Deneme yazarı "verili bilgileri olduğu gibi kabullenmeyip, çok yanlılıkla işlediği konunun gerçeğini arar; bilgileri yoklar, karşılaştırmalar yapar, alıntılara dayanır, okuyucusuyla gizli bir konuşma içinde asıl gerçeğe doğru yaklaşmaya çalışır; fakat bir şeyi ispatlamaya uğraşmaz" diyor Rauf Mutluay (100 Soruda Edebiyat Bilgileri, 1979). Doğal olarak denemenin bir de konu ve sınır tanımazlığı var. Bilimsel olma gereği duymadan hemen her konuda yazılabiliyor. Felsefecilerin en sevdiği edebiyat türü aynı zamanda. Felsefeyle, felsefenin söylemek istedikleri ile bir yakınlığı var bu türün. Kolaylık sağlıyor.
Montaigne'nin adını koyduğu bu türde edebiyatımızda bir çok seçkin ürün, bir çok unutulmaz eser var. Ama üllkemizde bugünlerde pek iltifat edilen bir tür değil nedense.Sanıyorum deneme okumayan okurlar açısından bir damak tadı kaybı söz konusu. Okurun ilgi göstermediği bir türde yayıncı da kitap yayınlamak istemiyor. Arz talep ilişkisi burada da gündemde. Deneme kitapları kolay yayıncı bulamıyor. "Kolay" bir yana çoğunlukla yayıncı bulamıyorlar.
Haydar Ergülen'in "Düzyazı: 100 Yazı"sını (Merkez Kitaplar) görünce aklımdan tüm bu düşünceler bir anda geçiverdi. Denemenin tanımından yayınına doğru bir bilinç akışı… Haydar Ergülen, "Düzyazı: 100 Yazı"yı oluşturan denemeleri 1994 - 96 yılları arasında Express dergisinde yayınladı. Kendisi bir heves olarak başladım dese de aslında bir projeydi. Hem de uzun soluklu bir proje. Adı üstünde 100 yazılık bir plan yapmıştı Haydar Ergülen. Birarada olmasını kolayca akıl edemeyeceğimiz kavramları, nesneleri, imgeleri, sözcükleri eşleştirip onlardan yola çıkarak yüz deneme yazmaya karar vermiş ve bunu da az bulunur bir örnekle başarıyla tamamlamıştı. Sonuçta bu denemeler bir kitapta toplanacak adı da içeriğini açıkça belirtecekti; "Düzyazı: 100 Yazı".
Ama bu kitaplaşma aşaması kolay olmadı. On yıl sürdü. Çeşitli yayınevlerinin editörleri dosyayı gördü, okudu, beğendi, yayın programına aldı ama hep bir aksilik çıktı, kitabın yayınlanması ertelendi ve zaman içinde ya yayınevi tarafından yayın programından çıkartıldı ya da daha fazla beklemeye tahammülü kalmayan yazarı tarafından dosya daha önce yayınlayacağını umduğu bir başka yayınevine vermek üzere geri alındı. Yayınevleri açısından sorun sanıyorum kitabın kalınlığıydı. Denemenin çok okuru olmadığına inanıyorlardı ve hele deneme kitabı kalınsa okurun daha da azalacağını… Dosyanın kitaplaşmış halinin 548 sayfa olduğunu görünce onlara bir nebze hak vermemek elde değil.
Bu ömür törpüsü yayın sürecini Haydar Ergülen bir denemesine konu eder umarım. Doğrusu ben bir süre sonra hayatın akışı içinde unutuvermiştim bu kitap dosyasını ve Haydar Ergülen'e sormaz olmuştum. Oysa Express'te tek tek okuduğumda sevdiğim bu denemelerin kitaplaşmış halini de merak ediyordum. Çünkü türü ne olursa olsun edebiyat eserlerinin dergilerdeki halleri ile kitaplaşmış hallerinin birbirinden farklı olduğuna inanıyorum. İçinde yer aldıkları nesneler onları da bir oranda etkiliyor, belirliyor sanıyorum.  Kitap her zaman farklı ve daha bütünlüklü bir izlenim bırakıyor bende. Onda yer alan ürünlerin de bütünlük taşıması ya da en azından belirli bir yapısı, planı olması gerektiğini düşünüyorum.
Şairler düzyazıda her zaman başarılı olamazlar. Genellikle şiirin büyüsü ile yazarlar şiirsellik çoğalınca da işin tadını kaçırır. Haydar Ergülen nadir örneklerden. Usta işi denemeler yazmış, yazıyor. Şiire kapılmıyor, denemede bir kalem tecrübesi olduğunu gösteriyor. "Düzyazı: 100 Yazı", bütünlüklü bir kitap. Söylediğim gibi eşleştirmelerle yola çıkıp onlardan hayata açılıyor ve yazarla birlikte o yolu izlerken daldan dala konuyor, çıktığınız yerden bambaşka noktalara ulaşıyorsunuz.
"Meram ile Ekspres", "Heves ile Bir", "Utanç ile Mahcubiyet", "Siyah ile İntizam", "Anne ile Metropol"…. denemelerin başlıkları böyle gidiyor. Haydar Ergülen, tam da deneme tanıma uygun bir şekilde bizlerle sohbet eder gibi yazıyor. Görmüş geçirmiş ve de bilgi deryası bir dostunuz sanki sohbet ediyor sizinle. Dinlemeye doyamıyorsunuz. Yaşadıklarını, gördüklerini bizlerle edebiyattan özellikle şiirden örneklerle, onların getirdiği çağrışımları çoğaltarak anlatıyor. Yargılara varıyor ve çoğunlukla “eskiden böyle değildi, günümüzde her şey bozuldu” demeye getiriyor ya da okur olarak bizi böyle düşündürüyor. Hem edebiyat tadı alıyorsunuz hem de bir şeyler öğreniyorsunuz farkına varmadan. Üstelik meraklandırıyor, sözünü ettiği şiirleri, hikayeleri, kitapları (yeniden) okuma arzusu uyandırıyor.
Alıntılar, göndermeler, anıştırmalar… Haydar Ergülen'in denemelerini okurken ister istemez "Deneme, acaba postmodernizme tipik bir örnek mi?" diye düşünmeden edemedim. Bir türlü üzerinde anlaşamadığımız "postmodernizm" tanımını yaparken örnek bir edebiyat türü olarak gösterilebilir mi?
Kitapla derginin yarattığı farklı etkilerden söz etmiştim, "Düzyazı: 100 Yazı"yı okurken deneme kitapları açısından bir fark daha olduğunu anladım. Ne kadar beğenirseniz beğenin arka arkaya iki-üç taneden fazla deneme okumak mümkün değil. Belki de haftada ya da ayda bir, dergide bir deneme okumak daha hoş. Benim gibi aldığı her kitabı bir oturuşta bitirmeden rahat edemeyenler için deneme kitapları pek uygun değil. Ama başucu kitabı yapıp yatmadan önce bir deneme okumayı tercih edecekler için birebir. Haydar Ergülen'in denemeleri de öyle. Bu sıcak yaz günlerinde durup durup okumak isteyenler için iyi bir tatil arkadaşı. Düzyazıdan şiire, şiirden düzyazıya uzanmak için… Edebiyatın damak tadını yeniden kazanmak ve şiirle barışmak için iyi bir fırsat.

Metin Celal

21 Nisan 2015 Salı

Joan Miro






Modern sanatın önemli temsilcilerinden birisi
olan Miro'nun; dünyaya, mekana, nesnelere ve
biçimlere farklı bir bakışı vardır. Onun
resimlerine bakan bir kişi, dünyayı; mercekleri
mizah ve hayal gücü olan Miro- mikroskobu'ndan
seyretmiş olur. Artık gerçek dünyada göremediği,
farkına varamadığı başka bir dünyanın sırlarına
adım atmıştır.
Resimlerinde ve her tür sanatsal üretiminde
böylesine farklı bir dünya yaratmayı başaran
Miro, 20 Nisan 1893 günü Barselona'da dünyaya
gelmiştir. Kişiliğindeki Katalan özellikler her
zaman belirgin olmuştur. Sanatçı; "Biz
Katalanlar eğer havaya sıçranmak istenirse
ayakların yere sağlam basılması gerektiğini
düşünürüz." derken de Katalan kimliğini
vurgulamaktadır.
Miro'nun vurguladığı bu Katalan düşünce
tarzının, onun bir sanatçı olarak ulaşacağı
zirvenin temeline zemin hazırlamış olduğu da
anlaşılmaktadır. Daha erken yaşlarında sanat
eğitimine yoğunlaşarak, ayaklarını yere sağlam
bastığı görülür. İlk öğrenimini sürdürürken
desen kurslarına katılmış; babasının isteği
üzerine ticaret okuluna devam etmek zorunda
kaldığında, bir yandan da Lonja Güzel Sanatlar
Akademisi'ne yazılmıştır (Picasso kendisinden on
yıl kadar önce bu okulda eğitim görmüştü). Ancak
1910 yılında sanat eğitimini bırakmak zorunda
kalmış ve bir ticari firmada memur olarak
çalışmaya başlamıştır. Sanatçı olma
hayallerinin, duyguların en yoğun şekilde
yaşandığı bu genç yaşında kesintiye uğraması,
onu bir hayli sarsmış gözükmektedir. Çok
geçmeden ruhsal bunalıma sürüklenmiş ve
Barselona yakınındaki Montroig'de dinlenmeye
çekilmiştir.

Ailesinin sanattan uzak kalmanın oğullarına
yaramadığını anlamasıyla, onların da desteğini
alan Miro, 1912 yılında Barselona'da Gali'nin
sanat okuluna kayıt olmuştur. Miro'yla yakından
ilgilenen Francisco Gali, ona betimlediği
nesnelere dokunmasını öğütlemiş, ilk ciddi
sanatsal edinimleri kazandırmıştır.
Barselona'da, Miro'yu bir sanatçı olarak
besleyen pekçok şey vardı: yerel kiliselerdeki
Bizans freskleri, onda büyük bir hayranlık
yaratan Gaudi'nin yapıları, içine girdiği sanat
ortamı ve kitaplar aracılığıyla tanıdığı çağdaş
sanat... Buradaki eğitimi sırasında, önce
Fransız romantisist ve realist resim
geleneklerini, ardından izlenimci ve geç-
izlenimci sanatçıları tanımıştır. 1916- 1918
arasına tarihlenen ilk resimleri, daha çok
Cezanne ve Van Gogh etkileri taşımaktadır.

Fakat Miro, aynı sıralarda Picasso ve Matisse
gibi çağdaş ustalara da ilgi duymaya
başlamıştır. 1915 yılında Galerias Dalmau
(Dalmau Sanat Galerisi) etrafında yoğunlaşan
coşkulu sanat ortamına dahil olan Miro, kısa bir
süre sonra resimlerini galeri sahibi Dalmau'ya
göstermiştir.

Bunlar, çoğunlukla fovizme yakın çalışmalardır.
1917 tarihli bir resim olan Kuzey- Güney isimli
natürmort çalışması, ilk dönem resimlerindeki
fovist etkileri açıkça ortaya koymaktadır.
1917 yılı, aynı zaman Galerias Dalmau'da ilk
sergisini düzenlediği ve Francis Picabia ile
tanıştığı yıldır. Picabia'nın makine formlarıyla
düzenlediği resimlerine büyük bir hayranlık
duymuştur. 1918 tarihli resmi Eşekli Bostan,
fovist etkilerin yanı sıra ayrıntıcı, geometrik
düzenlemenin hakim olduğu bir üsluplaşmaya
yöneldiğini göstermektedir.
Barselona'nın öncü sanat ortamında bir ressam
olarak kendine yer edinmiş olan Miro, 1919
yılında sanatın başkenti Paris'e gider. Burada
kendisini son derece yakın bir şekilde
karşılayan Picasso aracılığıyla, Fransız
sanatının öncü isimleriyle tanışmıştır: "Paris
beni tamamıyla allak bullak etti." diye
yazmaktadır bir arkadaşına; "ve son derece
yararlı bir şekilde". Miro, Paris'e zorluk
çekmeden uyum sağlamış ve Masson, Leiris,
Artaud, Max Jacob, Tzara gibi sürrealist
çevreden pekçok önemli isimle tanışmıştır. 1920
sonlarına doğru, rue Blemet'de bir atölye bulan
sanatçı, bu tarihten sonra kışları Paris'te yaz
aylarını ise Barselona'da geçirmeye başlamıştır.
Paris sonrası döneme ait erken çalışmaları
arasında 1919 tarihli iki resim; Aynalı Nü ve
Picasso tarafından satın alınan Oto- portre
özellikle dikkat çekicidir. Kübist ve fovist
etkilerin belirgin olduğu bu çalışmaların
ardından, 1921- 22 yıllarına tarihlenen Çiftlik
gelir. Burada, Paris öncesi bir çalışması olan
Eşekli Bostan'ın üslubunu bir adım ileriye
taşımaktadır. Miro, 1925'de Sürrealistlerin ilk
sergisine, çok sayıda imge ve ayrıntıyla dolu
olan bu resmiyle katılmıştır. İlk önemli
çalışmalarından birisi olan Çiftlik, 1922
yılında ünlü yazar Ernest Hemingway tarafından
satın alınmıştır.
1922- 23 yıllarına tarihlenen Karpit Lambası,
obje- mekan ilişkisine yoğunlaştığı bir
resimdir. Bu resim, Miro'nun kendine özgü bir
resim dili geliştirmeden önceki son
çalışmalarından birisidir. 1923- 24 yıllarında,
o zamana kadar bağlı kaldığı geometrik, primitif
gerçekçilikten farklı bir üsluba yönelik
çalışmalar üretmiştir. Yaz mevsiminde, Barselona
yakınındaki Montroig'de kaldığı zaman dilimi
içerisinde, bütün enerjisi ve birikimini
yoğunlaştırarak üzerinde çalıştığı Sürülmüş
Toprak, Miro'nun sanatındaki üslupsal değişimin
erken ürünlerinden birisidir. Düz sarı bir
zemin, neredeyse tüm mekanı tanımlamaktadır.

Çiftlik adlı resmindeki ayrıntıcı yaklaşım devam
etmekte, ancak imgeler yeni bir tanımlamayla
belirmektedir. Deformasyona uğrayan, biçimleri
değişen nesneler, bu resimde Miro nesneleri
olmaya doğru ilk değişimlerini yaşamaktadırlar.
Aynı döneme ait Katalan Peyzajı'nda ise, iyice
soyut bir anlam kazanmış olan ilk gerçek Miro-
nesneleriyle karşılaşırız. Bunlar, çoğunlukla
belli semboller olarak tasarlanmamışlardır.
Resimlerinde düzenli olarak yer alan kadın, kuş,
ayak, merdiven gibi imgeler, sembolik ya da
ikonografik anlamlar taşımazlar. Ama, sadece
soyut birer biçim olarak da tanımlanamazlar.

1924- 1925 tarihli Harlequin Karnavalı'nda,
mekanın sunumundaki sadeleşme devam etmektedir.
Resim yüzeyini yatay olarak ikiye bölen bir
çizgi ve resmin sağ üst köşesindeki pencere tüm
mekanı tanımlamaktadır. Bu mekanın içerisinde,
çoğu boşlukta sallanan çok sayıda imge yer alır.
Bir kısmı tanımsız bir kısmı deforme nesnelerden
oluşan bu imgeler, adeta mekanı ele geçirmeye,
onu yok edip mekansız bir düzlemde varolmaya
çalışmaktadırlar.
Paris sanat ortamında kendisine yer edinen Miro,
yeni proje teklifleriyle de karşılaşmıştır. 1926
yılında, bir başka ünlü sürrealist Max Ernst ile
birlikte, Diaghilev'in Rus balesi için Romeo ve
Giulietta dekorları hazırlamıştır. Onların bu
çalışması, sürrealist çevreler tarafından
eleştirilmiştir.

Miro, 1928 yılında Hollanda'yı ziyaret etmiş ve
aynı yıl, bu ziyaretin izlerini taşıyan iki
resmi tamamlamıştır. 17.yüzyılın iki Hollandalı
ressamı; Hendrick Maertensz Sorgh'un Ut
Çalgıcısı ve Jan Steen'in Kedinin Dans Dersi
adlı resimlerinden yola çıkarak Hollanda İç
Mekanı I ve Hollanda İç Mekanı II adlı
çalışmaları gerçekleştirmiştir. Bunlarda da;
sade mekan sunumu, girift Miro figürleriyle
dengelenmiştir.

Evlendiği yıl olan 1929'da, Hayal Portreleri
serisine başlamıştır. Prusya Kraliçesi Luisa bu
seriden bir örnektir. Düz, geniş renk
lekeleriyle tanımlanan mekan içerisinde, tek
başına duran şekilsiz bir figür yer almaktadır.
Mizah duygusuyla somutlanan düşsel imgeler ve
renkli düzlemlerle tanımlanan soyut bir mekanın
belirgin olduğu Miro resimlerini Brauner,
resimsi- şiir (picto- poetry) olarak
tanımlamaktadır. Breton ise, Miro'yu büyük bir
biçim şairi olarak kabul etmeden önce şu şekilde
tanımlamıştır: "Kişiliği çocukluk evresinden
ileri geçememiş, bu nedenlerle ayrıntılardan,
eşit olmayıştan ve oyundan korunamayan biri."

Pekçok sürrealistin aksine Miro, resimlerini
hızlı bir şekilde yapmıyordu. Sürrealizmin temel
yaklaşımlarından birisi olan otomatizmi
kullanmamış ve resimlerini uzun ve titiz
çalışmalar sonunda tamamlamıştır.

Hayatı boyunca sanatın her türlü teknik ve
malzeme olanaklarını deneyecek bir sanatçı olan
Miro, 1930'lu yılların başında, bazı asamblaj ve
kolaj denemeleri yapmış ve böylece tuval
resminin ötesine geçen çalışmalara
yoğunlaşmıştır. Paris ve New York'da
sergilerinin düzenlendiği bu dönemde, sanatçıyı
en fazla etkileyen olay, 1936- 1940 yılları
arasında yaşanan İspanya İç Savaşı'dır. Miro, bu
dönemde İspanya'ya gidememiştir. İç savaşın da
etkisiyle, biçim dünyası vahşete bürünmüş ve
dehşet karabasanları fırçasının ayrılmaz bir
bütünü olmuştur (Kadın Başı, 1938) . 1937 Paris
Evrensel Sergisi'nde İspanya Cumhuriyeti pavyonu
için Biçme- Makinesi isimli bir duvar resmi
yapmıştır.
Aynı yıl, üzerinde beş ay boyunca çalıştığı Eski
Ayakkabılı Natürmort adlı resmini bitirir.
Konunun ağır bastığı ve nesnelerin ilk kez
sembolik çağrışımlar yaptığı bu resimde; şişe,
kesilmiş bir somun ekmek, çatal batırılmış bir
elma ve ayakkabı gibi nesneler konuyu
tanımlamaktadır: "Bu resim iç savaşın gölgesi
altındaki İspanyol köylülerini simgelemektedir."
Resim, aslen politik yönü çok ağırlıklı olmayan
Miro'nun, iç savaştaki faşistlere duyduğu derin
tepkiyi yansıtmaktadır. 1937- 1938 yıllarına
tarihlenen Oto- portre ise, savaşın sanatçı
üzerinde yarattığı gerilimi yansıtmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine Miro,
İspanya'ya dönmüş ve sürekli olarak Palma de
Mallorca'ya yerleşmiştir. Bu izolasyon döneminde
mistik edebiyatı okumuş, Mozart ve Bach
dinlemiştir. 1942 yılına kadar Takımyıldızları
adını verdiği guvaşlara yoğunlaşmıştır. Bunlar,
1945'de New York'da Pierre Matisse Gallery'de
sergilenmiş ve yeni ortaya çıkmakta olan soyut
dışavurumcu Amerikan sanatçılarını etkilemiştir.
Ünlü Amerikalı soyut dışavurumcu ressam Arshile
Gorky'nin Angajman II (1947) adlı resmi bu
etkilenmeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Miro'nun sanatsal üretimin her alanına duyduğu
ilgi, onun 1944 yılında, gençlik döneminden beri
tanıdığı İspanyol seramikçi Artigas'la birlikte
ilk seramiklerini üretmesiyle sonuçlanmıştır.
"Seramiğin parıltısı beni baştan çıkarttı"
demektedir. 1958 yılında Artigas'la birlikte
UNESCO için yaptığı seramik duvar, Miro
üslubunun ustalıklı bir yorumudur.
Miro, savaş sonrası dönemde seramik dışında
heykel ve litografi çalışmalarını da
sürdürmüştür. 1947 yılında ilk kez Amerika
Birleşik Devletleri'ne gitmiş, burada 1950
yılında Harvard Üniversitesi için bir duvar
resmi yapmıştır.

Miro'nun Amerika'yla bağlantısının artması, onun
1960'lı yıllarda soyut dışavurumculuktan
etkilenmesine yol açmıştır. Böylece yeni ortaya
çıktıkları dönemde genç Amerikalı soyut
dışavurumcuları resimleriyle etkileyen Miro,
şimdi onların temsil ettiği sanat anlayışından
etkilenmektedir.
1955- 1959 yılları arasında seramik ve tahta
oymaya yoğunlaşan sanatçı, neredeyse hiç resim
yapmamıştır. 1983'deki ölümüne kadar, sanatın
her alanında aralıksız üreten ve ürettikleriyle
kendine özgü bir dünya yaratan Miro, modern
sanatın sıradışı isimlerinden birisi olarak
sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.







KAYNAK: www.lebriz.com

14 Nisan 2015 Salı

Burun – Nikolay Vasilyeviç Gogol






25 Martta Petersburg’da pek tuhaf bir olay oldu. Vosneçenski Caddesi’nde oturan berber İvan Yakovleviç (soyadı zamanla unutulmuştu; dükkânının tabelasında bile yazılı değildi; yüzü sabunlanmış bir adamı gösteren bir resmin yanında yalnızca şu yazı okunabiliyordu: “Hacamat (1) da yapılır.”) o sabah, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da sıcak bir ekmek kokusu duydu. Yatağında hafifçe doğruldu; bir de baktı ki, kahve tiryakisi olan sayın eşi ocaktan taze pişmiş ekmekler çıkarıyor. – Praskovya Osipovna, dedi, ben bugün kahve içmeyeceğim. Sen bana biraz soğanla biraz sıcak ekmek ver, yeter. Daha doğrusu, ikisinden de vazgeçemiyordu. Ne kahveden, ne soğan ekmekten; ama bunun olanaksız olduğunu da biliyordu. Praskovya Osipovna böyle bir şeye razı olur muydu hiç? Karısı kendi kendine, “Ziftin pekini ye, musibet,” diye düşündü,; “Pek iyi! Kahve bana kalır…” Masanın üstüne bir ekmek attı. İvan Yakovleviç, kibarlığı gereği, gömleğinin üstüne bir setre (2) geçirdi; sonra da kalktı, masaya kuruldu. Biraz tuzla iki baş soğan hazırladı. Bıçağı aldı, kurumlu bir tavırla ekmeği kesmeye koyuldu. Somunu orta yerinden ikiye böldü, ortasına bir göz attı, içinde beyazımtırak bir şey vardı; şaşırdı birdenbire. Bıçağıyla usulca beyaz şeyi kurcaladı, sonra, biraz, parmağıyla dokundu. Kendi kendisine, “Katı bir şey! Ne olabilir acaba?” diye düşünüyordu. Parmağını soktu, o şeyi çıkardı: – Aaa! Bir burun! İvan Yakovleviç’in kolları yanına düştü; gözlerini oğuşturdu, parmağıyla bir daha dokundu. Burundu işte; bal gibi burundu. Üstelik tanıdık bir buruna benziyordu. İvan Yakovleviç’in yüzü dehşet içinde kaldı. Ama bu dehşet karısının öfkesi yanında bir şey değildi. Kadın, avaz avaz bağırıyordu: – Nereden kestin bu burunu, canavar? Ahlaksız! Sarhoş herif! Seni polise, kendim gidip haber vereceğim. Haydut herif! Şimdiye dek üç kişi oldu, gelip bana söylediler; tıraş ederken burunlarını koparacak gibi çekiyormuşsun. Ama İvan Yakovleviç bunları dinleyecek durumda değildi; şimdi o, ölümle dirim arası bir durumdaydı. Anımsamıştı çünkü; bu burun şube müdür yardımcısı Kovalev’in burnuydu; pazar ve çarşamba günleri tıraş ettiği Kovalev’in. – Sus sus Praskovya Osipovna, dedi, ben şimdi onu bir beze sarar bir köşeye saklarım. Hele birkaç gün kalsın orada, sonra götürürüm. – Yok, yok, dünyada istemem. Odamda, kesilmiş bir burun saklanmasına izin vereceğim ha? Hımbıl! Ustura bilemekten başka bir şey öğrenmemiş ki; hiçbir işe aklı ermiyor. Serseri! Kopuk! Senin yüzünden polislik mi olacağım? Hay kabak hay, hay odun hay! Şuna bakın hele! Al götür, nereye götüreceksen. Bir daha sözünü bile duymayayım. İvan Yakovleviç tam anlamıyla serseme dönmüştü. Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü içinden çıkamıyordu. Ensesini kaşıyarak: – Bu nasıl oldu acaba, gel de çık işin içinden, dedi. Acaba dün akşam eve sarhoş mu döndüm, ayık mı? Ama ne olursa olsun, akla durgunluk verecek bir olay! Bir kez ekmek… Öyle bir şey ki pişiyor. Halbuki burun… Bambaşka bir şey. Olanaksız! Deli olacağım. İvan Yakovleviç sustu. Düşünmeye başladı: şimdi polisler gelip evinde bu burnu bulacaklar, onu suçlu sayacaklardı. Bu düşünceyle kafası büsbütün karıştı. Polislerin kırmızı yakalarını, giysilerindeki süslü işlemeleri, bellerindeki kılıçları daha şimdiden görür gibi oluyordu. Eli ayağı titremeye başladı. Pantalonuyla çizmelerini aldı, bütün yıpranmış giysilerini giydi. Praskovya Osipovna’nın bitip tükenmek bilmeyen dırıltıları arasında burnu bir beze sardı; sokağa çıktı. Bezi bir yere bırakmak istiyordu; artık neresi olursa; bir taşın altı mı olur, yoksa bir kapının yanı mı? Ya da bir köşede dalgınlıklaymış gibi düşürür de başka bir sokağa mı dönüverirdi? Ama tersliğe bakın ki, sokağa çıkmasıyla ensesinde bir takım dostlarının bitivermesi bir oldu. Bunlar hemen kendisini sorguya çekmeye başladılar: “Nereye gidiyorsun?” gibi bir takım anlamsız sorular. Öyle ki, İvan Yakovleviç bu durumda hiçbir fırsat bulamadı. Sonunda, elindeki bezi düşürmeyi başardı; ama görüldü. Uzaktan, bir polis memuru, mızrağıyla işaret ederek sesleniyordu: “Hey! Bir şey düşürdün, al onu!” İvan Yakovleviç ister istemez eğildi, burnu alıp cebine koydu. Sokakta kalabalığın gittikçe arttığını, mağazaların, dükkânların birer ikişer açıldığını gördükçe bu işten bütün bütün umudunu kesmeye başlamıştı. Sonunda, İsakiyef köprüsüne gitmeye karar verdi. Belki orada bir pundunu bulur, burnu Neva’ya atabilirdi. Ama ben yanlış yaptım. Birçok noktadan saygı değer bir adam olan İvan Yakovleviç konusunda size daha birkaç söz söylemeliydim. İvan Yakovleviç, bütün namuslu Rus esnafı gibi, gece gündüz içerdi. Her gün yabancıları tıraş ederdi de kendi sakallarını kesmezdi. Frakı (çünkü İvan Yakovleviç kaftan giymiyordu) alacalı bulacalıydı, daha doğrusu siyahtı da üzerinde tarçın sarısı ve kurşuni benekler vardı; yakası pırıl pırıldı. Üç düğmesi kopmuş, yerlerinde yalnızca iplikleri kalmıştı. Tam anlamıyla utanmaz bir adamdı. Şube müdür yardımcısı Kovalev her tıraşta ona “Ellerin de hep kötü kötü kokuyor, İvan Yakovleviç!” der, o da, “Neden kokuyor acaba?” diye yanıtlardı, “Ne bileyim, birader, kokuyor işte.” Bunun üzerine İvan Yakovleviç, bir tutam enfiye çeker, Kovalev’in yüzünü sabunlamaya başlardı. Yanaklarını, kulaklarının arkasını, dudağının üstünü, çenesinin altını, kısacası neresi aklına eserse. Sayın yurttaş, sonunda, İsakief köprüsüne geldi. İlkin sağa sola şöyle bir göz attı. Sonra köprünün parmaklığına yanaştı. Orada, köprünün altından geçen balıklara bakıyormuş gibi yapıp, beze sarılı burnu yavaşça ırmağa bıraktı. Sanki üstünden bin çeki yük kaldırmışlardı; yüreği öyle hafifledi ki; güldü bile. Müşterilerini tıraş etmeye gidecek yerde, kapısında, “Her Türlü Yiyecek ve İçecek” yazılı bir dükkândan içeri girdi; bir bardak punç isteyecekti. O aralık, birdenbire, mahallenin polis komiserinin köprü başında durduğunu gördü. Adamın, geniş favorileri, üç köşeli şapkası, belindeki kılıcıyla, kibar bir durumu vardı. Korkudan, berberin her yanından soğuk bir ter boşandı. Komiser, eliyle ona işaret ederek: – Gel bakalım buraya, ahbap! dedi. Yol yordam nedir pek iyi bilen İvan Yakovleviç, kasketini ta uzaktan çıkararak komiserin yanına koştu: – Günaydın, efendimiz! – Hayır, hayır; efendimiz falan yok şimdi. Söyle bakayım, biraz önce ne yaptın şurada? Köprünün üstünde? – Vallahi efendim, müşterilerimi tıraş etmeye gidiyordum; yalnızca, biraz durdum da, sular hızlı mı akıyor yoksa yavaş mı, ona baktım. – Yalan söylüyorsun, yalan! Bununla yakayı kurtaramazsın. Söyle doğrusunu. İvan Yakovleviç: – Yüce kişiliğinizi haftada iki kez; ne ikisi, üç kez, hiç kusursuz tıraş etmeye hazırım, diye yanıt verdi. – Hayır dostum, saçma şeyler bunlar. Üç tane berberim var benim; beni tıraş etmeyi kendileri için onur sayarlar; sen onu bırak da, ne yapıyordun biraz önce şurada, onu söyle. İvan Yakovleviç sarardı… Ama öykü burada kalın bir bulut tabakasıyla kapanır. Bundan sonra ne olduğu konusunda da hiçbir şey bilinmez.

II Şube müdür yardımcısı Kovalev, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da dudaklarıyla “Bırr… Bırr…” yapmaya başladı. Nedenini kendisi de bilmezdi ama her uyanışında böyle yapardı. Gerindikten sonra masanın üstünde duran küçük aynayı kendisine vermelerini buyurdu. Dünden beri burnunda oluşan sivilceye bakacaktı. Aynayı eline alınca, şaşkınlıkla, burnunun yerinde bir düzlükten başka bir şey olmadığını gördü. Aklı başından giden Kovalev, su getirtti, bir peşkirle gözlerini ovaladı; gerçekten de burnu yoktu. Eliyle bir daha dokundu; sonra, düş falan olmasın diye kolunu çimdikledi; ama, hayır! Galiba gerçekti. Şube müdür yardımcısı Kovalev yatağından atladı, silkindi: burun gene yerinde yoktu. Hemen giysilerini istedi; doğru, merkeze, polis müdürünü görmeye koştu. Fakat bu arada Kovalev için birkaç söz söylemek gerek. Birkaç söz söylemeli ki, okur ne biçim bir adamla karşılaştığını anlasın. Diplomalı şube müdür yardımcılarıyla bu meslekte Kafkasya’dan yetişmiş olanlar, kesinlikle birbirleriyle karşılaştırılamaz. Bunlar birbirinden tümüyle farklı iki sınıftır. Mesleğe bilim yoluyla… Yok yok, susayım daha iyi. Çünkü bu Rusya acayip bir ülke. Hangi şube müdür yardımcısından söz edersek edelim, Riga’dan Kamçatka’ya dek, bütün şube müdür yardımcıları kendi üzerlerine alınırlar kesinlikle. Hoş bu bütün meslekler, bütün konumlar için böyledir ya. Kovalev, Kafkasya’dan yetişme bir şube müdür yardımcısıydı. Bu konumu hak edeli daha iki yıl olmuştu; bundan dolayı, bunu hiçbir zaman unutmazdı. Kendisinden söz ederken öyle yalnızca şube müdür yardımcısı demezdi. Yanına bir de “Binbaşı” (3) katarak kendisini biraz daha ağır satmaya çalışırdı. Örneğin, sokakta gömlek satan bir kadına raslar, ona şöyle derdi: “Dinle güzelim, git evime dek; evim Sadovaya’dadır. ‘Kovalev binbaşı burada mı oturuyor?’ diye sor. Kime sorarsan gösterir.” Eli yüzü düzgün bir kadın görünce, ona da alçak sesle bir şey söyledikten sonra, şöyle sürdürürdü konuşmasını: “Şekerim, Kovalev binbaşının evi de, yeter.” Onun için, kendisinden söz ederken, bundan sonra hep “Binbaşı” diyeceğiz. Kovalev binbaşının Nevski caddesinde her gün şöyle bir dolaşmak âdetiydi. Gömleğinin yakası her zaman apak, her zaman kolalıydı. Favorileri, il ya da ilçe kadastro memurlarının, mimarların ve askerî hekimlerin favorilerine benzerdi. Bu adamların hepsi, ayrı ayrı işler görürler; ama hepsinin, ortak bir yanları vardır. Hepsi tombalak al yanaklıdırlar. Hepsi, pek güzel boston oynarlar. Favorileri yanaklarının orta yerinden başlar, ta burunlarına dek gider. Kovalev binbaşı, üzerinde birçok mühür taşırdı. Bunların kimileri armalıydı. Kimilerinde de çarşamba, perşembe, pazartesi gibi günler kazılıydı. Petersburg’a iş için gelmişti. Onuruyla uyarlı bir konum bulmak için. Becerebilirse bir vali yardımcılığı alacak, beceremezse, uygun bir bakanlıkta bir şube müdürlüğü falan uyduracaktı. Kovalev binbaşı evliliğe karşı değildi; ama bir koşulla: evleneceği kadın, hiç değilse iki yüz bin rublelik bir çeyiz getirmeliydi. Şimdi okur, binbaşının o oldukça güzel burnunun yerinde bu anlamsız boşluğu gördüğünde ne duruma geleceğini kendiliğinden kestirebilir. Aksi gibi görünürde bir tek araba yoktu. İster istemez yaya gidecekti. Paltosuna büründü; yüzünü de, burnu kanıyormuş gibi, mendiliyle kapadı. – Belki de bana öyle geldi, diye düşünüyordu. Durup dururken adamın burnu düşer mi? Bir daha aynaya bakmak niyetiyle bir şekerci dükkânına doğru yürüdü. Allahtan, şekercide hiç kimse yoktu. Çıraklar ortalığı topluyor, iskemleleri yerleştiriyorlardı. Kimi de, daha hâlâ gözlerinden uyku akarak, sepetlerin içinde sıcak börekleri götürüyorlar, masaların üzerinde geceden kalmış üzerleri kahve lekeleriyle dolu gazeteleri topluyorlardı. – Çok şükür, kimse yok, dedi; şimdi iyice bir bakayım suratıma. Sıkılgan bir tavırla aynaya doğru yürüdü, baktı; yere tükürerek: – Allah Allah! diye söylendi; bu ne ürkütücü şey böyle! Burun yerine başka bir şey olsa yüreğim yanmayacak; ama hiçbir şey yok! Öfkesinden dudaklarını ısırarak şekerciden çıktı. Bugüne dek yapmadığı bir şeye, kimsenin yüzüne bakmamaya, kimseyle konuşmamaya karar verdi. Ansızın, bir evin kapısında donmuş gibi durdu. Gözlerinin önünde anlatılmaz derecede tuhaf bir olay olmuştu. Kaldırımın yanında bir araba durdu; kapısı açıldı, içinden üniformalı bir efendi atladı; iki büklüm, hızla merdivenlerden yukarı çıktı. Kovalev, bu adamın tastamam kendi burnu olduğunu görünce, korkudan, şaşkınlıktan ne duruma geldi, siz düşünün artık. Bu ürkünç sahne karşısında, çevresinde, bütün dünya fırıl fırıl döndü. Öyle ki, düşmemek için kendisini güç tuttu. Bir bunalım içindeymiş gibi zangır zangır titreyerek, arabasına dönünceye dek bu efendiyi beklemeye karar verdi. İki dakika sonra, burun yeniden göründü. Efendinin sırtında sırma işlemeli, dik yakalı bir giysi; ayağında güderi bir pantolon; belinde de bir kılıç vardı. Tüylü şapkasından Danıştay üyesi olduğu anlaşılıyordu. Davranışları, her şeyi, ziyarete gittiğini gösteriyordu. Sağına soluna baktıktan sonra, arabacıya, “Yanaş!” diye buyurdu; arabaya bindi ve yola koyuldular. Zavallı Kovalev deli olacaktı. Böylesi hiç başına gelmemişti. Daha dün gece yerinde duran bir burun, -yürümez, etmez- nasıl oluyordu da bugün üniformalar içinde çıkıyordu karşısına? Gerçekten, nasıl oluyordu bu? Yeniden arabanın peşinden koşmaya başladı. Bereket versin araba pek uzağa gitmemiş, Gostini Dvor’un önünde durmuştu. Koştu; bir sıra yaşlı dilenci kadının arasından geçti. Kadınların bezlerle sarılı suratlarında tek gözlerinden başka bir şey görünmüyordu. Bir zamanlar bununla alay ederdi. Sokak ıssızdı. Kovalev’in kafası öyle karmakarışıktı ki, ne yapacağını, neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu. Gözleri fıldır fıldır, köşe bucak, efendiyi arıyordu. Sonunda gördü. Bir dükkânın önünde ayakta duruyordu. Burnun yüzü, yüksek dik yakasının içinde yitmiş gibiydi. Dikkatli dikkatli eşyaları gözden geçiriyordu. Kovalev: – Şimdi nasıl yanaşmalı? diye düşündü. Durumuna, tavrına, şapkasına, giysisine bakarsan bir Danıştay üyesi. Ne yapsam bilmem ki!.. Hafif tertip öksürerek, Danıştay üyesinin sağında, solunda dolaşmaya başladı. Fakat, burun hiç istifini bozmuyordu. Sonunda, Kovalev, o da güçbelâ, bütün cesaretini toplayarak: – Efendim!.. diyebildi, efendim!.. Burun, dönerek: – Ne istiyorsunuz? diye sordu. – Şaşılacak bir şey, efendim… Öyle sanıyorum ki… Yerini siz bileceksiniz; sizi de ansızın gördüm; nerede?.. açık söyleyin ki… – Af buyurun, ama neden söz ettiğinizi anlayamıyorum. Açıklar mısınız? Kovalev “Nasıl anlatsam?” diye düşündü, sonra kafasını toplamaya çalışarak: – Şu kesin ki, diye başladı, şu kesin ki… Önce kendimi tanıtayım. Bendeniz Kovalev binbaşı. Şu anda burunsuzum. Benim gibi bir adamın burunsuz gezmesinin hoş bir şey olmayacağını kabul edersiniz. Voskresenski köprüsünde portakal satarak geçinen bir kadın için burun önemli olmayabilir. Ama benim için öyle mi ya? Ben ki, gelecekle ilgili büyük düşünceleri olan, ayrıca, birçok önemli ailenin evine girip çıkan, birçok hanımefendiyle tanışıklığı olan, örneğin Bayan Çehtareva ile, o bir Danıştay üyesinin karısıdır, onlarla, ayrıca birçok hanımefendiyle düşüp kalkan bir insanım; siz düşünün artık… Ne yapacağımı bilmiyorum, efendim. (Kovalev binbaşı bu sözü söylerken omuzlarını kaldırmıştı)… Bağışlayın… Bağışlayın ama… Biraz da namus ve onur kuralları düşünülerek davranılacak olursa… Anlıyorsunuz, değil mi? Burun: – Kesinlikle hiçbir şey anlamıyorum, diye yanıt verdi. Daha açık söyleyin. Kovalev bütün kurumunu takınarak: – Sözlerinizi nasıl karşılamak gerek, bilmiyorum efendim, dedi. Sorun, sanırım, yeterince açık… Daha mı açık söyleyeyim istiyorsunuz? Hay hay!.. Siz benim burnumsunuz. Burun, binbaşıyı tepeden tırnağa süzdü; biraz kaşlarını çatarak: – Aldanıyorsunuz, beyefendi, diye yanıt verdi; ben kendimim. Hem, sizinle benim aramda hiçbir sıkı ilişki olamaz. Üniformamızın düğmelerine bakılacak olursa, siz Senato’da ya da Adalet Bakanlığı’nda çalışıyorsunuz, bense Eğitim Dairesi’ndeyim. Bu sözleri söyledikten sonra da arkasını döndü. Kovalev, ne yapacağını, ne edeceğini tümüyle şaşırmıştı. O anda, bir kadın kumaşının hoş hışırtısı işitildi; her yanı tenteneler içinde olan yaşlıca bir kadın kendisine doğru yaklaştı. Yanında ince yüzlü bir genç kız vardı. Ak entarisi biçimli vücudunu bütün güzelliğiyle ortaya çıkarıyordu. Başına, tüyü kadar hafif, açık sarı bir şapka giymişti. Arkalarında uzun favorili, geniş ve yüksek yakalıklı, uzun boylu bir bey belirdi, tütün tabakasını açtı. Kovalev biraz sokuldu, patiska gömleğinin yakasını biraz gevşetti ve çıkardı; altın bir zincir üzerinde sıralı duran mühürlerini düzeltti. Gülümseyerek, fidan boylu genç bayana, dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Biraz eğilerek yürüyen genç kız bir bahar çiçeğine benziyordu. Alnına götürdüğü ufak beyaz elinin parmakları balmumundan gibiydi. Kovalev kızın, şapkanın altındaki yuvarlak beyaz çenesiyle bir bahar goncasına benzeyen yüzünü görünce, gülümsemesi bütün bütün arttı. Ama telaş içinde, bir yeri yanmış gibi, ansızın geriye döndü. Burnunun yerinde hiçbir şey bulunmadığını anımsamıştı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Döndü, o üniformalı adamı aradı; bir hayduttan, bir dolandırıcıdan başka bir şey olmadığını yüzüne karşı, hem de bağıra bağıra söyleyecekti. Diyecekti ki, bu Danıştay Üyesi kılığındaki kişi kendi burnundan başka bir şey değildir. Ama burun görünürde yoktu. Kaşla göz arasında yitivermişti. Belki de ziyaretlerini sürdürüyordu. Bunu düşünen Kovalev yeniden umutsuzluğa düştü. Sütunlu bir kapının önünde bir dakika durdu; burnu yine göremez miyim diye sağa sola baktı. Şapkasında bir tüy, giysisinde de sırma işlemeler olduğunu iyi anımsıyordu; ama paltosuna dikkat etmemişti. Ne arabanın rengini biliyordu, ne de atların! Arkasında uşakları var mıydı, yok muydu? Varsa ne biçim giysiler giymişlerdi; bunların da ayrımında değildi. Atlarını koşturarak, iki yönden de bir sürü araba gelip geçiyordu, hepsine birden bakmak çok güçtü. Hoş, bunun güç bir iş olmadığını, arabayı da gördüğünü de kabul etsek bile, nasıl durduracaktı arabayı? Hava, çok güzeldi. Her yer günlük güneşlikti. Nevski Alanı insanlarla doluydu. Kadınların kalabalığı, Politseisk Köprüsü’nden Aniçkin Köprüsü’ne dek, bütün kaldırımı bir çiçek seli gibi dolduruyordu. Kovalev’in, bu kalabalığın içinde dolaşan bir arkadaşı vardı. Müdürdü. Barem cetvelinde 7. derecedeydi. Kovalev, yabancıların yanında, ona genellikle “Kaymakam bey” diye seslenirdi. İşte bir başka arkadaşı daha geçiyordu önünden: Yarijkin. Senato kaleminde şube müdürü olan bu arkadaşı, arkadaşlarının en iyisiydi. Boston oynadığı zamanlar, boyuna para yitirirdi. İşte bir başka müdür yardımcısı daha. Bu da konumunu Kafkasya’da elde edenlerdendi. Eliyle işaret edip Kovalev’i yanına çağırdı. Kovalev, içinden, “Patla!” dedi; sonra seslendi: – Hey! Arabacı! Beni doğru Emniyet Müdürlüğü’ne götür. Arabaya kuruldu. “Son hızla!” diye de ekledi. Daha kapıdan girerken sordu: – Emniyet Müdürü burada mı? Kapıcı: – Hayır, diye yanıtladı, yeni çıktı. – Hay aksi şeytan hay! – Evet, çıkalı da çok olmadı. Bir dakika önce gelseydiniz, sanırım bulurdunuz. Kovalev, mendili burnundan ayırmadan, yeniden arabaya döndü, arabacının yanına oturarak umutsuz bir sesle, “Çek!” diye bağırdı. Arabacı: – Nereye? diye sordu. – Doğru. – Nasıl doğru? Köşe başındayız; sağa mı, sola mı? Bu soru Kovalev’in keyfini kaçırdı. Yeniden, düşünmek zorunda kalıyordu. Onun durumunda bir insan, her şeyden önce, polise gitmeliydi. İşi polislik bir iş olduğundan değil, derdinin umarı orada daha çabuk bulunurdu da ondan. Burnun görev yaptığı yere gitse de hakkını orada arasa nasıl olurdu acaba? Her durumda pek önlemli bir davranış olmazdı bu. Çünkü, herifin biraz önce nasıl yanıtlar verdiğini görmüştü. Adamın sağı solu yoktu. Bir kez daha yalan söyleyebilirdi; biraz önce nasıl söylemişti! Kendisini tanımadığını, hiçbir zaman bir arada bulunmadıklarını ileri sürecekti. Bu yalancı, bu dolandırıcı adamın, daha ilk konuşmalarında, öyle kalleşçe bir tavır takındığını gördükten sonra, eline fırsat geçer geçmez bu kenti terk edeceğinden kuşku duymamak, cahillik olurdu. Bu nedenle başvuracağı en uygun yer polis olamazdı. Adam bir kaçıverirse, nerede arar da bulurdu? Bulsa bile, iş, kimbilir ne kadar uzayacaktı. Tanrı göstermesin, bir ay mı sürerdi artık. Sonunda aklına uygun bir düşünce geldi. Belki de Tanrı da acıyor, biraz yardım ediyordu kendisine. Doğruca gidip bir gazetede bir duyuru bastıracak, adamın bütün özelliklerini iyice betimleyecekti. Böylece, ona raslayanlar herifi yakalayıp getirebilecekler; hiç değilse, nerede oturduğunu haber vereceklerdi. Bu kararı verdikten sonra, arabacıya, hemen bir gazete yönetim yerine çekmesini buyurdu; yol bitinceye dek adamcağızın durmadan sırtını yumrukladı. Bir yandan da bağırıyordu: – Ulan kerata, çabuk ol, biraz daha çabuk be sersem herif! Arabacı kafasını sallıyor, aynı zamanda, fino köpeği gibi tüylenmiş olan beygirlerini kırbaçlayarak: – Ancak bu kadar olur beyim, diyordu. Sonunda araba durdu. Kovalev, indikten sonra, küçük bir kabul odasına girdi. İçeride gazetenin yaşlı bir memuru vardı. Sırtında eski bir frak, gözünde gözlük, ağzında bir kalem, masa başına oturmuş para sayıyordu. Kovalev, bağıra çağıra, “Burada duyuruları kim alır?” diye içeriye daldı. Memuru görünce: – Ha! Merhaba! dedi. Kıranta memur, gözlerini bir kaldırıp bir indirdikten sonra: – Saygılarımı sunarım, diye yanıt verdi. Yeniden meteliklerini saymaya başlamıştı. – Gazetenize bir duyuru vermek… Memur: – İzin veriniz, diyerek onun sözünü kesti; biraz beklemenizi dileyeceğim. Sağ eliyle bir kâğıda bir rakam yazıyor, sol eliyle de abaküsten iki yuvarlağı öbür yana geçiriyordu. Giysisi kordonlu, temiz pak, bu durumu uzun süreden beri kibar bir ailede hizmet ettiğinin kanıtı olan bir uşak, elinde bir pusula, masanın önünde duruyor, inceliğini göstermek için fırsat kolluyordu. – Emin olun, efendim, dedi, bu ufacık köpek sekiz grivnik (4) etmez. Ben sekiz kapik bile vermem. Ama, bizim kontes bayılır, günahı boynuna, bu köpeğe bayılır! Baksanıza, söz verdi, kim bulup getirirse yüz ruble ödül verecek. Aramızda kalsın, bu insanların zevkleri de hiç birbirine uymuyor. Anlarım, insan meraklı olur da beş yüz ruble verir, bin ruble bile verir, bir tazı ya da bir fino köpeği alır. Ama güzel bir köpektir; değer. Ağır başlı memur bütün bunları ciddî bir yüzle dinliyordu. Bir yandan da gazeteye gelen duyuruların harflerini saymakla uğraşıyordu. Yanda, ellerinde pusulalar, yaşlı kadınlardan; işyerlerinin adamlarından, kapıcılarından oluşmuş bir kalabalık bekliyordu. Pusulalarda duyurular vardı. Birinde tokgözlü bir arabacı kirayla çalışmaya gönderiliyor; bir başkasında 1814’te Paris’ten gelmiş ve az kullanılmış bir arabanın satılığa çıkarıldığından söz ediliyordu. On dokuz yaşında, çamaşırcılıktan çok iyi anlar, aynı zamanda elinden her iş gelir bir kız, köle olarak kiraya veriliyor. Bir tek yayı kırık, ama dayanıklı bir araba satılıyor; 17 yaşında, boz benekli, genç bir ata alıcı aranıyor, Londra’dan yeni gelmiş taze şalgam ve turp tohumu bulunduğu duyuruluyor; her türlü eklentisiyle [müştemilatıyla] birlikte satışa çıkarılan bir yazlık evin övgüsü yapılıyordu. Evin eklentileri iki ahırdan, bir de ileride, güzel bir çam ve kayın ormanı durumuna getirilebilecek bir arsadan oluşuyordu. Bir başka duyuruda, bir kimse, eski kundura pençeleri satmak istediğini bildiriyor, isteklilerin akşamın sekizinden sabahın üçüne dek başvurmaları gerektiğini söylüyordu. Kalabalığın beklediği oda küçüktü; havası da iyice bozulmuştu; ama Kovalev hiçbir şey duymuyordu; çünkü yüzü bir mendille örtülüydü; burnu da, Tanrı bilir neredeydi. Beklemekten sabrı tükenmişti, dayanamadı: – İzin buyurursanız, efendim, isteğimi sunayım, dedi… İşim pek İvedi de… – Şimdi! Şimdi!.. İki ruble, üç kopek!.. Bir dakika!.. Bir ruble, altmış dört kopek! Kıranta memur, sonunda, kadınların, kapıcıların pusulalarından başını kaldırabildi. Kovalev’e dönerek: “Buyurun!”‘ dedi. – Sizden ricam… Bir dalavere oldu; nasıl söylesem? Bir dolandırıcılık! Nasıl olduğunu şu ana dek anlayamadım. Sizden ricam, bunu gazetenize yazmanız. O haydudu bana kim bulur getirirse iyi bir ödül vereceğim. – Lütfen adınızı söyler misiniz? – Aman, aman, sakın ha! Adım da ne olacakmış? Hem adımı söyleyemem ki. Bir sürü tanıdığım var; Bayan Çentareva bir Danıştay üyesinin karısıdır; sonra, Bayan Pelagya Grigoriyevna Podtoçina, yüksek rütbeli bir subayın ailesidir. Ya duyuverirlerse? Aman, Tanrı korusun! Siz yalnızca, “Bir şube müdür yardımcısı” diye yazın, ya da, daha iyisi, “bir binbaşı” deyin. – Yani, uşağınız mı kaçtı? – Hangi uşağım? Keşke uşağım olsa! Giden, burun!.. Burun!.. – Ya! Amma da şaşırtıcı bir ad? Peki, bu Bay Burun sizi çok mu dolandırdı da gitti? – Burun! Ne olduğunu gene anlamadınız ki! Benim burnum, kendi burnum. Yitti; nerde, bilmiyorum. Şeytanın bana ettiği bir iş bu! – Ama nasıl yitti? Söylediklerinizden pek bir şey anlamıyorum. – Nasıl yittiğini anlatamayacağım. Yalnızca, önemli olan şu ki, burnum, Danıştay üyesi kılığında, şu anda kentte dolaşıyor. Size duyuru vermek isteyişim de bu yüzden. Kim görürse yakalayıp, en kısa zamanda bana getirmesini istiyorum. Bu kadar görünen bir organım eksik olarak nasıl yaşayabilirim? Bir ayak parmağı gibi de değil ki!.. Öyle birşey olsa kabul! Ayakkabının içinde ne olduğunu kimse görmez. Her perşembe kendisini ziyarete gittiğim bir hanımefendi vardır; bir Danıştay üyesinin karısıdır; Bayan Çehtareva. Yine, görüştüğüm bir bayan daha vardır: Bayan Pelagya Grigoriyevna Podtoçina: yüksek rütbeli bir subayın ailesidir; çok güzel bir kızı vardır. Ayrıca birçok kibar aileye daha girer çıkarım; siz söyleyin, ne yaparım ben şimdi? Bu durumumla, ötede beride, nasıl görünürüm? Memur dudaklarını büzdü: düşünüyordu. Uzun süre sustuktan sonra, sonunda: – Hayır, dedi, böyle bir duyuruyu gazeteye koyamam. – Nasıl hayır?.. Niçin koyamazsınız? – Çünkü böyle bir duyuru bir gazetenin ününü sarsabilir. Öyle her önüne gelen, burnunun yittiğini yazdırmaya kalkacak olursa işin sonu nereye varır? Aslında gazetelerde bir sürü saçma sapan yazılar çıktığından söz edip duruyorlar. – Neden saçma sapan oluyormuş? Bu işte saçmaya benzer bir şey göremiyorum! – Siz öyle düşünüyorsunuz; ama bakın, geçen hafta bir olay oldu. Bir yüksek kişi geldi; tıpkı bugün sizin geldiğiniz gibi; elinde de, duyurulmak üzere, bir kâğıt. Duyuru ücreti de, iki ruble yetmiş üç kopek tutmuştu. Yazı şöyleydi: siyah tüylü bir fino köpeği yitti. Olur a, köpek bu! Yiter yiter… Ama, en sonunda altından ne çıktı, biliyor musunuz? Meğer iş bir maskaralıktan başka bir şey değilmiş; o fino köpeği dediği de, bilmem hangi kuruluşta vezne memuruymuş. – Ama; benim size verdiğim duyuru bir fino köpeği hakkında değil ki; öz be öz kendi burnum hakkında; yani, dolayısıyla, kendi hakkımda. – Hayır! Böyle bir duyuruyu yayınlayamam. – Peki, ya benim burnum gerçekten yittiyse? – Olabilir, ama o hekimin bileceği iş. Söylediklerine göre uzman insanlar varmış; sanırım, size pek güzel bir burun yapacaklardır. Hem, ben öyle sanıyorum ki, siz şakacı bir kimsesiniz; insanlara takılmaktan pek hoşlanıyorsunuz. – Değil, vallahi değil! Neyin üstüne isterseniz ant içeyim. İzin buyurun, iş bu duruma geldi; o zaman göstereyim size. Memur biraz enfiye çekti: – Zahmet etmeyin, dedi. Sonra, meraklı bir davranışla ekledi: – Bununla birlikte, zahmet olmazsa, ben çok hoşnut olurum görmekten. Müdür yardımcısı, yüzündeki mendili çekti. Memur: – Vallahi, dedi, şaşılacak bir şey. Yeri, dümdüz; kaymak gibi, evet, dümdüz; inanılmayacak derecede düz. – Ya! Gördünüz mü? Hâlâ direnecek misiniz? Benim duyurumu yayımlamamanın olanaksız olduğunu siz de anladınız, değil mi? Size bundan dolayı özellikle minnet duyacağım. Ayrıca, bu olayın, bana, sizinle tanışmak onurunu bağışlamış olmasından da çok hoşnutum. Kovalev, bu kez aşağıdan almaya karar vermişti. Bu niyeti sözlerinden de anlaşılıyor ya… Memur: – Bu duyuruyu yayımlamak, işin doğrusu, önemsiz bir şey. Yalnızca, sizin bundan büyük bir yararınız olacağını sanmıyorum. Siz bu işi kalemi güçlü bir insana verseniz de o bunu doğal bir olaymış gibi yazsa: sonra örneğin, Kuzey Arısı dergisinde (burada biraz enfiye daha çekti) bu makaleyi yayımlasa! Hem gençlik yararlanır, (burada da hapşırdı) hem halk ilgiyle okur. Müdür yardımcısı, umutsuz bir durumda, gözlerini, masanın üzerinde duran bir gazetenin alt yanına eğdi. O kısımda tiyatro haberleri vardı. Yüzü gülmeye başladı. Gazetede bir kadın sahne sanatçısının adını okumuştu. Güzel bir kadındı. Elini cebine soktu, mavi bir kâğıt para araştırmaya başladı. O parayla gidilince tiyatroya, kalburüstü kimselerin oturduğu koltuklarda oturulurdu. Fakat burnunu anımsar anımsamaz bütün düşlemleri darmadağın oldu. Kovalev’in bu acıklı durumuna memur da üzülüyor gibiydi. Bu ortaklığın onun derdini biraz olsun hafifleteceğini düşünerek birkaç söz söylemek istedi: “Başınıza böyle bir iş gelmiş olmasına cidden üzüldüm. Biraz enfiye çekmez misiniz? Hem başınızın ağrısını giderir, hem de üzüntünüzü dağıtır; aynı zamanda, basur memesine karşı da iyi bir ilaçtır”. Bunları söyleyen memur, Kovalev’e bir tabaka uzatmıştı. Üstelik tabakanın kapağında şapkalı bir kadın resmi vardı. Memurun bu düşüncesiz davranışı karşısında sabrı tükenen Kovalev, öfkeyle: – Anlamıyorum, dedi, nasıl hâlâ işin alayında olabiliyorsunuz? Görmüyor musunuz ki, enfiye çekebilmek için gerekli olan şey yok bende? Yerin dibine geçsin enfiyeniz! Değil sizin kötü enfiyeniz, enfiyelerin şâhı olsa gözümde yok. Bunları söyledikten sonra, sinirleri bozulmuş olarak, gazete yönetim yerinden çıktı; polis komiserliğine doğru yolu tuttu. Kovalev tam komiserin uykuya yatmak üzere olduğu bir sırada vardı karakola. Uzanan komiser, esneyerek, “Şöyle tadını çıkara çıkara, iki saatçik olsun bir uyku çekeyim,” diyordu. Müdür yardımcısının zamansız geldiği besbelliydi. Polis komiseri sanatlı şeylere olsun, el sanatı ürünlerine olsun, çok meraklıydı. Ama hazinenin yapıtı olan papelleri hepsine yeğlerdi. “Öyle bir şey ki…” derdi, “… daha iyisi can sağlığı. Ne ekmek ister, ne su. Yer tutmaz, cebe girer; yere düşse kırılmaz.” Kovalev’i çok yavan karşıladı. Ufak yollu da dokundurdu. Yemek üstüne incelemeye başlamanın zamansız bir iş olacağını, doğanın bile öyle buyurduğunu, tok karnına biraz dinlenmenin gerekli bir şey olduğunu, (Kovalev, polis komiserinin, filozofların özdeyişlerine pek yabancı olmadığını görebilmişti) namuslu bir insanın böyle zamanlarda burnunu yitirmeyeceğini, açıktan açığa duyumsattı. Komiserin sözleri bizim kahramana pek dokundu. Unutmamak gerek ki, Kovalev çok alıngan bir insandı. Kişiliğine yapılan her türlü saygısızlığı hoş görebilirdi, ama toplumsal konuma ya da rütbeye karşı saygısızlık edeni dünyada bağışlamazdı. Örneğin tiyatro yapıtlarında küçük rütbeli subaylar hakkında ileri geri sözler söylenmesini kendi kendine uygun bulabiliyordu da, büyük rütbeli subaylara dil uzatmalarına asla dayanamıyordu. Komiserin onu böyle karşılaması öyle ağırına gitti ki, kendisini tutamadı; kafasını salladı; elini uzatarak, kurumlu bir tavırla: – Bu saldırgan sözlerinizden sonra, ekleyecek hiçbir şeyim kalmıyor, dedi; hemen çıktı. Bütün ağırlığını bacaklarında duyarak, evine döndü. Gece oluyordu. Evi bütün bu tatsız olaylardan sonra ona son derece pis, son derece iç kapayıcı göründü. Kapıdan içeri girer girmez uşağı İvan’la karşılaştı. Uşak, eski zaman derisinden yapılmış minderin üstüne sırtüstü uzanmış, boyuna tavana tükürüyor, büyük bir ustalıkla da hep aynı yere nişan alıyordu. Bu terbiyesizce davranış Kovalev’i büsbütün çileden çıkardı. Şapkasıyla uşağın alnına vurarak, “Sen hep böyle aptalca işlerle uğraşadur,” dedi. İvan bir hamlede yerinden sıçradı; telâşla efendisinin paltosunu çıkarmaya koyuldu. Binbaşı, yorgun, üzüntülü bir durumda odasına girdi; kendisini bir koltuğun üzerine attı; derin derin birkaç soluk aldıktan sonra: – Ey tanrım! dedi; nedir bu talihsizlik? Elim olmayabilirdi, ayağım olmayabilirdi; kulağım olmayabilirdi; amabunların hepsi, bugünkü durumumdan bin kez daha iyidir. Burunsuz bir adam! Ne demek bu? Ne kuş, ne deve. Burnumu bir savaşta, bir düelloda falan yitirmiş olsam, ya da kendim yitirsem yüreğim yanmayacak. Ama değil! Bir hiç uğruna! Hem de nasıl? Bedava! Bir kopeklik bile çıkarım olmadan. – Düşündü – ama, hayır, olamaz! Bir burnun böyle düşmesi olmayacak şey. Ne türlü düşünürsen düşün, olmayacak şey! Kesinlikle düş görüyorum; ya da bir düşlem bu. Belki de, yanlışlıkla su içiyorum diye tıraş olduktan sonra yüzüme sürdüğüm alkolü içtim. Bu İvan sersemi kaldırmayı unutmuş olacak. Ben de olduğu gibi diktim sanırım. Binbaşı, sarhoş olmadığına iyice inanmak için bir yerini çimdikledi; ama o denli canı yanmıştı ki, kendisini tutamayıp bir çığlık attı. Çimdiğin acısı, düş görmediğini, sarhoş olmadığını, ona gereğinden daha iyi kanıtlamıştı. Usulca aynaya yaklaştı. Yavaş yavaş gözlerini kaydırmaya başladı. Belki de burnunu yerinde görecekti. Ama birden bire hızla geri döndü, “Aman Tanrım, ne maskara surat!” diye bağırmaktan da kendini alamadı. Akıl sır erecek şey değildi. Bir düğme olsa yitirilen ya da bir gümüş kaşık ya da bir saat ya da bunlara benzer başka bir şey, ne ise! Ama burun!.. Peki, kim aldı?.. Üstüne üstelik, kendi evinde! Kovalev, teker teker bütün olasılıkları gözden geçirdi. Akla en yakın geleni, bu işin, o yüksek rütbeli subay karısının, Bayan Podtoçina’nın başının altından çıkmış olmasıydı. Kızını Kovalev’e yamamak istiyordu. Kovalev de kızla cilveleşmekten hoşlanıyordu. Fakat işin son aşamaya yaklaştığını görür görmez yan çizmeye başlıyordu. Hanımefendi niyetini biraz daha açığa vurunca da bütün bütün kendisini geri çekiyor, tatlı tarafından tutturarak henüz genç olduğunu söylüyor, görevinde yükselmek, seçkinleşebilmek için daha beş yıl kadar beklemesi gerektiğini, o zaman da ancak kırk iki yaşında olacağını ekliyordu. O yüksek rütbeli subayın karısı, belki de, bunun acısını çıkarmak için Kovalev’e bir kötülük etmek istemiş, bu kötülüğü yapmak üzere de parayla büyücü karılar tutmuştu. Çünkü burnun kesilmiş olabileceğini düşünmek olanaksız bir şeydi. Odasına kimse girmemişti. Berber İvan Yakovleviç de kendisini ta çarşamba günü traş etmişti. O gün akşama dek burnu yerindeydi; ertesi perşembe günü de. Pek iyi anımsıyordu, bundan yana en küçük bir kuşkusu yoktu; hem, bir yara kısa zamanda kapanmaz, böyle kaymak gibi dümdüz bir duruma gelmezdi. Kafasında birtakım tasarılar geliştirdi: Bayan Podtoçina’yı mahkemeye verecek, belki de kendisine gidip çok aşağılayıcı bir davranışta bulunacaktı. O sırada kapının aralıklarından süzülen bir ışık bütün düşüncelerini yarım bıraktı. Demek ki, İvan dışardaki mumu yakmıştı. Biraz sonra İvan, elinde şamdan, içeriye girdi. Oda birdenbire aydınlanmıştı. Kovalev’in ilk devinimi, mendilini alıp henüz düne kadar burnu bulunan yeri örtmek oldu. Tek bu alık uşak, efendisini bu kadar şaşırtıcı bir durumda görüp şaşkınlıktan ağzını bir karış açmasın. İvan daha odasına dönmemişti, dışarda yabancı bir ses işitildi. Biri, “Müdür yardımcısı Kovalev burada mı oturuyor?” diye soruyordu. Kovalev, kapıyı açmak üzere telaşla yerinden fırladı: – Buyurun, diye bağırdı, Binbaşı Kovalev burada. İçeriye, favorileri ne fazla açık, ne fazla koyu, yuvarlak yüzlü, alımlı bir polis memuru girdi; o hani, bu öykünün başında, İsakiyev Köprüsü’nde gördüğümüz polis memuru. – Efendim, burnunuzu yitirdiniz mi? – Evet, doğru! – Bulundu da. Kovalev: – Ne söylüyorsunuz? diye bağırdı. Sevinçten dili tutulmuştu. Dudakları, yüzü, şamdanın titrek ışığında pırıl pırıl, önünde duran polise baktı; sonunda: – Peki, nasıl? diyebildi. – Tuhaf bir raslantıyla! O kaçarken yolda yakalandı. Posta arabasına yerleşmişti bile; niyeti Riga’ya kaçmaktı. Pasaportu epey bir zaman önce, bir memurun adına hazırlanmıştı. En tuhafı da onu bir beyefendi sandım. Bereket versin, gözümde gözlüğüm vardı. Onun bir burun olduğunu hemen anladım. Bendeniz miyopumdur da. Örneğin önümde duruyorsunuz, değil mi, yalnızca yüzünüzü görebilirim. O yüzün üstünde ne var? Burun mu? Sakal mı? Hiçbirini ayrımsayamam. Kaynanam da, yani karımın annesi, o da öyledir; hiçbir şey görmez. Kovalev’in aklı başında değildi. – Nerede şimdi? dedi, nerede? Hemen koşup gideyim. – Telaş buyurmayın! Size gerekli olacağını düşünerek yanımda getirdim. Gariptir, bütün iş Vosnoçenski Sokağı’nda berberlik eden bir haydudun elinin altından çıkıyor, kendisi de şu anda tutukevinde. Sarhoşluğundan ve hırsızlığından epeydir kuşkulanıyordum. Üç gün önce de bir dükkândan bir düzine düğme aşırdı. Ama merak etmeyin, burnunuz sağlamdır; hiçbir yerine bir şey olmadı. Polis memuru, bu sözleri söyleyerek, elini cebine daldırdı; oradan, bir kâğıt parçasına sarılmış olan burnu çıkardı. Kovalev: – Evet, o! diye haykırdı, ta kendisi! Sizi bir çay içmeye çağırsam, kabul buyurmaz mısınız? – Bu büyük dostluğunuzdan dolayı size son derece minnettarım. Ama şu anda olmaz. Buradan çıktıktan sonra bir ıslahevine gitmek zorundayım… Şu son günlerde de yaşam nasıl pahalılaştı. Yanımda da kaynanam var, yani karımın annesi; aynı zamanda çocuklarım da var. Büyüdükleri zaman adam olacak gibi görünüyor; akıllı oğlan; gel gelelim okutup büyütmek için param yok. Memur gittikten sonra, Binbaşı, tanımlanamaz bir ruh durumu içinde, birkaç dakika kıpırdamadı. Neden sonra, o da güç belâ, görmeye, duyumsamaya başladı. Birden bire gelen mutluluk onu işte bu duruma sokmuştu. Sonunda, korka korka, bulup getirdikleri burnunu iki avucuna aldı; bir daha, dikkatle baktı. – Evet, o! Tastamam kendi burnum! diyordu. İşte sol yanında da dün gece ortaya çıkan sivilce… Kovalev, sevincinden nerdeyse gülecekti. Ama bu dünyada hiçbir şey sürekli değil; bu nedenle de neşe, ikinci dakikada, birincidekinden farklıdır; üçüncüde bir derece daha zayıflar, sonunda bütün bütün yok olur, eski durumumuza döneriz; suda genişleyen halkaların, sonunda suyun yüzeyiyle bir olup yitmesi gibi. Kovalev düşünmeye başladı. Sorun henüz tümüyle bitmemişti. Gerçi burnu bulunmuştu, ama şimdi, bir de onu yerine yapıştırmak vardı. – Ya tutmayıverirse? Bunu düşünür düşünmez, benzi kül gibi oldu. Anlatılmaz bir korku içinde, masaya atıldı, aynayı aldı. Burnu çarpık yapıştırmamalıydı. Elleri tir tir titriyordu. Özene bezene burnu eski yerine yerleştirdi. Felaket! Tutmuyordu!.. Ağzına götürdü, Hohlayıp soluğuyla ısıttı, ondan sonra, iki yanağının arasındaki düzlük yere yeniden yerleştirdi. Boşuna! Hiçbir şey işe yaramıyordu. “Ee! Tutsana be baş belası!” dedi. Burun tahtadan gibiydi; masanın üstüne düştü, mantar sesine benzer tok bir ses çıkardı. Kovalev’in yüzü sinirli sinirli kırıştı. Canı sıkılarak, “Hiç mi tutmayacak acaba!” dedi. Burnunu birkaç kez yerine götürdü, ama bütün çabaları boşa çıktı. Kovalev, İvan’ı çağırdı, aynı yapının en güzel dairesi olan birinci katta oturan doktora gitmesini söyledi. Doktor, zarif, yakışıklı bir adamdı. Pomatlı favorileri, genç ve dinç bir karısı vardı. Her sabah elma yer, ağzını da görülmemiş derecede temiz tutardı. Sabahları üç çeyrek saat suyla çalkalar, beş çeşit fırçayla dişlerini ovardı. Doktor hemen biraz sonra göründü. Bu yıkımın başına ne zaman geldiğini sorduktan sonra, Kovalev’in çenesinden tuttu; başparmağıyla, burnu yerine bastı. Öyle ki, Kovalev’in başı hızla geri gitti, kafasının arkası duvara çarptı. Doktor, “Zarar yok!!” dedikten sonra kafasını duvardan ayırdı, önce biraz sağa çevirmesini rica etti; sonra, burun yerine dokunarak; “Hımm!” dedi. Başını bir de sola çevirmesini söyledi, bir daha dokundu, yine; “Hımm”! dedi, sonra bir fiske vurdu. Kovalev kafasını, dişlerine bakılacak bir beygir gibi, geri çekti. Doktor o incelemeyi de bitirdikten sonra başını sallayarak, dedi ki: – Hayır! olanaksız! Bu durumda kalmanız en iyisi, çünkü daha kötü olabilir. kuşkusuz, bu burun yerine takılabilir; isterseniz şimdi, hemen takayım. Ama inanın, daha kötü olacak. – İyi! Ama böyle burunsuz ne yaparım? Bundan daha kötüsü olamaz ki! Siz bunun ne demek olduğunu bilmiyorsunuz. Bu maskara gibi suratla kimin karşısına çıkabilirim? Bir sürü tanınmış dostum var; bugün bile, iki eve, akşam ziyaretine gitmem gerekiyor. Birçok insan tanır beni. Örneğin, Danıştay üyesi Çehtarev’in karısı, sonra Bayan Podtoçina, yüksek rütbeli bir subayın ailesi; gerçi bu olaydan sonra kendisiyle daha çok polis aracılığıyla görüşeceğim, ama… Kovalev sanki yalvarıyordu: – Tanrı aşkına! Nasıl olursa olsun, pek yakışmasa bile zararı yok, yeter ki, tutsun. Ara sıra, düşecek gibi olduğu zamanlar, elimle hafifçe bastırmaya da razıyım. Dans falan da etmem zâten. Bunun için düşmesinden korkum yok. Vizite ücretine gelince elimden geldiği kadar sizi hoşnut etmeye çalışırım. – Yoo! Kesinlikle! Ben para canlısı bir adam değilim. Bu benim yöntemime, sanatıma aykırıdır. -Doktor ne hızlı konuşuyordu, ne yavaş; ama sözleri öyle bir inandırıcıydı ki!- vizite ücreti olarak ufak bir şey alırım; o da müşterilerimi kırmamak için. Burnunuzu da yapıştırabilirim; ama, vallahi, inanmıyorsanız ant içeyim, daha çirkin olacak. Olduğu gibi bırakın, daha iyi. Bol bol soğuk suyla yıkayın. Burunsuz olarak da, burunluymuş gibi rahat edeceksiniz. Yalnızca, size başka bir şey salık verebilirim. Burnunuzu biraz ispirtoyla birlikte bir kaba koyun; ya da daha iyisi, bir kavanoza iki çorba kaşığı votkayla biraz sıcak sirke… Çok para kazanacaksınız. Çok para istemezseniz, burnunuzu ben bile satın alabilirim. Kovalev, umutsuz bir durumda: – Hayır! Hayır! Bu türlü para kazanmak istemiyorum. Satmayacağım. Yitip gitsin daha iyi. – Bağışlayın, dedi doktor; size yararlı olmak isterdim… Ama ne yapalım? Gördünüz, elimden geleni yaptım. Doktor, işte böyle söyleyerek, soylu bir tavırla dışarı çıktı. Kovalev onun yüzüne bile bakmadı. Bitkin ve perişan bir durumdaydı, doktorun siyah frakının kollarından sarkan, gömleğinin kar gibi beyaz, tertemiz kollarından başka bir şeyin ayrımına varamamıştı. Ertesi gün Bayan Podtoçina’ya bir mektup yazmaya karar verdi; dava sorunu için değil de, önerisine gönül hoşluğuyla razı olacak mı, olmayacak mı, bunu anlamak için. İşte mektup: “Sayın Bayan Aleksandra Grigorievna, Şu şaşırtıcı davranışınıza bir anlam veremiyorum doğrusu. Böyle davranmakla elinize bir şey geçeceğini ve beni kızınızla evlenmek zorunda bırakacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Baş dalavereci rolünü oynadığınız burun oyununun şu anda bizce tümüyle aydınlanmış bulunduğundan emin olabilirsiniz. Hiç beklenmedik bir zamanda yerinden ayrılışı, kaçışı, kılık değiştirip bir memur kimliğine bürünmesi ve sonunda, gene kendi görünüşüyle ortaya çıkması, sizin ya da paranızla tutulmuş bazı kimselerin, cidden çok namusluca yaptıkları sihirbazlıklardan başka bir şey değildir. Söz konusu burun, bugün akşama dek yerine yerleştirilmezse, yasal yollara başvurmak zorunda kalacağımı önceden haber vermeyi kendime bir görev saydım. Yeri gelmişken, saygılarımı sunmakla onur duyarım. Hizmetkârınız, Platon Kovalev” “Sayın Bay Platon Kovalev, Mektubunuz beni pek şaşırttı. Doğrusu ya bu denli haksız saldırılarınıza hedef olacağımı hiç sanmıyordum. Size önceden bildireyim ki, sözünü ettiğiniz kimseyi, ne kendi kılığıyla, ne de kılık değiştirmiş olarak, hiçbir nedenle evime kabul etmiş değilim. Evime yalnızca Filip İvanoviç Potançikov geldi. Doğru; ama bundan ne çıkar? O kızımla evlenmek istedi; davranışları kibar, ahlakı temiz, çok bilgili bir adamdır, ama gene de ben kendisine bu konuda hiçbir umut vermedim. Bir de burnunuzdan söz ediyorsunuz. Bununla burnunuza karşı gülmek niyetinde olduğumu söylüyorsanız, yani size usulen bir ret yanıtı vereceğimi ileri sürmek istiyorsanız, bu sözünüze ayrıca şaşarım. Çünkü ben tümüyle tersini düşünüyorum. Böyle olduğunu siz de bilirsiniz. Kızımla yasal yolla evlenmek istiyorsanız sizi hemen sevindirmeye hazırım. Bu her zaman için, benim de en büyük isteğimdir. Her zaman emrinize hazır olduğumu bildirmekle onur duyarım. Aleksandra Podtoçina” Kovalev, mektubu okuduktan sonra: – Hayır! Bu işte onun hiçbir suçu yok, dedi. Bu mektubu yazan insan öyle bir suç işlemiş olamaz. Binbaşı bu türlü işlerin ustasıydı; Kafkasya’dayken onu birçok kez araştırma yapmaya göndermişlerdi. – Peki bu durumda, diyordu, böyle bir şey nasıl oluyor, niçin oluyor? Hey Tanrım! Kolları yanına düştü. Bu arada, bütün kent, şaşırtıcı olayın dedikodusuyla çalkalanıyordu. Öyküyü, en ufak ayrıntısına varıncaya dek, mal bulmuş mağribi gibi, şişire şişire anlatıyorlardı. Aslında, o zamanın kafaları bu türlü olağanüstü şeylere inanırlardı. Bir süre önce de halkı bir manyetizma merakıdır sarmıştı. Konuşennaya Sokağı’nda dans eden sandalyelerin öyküsü üzerinden henüz çok zaman geçmemişti. Bundan dolayı müdür yardımcısı Kovalev’in burnunun saat üç sularında, Nevski Caddesi’nde dolaştığı konusunda anlatılan öykülere şaşmamalıdır. Meraklılar, akın akın, burnu görmeye gidiyorlardı. Biri, burnun Yunker mağazasında olduğuna antlar içti; onun üzerine halk mağazaya öyle bir saldırdı, mağazanın önü öyle bir kalabalıkla doldu ki, polis, güvenliği sağlamak için, işe karışmak zorunda kaldı. Geceleri, tiyatroların dağılma zamanlarında, çeşitli şekerlemeler, çörekler satan ve işini çok iyi bilen kibar kılıklı, favorili bir esnaf, mağazanın karşısına sağlam tahtadan, kat kat, sıralar yaptı. Meraklılar seksener kopek vererek bunun üzerine çıkıp burnu oradan seyredeceklerdi. Emekli bir albay sabahleyin erkenden evinden çıktı, burnu görmek üzere buraya geldi. İtile kakıla kalabalığın içine sokuldu; ama, mağazanın penceresinde, burun yerine yünden yapılmış sıradan bir gömlekle taş basması bir resimden başka hiçbir şey göremeyince pek öfkelendi. Resimde çorabını çeken bir genç kız vardı. Bir de, sırtında önü açık bir yelek, ufacık sakallı gençten bir bey, bir ağacın tepesinden kıza bakıyordu. Resim oraya asılalı on yıldan çok olmuştu. Albay, “Bu halkı da bu kadar zırva, bu kadar budalaca martavallarla nasıl böyle coşturuyorlar?” diye söylene söylene geri döndü. Derken bir gürültü koptu. Kovalev binbaşının burnu görünmüştü. Ama Nevski Caddesi’nde değil de Tavride Bahçesi’nde. Zaten çoktan beri orada olduğunu söylüyorlardı. Husrev Mirza bile, burada oturduğu zaman bu şaşırtıcı doğa oyunu karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyordu. Tıp Akademisi öğrencilerinden birkaçı, oraya inceleme yapmaya gitmişlerdi. Yüksek tabakadan bir hanımefendi, bahçenin yöneticisine özel bir mektup yazmış, kendisinden, çocuklarına bu az görülür olayı göstermesini, ahlaksal açıklamalar yapmasını rica etmişti. Bu olaylar kibar takımını epey oyaladı. Öykü dağarcıklarını tümüyle boşaltmış ve toplantıları hiç kaçırmayan kibar beyler, bayanlarını hep bu konudan söz ederek güldürürlerdi. Öte yandan da, düşünen, aklı başında insanlardan, küçük bir kalabalık pek hoşnut görünmüyordu. Bir efendi, öfkeli öfkeli, bu uygarlık yüzyılında, bu türlü saçmaların, bu anlamsız uydurmaların yayılmasına, hükümetin bu konudaki ilgisizliğine şaşıyordu. Bu efendi, besbelli, hükümetin bütün işlere el koymasını isteyen kalabalıktan olmalıydı. Hani karıyla koca arasındaki günlük kavgalara dek. Ondan sonra… Ama öykü burada, yeniden, kalın bir bulut tabakasıyla kapanır. Bundan sonra ne olduğu konusunda da hiçbir şey bilinmez.

III Şu dünyada ne olmadık şeyler olur! Olaylar da, çoğu zaman, inanılacak gibi değildir. O, Danıştay Üyesi kılığında gezen, kentte bunca gürültüye yol açan burun, sonunda, nasıl oldu bilinmez, eski yerine döndü. Yani Binbaşı Kovalev’in iki yanağının tam orta yerine. Bu, 7 Nisan’da oldu. Kovalev, sabahleyin uyanıp da aynaya şöylesine bir bakınca burnunu yerinde gördü. Elini götürdü; işte, tastamam kendi burnuydu. “Yaşasın!” diye bağırdı; nerdeyse, odanın içinde, sevinçten yalınayak, oynayıp zıplamaya başlayacaktı; ama İvan’ın gelmesi buna engel oldu. İvan’dan, yüzünü yıkamak için, su istedi. Yıkandıktan sonra gene aynaya baktı. – Burun yerindeydi. Bir peşkirle kurulandı, yeniden aynaya baktı. – Burun gene yerindeydi. – Bak bakalım İvan, dedi, burnumun üstünde sivilcemsi bir şey var sanırım. Bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Ya şimdi İvan bana, ‘Hayır, efendim, yalnızca sivilce değil, burnunuz da yok!’ deyiverirse?” Ama İvan: – Hayır, sivilce falan hiçbir şey yok. Burnunuz sapasağlam; diye yanıt verdi. Binbaşı, “Güzeel!” dedi; ondan sonra parmağını şaklattı. O sırada, kapıdan süt dökmüş kedi gibi, korka korka, berber İvan Yakovleviç göründü. Kovalev, ta uzaktan: – Çabuk söyle, diye bağırdı, ellerin temiz mi? – Temiz. – Atıyorsun! – Vallahi temiz, efendim! – Peki! Haydi bakalım. Kovalev oturdu. İvan Yakovleviç onun boynuna bir peşkir iliştirdi; bir anda bütün sakalıyla yüzünün bir kısmını tüccar düğünlerinde sunulan kremaya benzer sabun köpüğü içinde bıraktı. Yakovleviç, burnu görünce kendi kendine, “Gördün mü?” dedi; sonra eğildi, sağdan soldan, bir güzel inceledi: “Bak hele!” dedi, “hiç belli değil!” Uzun uzadıya burnu seyretti. Sonunda, dikkatle, kolayca düşünebileceğiniz bir özenle ve iki parmağıyla, ucundan tutacak oldu. İvan Yakovleviç’in yöntemi böyleydi. Kovalev: – Yavaş ol! Yavaş! Dikkat et! diye bağırdı. İvan Yakovleviç’in eli yanına düştü. Başı döndü; öyle şaşırdı ki, bu derecesi hiç başına gelmemişti. Sonunda, usturayı özenle sakalın üzerinde yürütmeye başladı. Ama elini dayayacak bir burun olmadı mı, bu iş ne kadar güç oluyordu? Neyse; başparmağını kâh yüzüne, kâh alt çenesine bastırarak, zar zor, işini bitirdi. Her şey hazır olduktan sonra, Kovalev, çarçabuk giyindi, bir faytona atladı, doğru şekerlemeciye gitti. İçeriye girerken daha kapıdan bağırdı: – Garson! Bana bir fincan çikolata! Aynı zamanda da aynaya bakmayı unutmadı. Burnu yerindeydi. Döndü, göz ucuyla ve alaycı bir tavırla, biraz ötede oturan iki subayı süzdü. Birinin burnu yelek düğmesi kadar ya vardı, ya yoktu. Oradan çıkınca Bakanlık özel kalemi müdürlüğüne uğradı. Bir işi kovalıyordu. Vali yardımcılığına istekli olmuştu; vermezlerse, müdür yardımcılığına razıydı. Kabul salonuna girdiğinde, bir daha aynaya baktı; burnu hep yerindeydi. Ondan sonra gene bir müdür yardımcısı, yani gene binbaşı olan bir arkadaşını görmeye gitti. Bu adam çok alaycı bir arkadaştı. Onun şaka yollu sözlerine karşılık, Kovalev, hep, “Sen yok musun sen? Ne kâfir, şeysin!” derdi. Yolda yürürken düşünüyordu: “Şimdi binbaşı beni görür görmez kahkahayı basmazsa, her şey yerli yerinde demektir.” Ama arkadaşı onu hiçbir şey yokmuş gibi karşıladı. Kovalev, “Çok iyi! Pek güzel! İşler yolunda!” diye düşündü. Yolda, kızıyla birlikte, o yüksek rütbeli subayın karısına, Bayan Podtoçina’ya rasladı. Önlerinde saygıyla eğildi. Onlar da ona neşeli sözlerle karşılık verdiler; demek ki, hiçbir eksiği yoktu. Epey konuştu. Sonra cebinden bir tabaka çıkardı – bu işi inadına yapıyordu-, burnunun iki deliğine de enfiye çekti. Kendi kendine şöyle diyordu: “Ah, kadın milleti! Namussuz millet! Haydi bakalım; almayacağım işte kızını. Öyle bedava yere par amour olmaz.” Bu olaylardan sonra binbaşı Kovalev, Nevski Caddesi’nde, tiyatrolarda, her yerde sanki hiçbir şey olmamış gibi, dolaşıp duruyordu. Burnu da bir şey olmamış gibi hep yüzünde duruyor, bir zamanlar ayrılmış olduğunu belli etmiyordu. O günden sonra Kovalev’i hep neşeli gördüler. Yüzünde bir gülümseme, durmadan, bütün güzel kadınların peşinde dolaşıyordu. Bir kez, Gostine’deki dükkânlardan birinde nişan kordelesi alırken bile görüldü. Niçin alıyordu, anlayamadık. Çünkü kendisine nişan falan verilmiş değildi. Geniş imparatorluğumuzun kuzey başkentinde işte böyle bir öykü geçti. Ancak şimdi bu öyküyü yeniden düşününce, içinde olmayacak şeyler bulunduğunu görüyorum. Burnun yerinden ayrılması, böyle birçok yerde Danıştay Üyesi kılığında dolaşması, ne denli anlaşılmaz bir olay olursa olsun, o konu ayrı; ama Kovalev gazeteye bir burun için duyuru verilemeyeceğini nasıl anlamadı? Duyuru ücretlerinin yüksekliğinden söz etmek istemiyorum; o denli elisıkı bir insan değilim çünkü. Ama, bu işin yakışıksız, çirkin bir iş olduğunu nasıl anlayamadı. İyi ama, nasıl oluyor da burun pişmiş bir ekmeğin içinden çıkıyor, sonra nasıl oluyor da İvan Yakovleviç?…. Hayır, aklım ermez bu işe. Gerçekten, aklım ermez. Ama en çok şaştığım, en çok akıl erdiremediğim başka bir nokta da, yazarların bu türlü konuları alıp işlemeye kalkmaları. İnanın bana, bu açıklanamaz. Akıl erdiremiyorum. Önce, ülkenin bundan hiçbir yararı yok; sonra… Yararı gene yok. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Ama ne derseniz deyin, bazı noktalar… Öyle ya, hangi işin bir şaşırtıcı yönü yok! Gene de insan, biraz düşününce bu öyküde bir şeyler bulmuyor mu? Ne derlerse desinler, yeryüzünde bu türlü olaylar oluyor; binde bir, ama oluyor!..

Çevirenler: Erol Güney – Orhan Veli Kanık – Oğuz Peltek

Yapılandırmacı Öğrenme Kuramı

Bu kuram bilişsel ve fizyolojik yaklaşımların son yıllarda üzerinde en fazla durdukları bir kuramdır. Aynı zamanda bilginin doğasını ve kaynağını (Bilgi nedir?, Öğrenme nedir?) inceleyen bir kuramıdır. Öğrenmeyi deneyime bağlı anlam oluşturma süreci olarak ele almaktadır. Buna göre bilgi yaşantılarını anlamlı bir duruma getirmeye çalışma birey tarafından etkin olarak yapılandı-rılmaktadır.Önemli isimleri Piagat, Bruner, Vgotsky, Gestalt'dır.
İlerlemecilik (ve yeniden kurmacılık) eğitim felsefesi akımlarına dayanmaktadır.

Öğrencilerin belli bir konuda bir anlayış yaratmaları için kendi deneyimlerini kullandıkları bir öğrenme yaklaşımıdır. (Tok, 2006)
Bilgi kişiden bağımsız değil, duruma özgü, bireysel ve bağlamsal bir yapıdır. Birey bilgi yapılarını deneyimlerle ve sosyal etkileşimiyle kendisi oluşturur.
Pozitivizme dayanan davranışçı öğrenme ve bilgi - işlem kuramcıları bilginin öğrenenden bağımsız olduğunu, bilişin dışında nesnel bir gerçeğe dayandığını, anlam yaratmanın var olan bilgilere dayalı olduğunu kabul ederken, öğretme - öğrenme sürecinde dış dünya gerçekliğine ilişkin bilginin öğrenene aktarımını savunmaktadır. Pozitivizm ötesi (post modern) yaklaşımlar ise bunu reddetmekte, bilginin öğrenen tarafından aktif bir şekilde oluşturulduğunu, bilginin öğrenenin öznel etkileşimine bağlı olduğunu, öğrenenin sosyal, kültürel yapısı, değerleri ve özgeçmişinin önemli olduğunu kabul ederek, öğretme öğrenme sürecinde öğrenenin somut yaşantılar üzerinde düşünerek öznel gerçeğini (bilgiyi) oluşturmasını / yapılandırmasını savunmaktadırlar.
Buna göre bilgi tam olarak gerçeği yansıtamadığından, yaşantılara dayalı olarak yorumlanır. Her öğrenenin gerçeklik kavramı, yorumsal yaşantılarına göre şekillenir.
Eğitim programları tümdengelim yaklaşımı ve temel kavramlara ağırlık verilerek düzenlenir. Program öğrenci sorunlarına yöneliktir ve birincil kaynaklar (işlenmemiş ham veriler gerçek öğrenme ortamı) ve materyaller üzerinde öğrenme gerçekleştirilir.

Öğrenme sürecini "öğrenen" açısından ele almaktadır. Öğrenenin bilgiyi nasıl yapılandırdığı (inşa ettiği - oluşturduğu) ile ilgilenmektedir.
Bilginin yeniden yapılandırılması ve transferi üzerinde durmaktadır.
Bilgi evrensel geçerliği olan birimler olarak değil, "işleyen hipotezler" olarak görülür.
Birey tarafından oluşturulan bilgi, kişinin öğrendiğinden ve anladığından daha çoktur. Öğrenmede bireyin ön bilgilerini anı sıra kültürel ve sosyal içerikte önemlidir. Belli durumlarda doğru olarak kabul edilen bilgi, başka koşullarda yanlış kabul edilebilir. Örneğin; eskiden dünyamızın düz olduğu kabul edilmekteydi sonraki bulgular bu bilgiyi değiştirdi.

Bilginin doğruluğunu kişiye, kültürüne, duruma göre değişebileceği için, bilginin doğruluğundan çok üretilmesi ve kullanışlığı önemlidir. Bilginin öğrenci tarafından yapılandırılmasını (oluşturulmasını) ifade eder. Öğrenci bilgiyi aktif olarak özümler ve davranışa dönüştürülür.
Anlamlı öğrenme, keşfederek öğrenme, bağlamsal öğrenme, düşünmeyi öğrenme, araştırma - keşfetme ve
problem çözme gibi bilişsel beceriler geliştirilir.

A Bilgi ve beceri kazandırmaktan çok, bireylerin düşünmesi, anlaması, kendi öğrenmelerinden sorumlu olması, kendi davranışlarını kontrol etmesi ve deneyimleryaşamasını vurgular.
A Yapılandırmacı öğrenmede "etkinlik merkezli" eğitim uygulamaları gerçekleştirilir.

Yapılandırmaahğm temel varsayımları (Olssen, M., (1966):
1. Bilgi çevreden pasif biçimde alınmaz, algılayan birey tarafından etkin olarak yapılandırılır.
2. Bilgiyi ulaşmak bireyin yaşamını düzenleyen bir uyum sürecidir. Bilen kişi, zihni dışında var olan bağımsız bir dünyayı keşfetmez.
3. Bilgi bireysel ve toplumsal olarak oluşturulur.

Yapılandırmacı (oluşturmacı) öğrenmenin özellikleri:
• Yeni öğrenilecekler önceki (mevcut) öğrenilenlere bağlıdır. Yeni bilgiler, mevcut bilgilere dayalı olarak öğrenilir.
• Öğrenme sosyal etkileşimle (öğrencinin çevre-öğretmen-arkadaş grubu-aileyle etkileşimi) daha etkilidir.
• Öğrenciler kendi öğrenmelerinden sorumludur. Kendi bilgilerini yine kendileri oluşturur.
Etkili ve anlamlı öğrenme gerçek öğrenme ortamında gerçekleştirilir.

Yapılandırmacı öğrenme kuramları öğrenmede iki temel kuramı ön planda tutmaktadır. Bunlar;
1. Bilişsel yapılandırmacılık; J. Piaget'e göre öğrenme zihinsel yapıda meydana gelen denge (özümleme - uyumsama - adaptasyon) süreçlerinden oluşur.
2. Sosyo - kültürel yapılandırmacılık; Vygotsk'ye göre öğrenme çocuğun çevreyle etkileşime geçmesiyle oluşur. Bir öğreninin kendi başına elde edebileceği performans düzeyi ile bir öğretici rehberliğini de ulaşabil-ceği performans düzeyi farklıdır. (Yakınsal gelişim alanı) çocuk öğretici rehberliğinde (etkileşimde) daha etkili öğrenir. Bilgi çevresel faktörler aracılığıyla yapılandırılır. Çocukta önce dil, sonra düşünceler gelişir ve dil aracılığıyla çevresini algılar ve bilgiyi yapılandırır.

Yapısalcı (Yapılandırmacı) öğrenme Aşamaları

I. Aşama: Önceki bilgiler harekete geçirilir.
Öğrencilerin yeni yapılandıracakları bilgiler ile ilgili hazırbulunuşluk düzeyi sağlanır. Bu amaçla ön koşul bilgiler tamamlanır ve güdülenme sağlanır. Bunun için konu ile ilgili ön bilgiler soru-cevap tekniği ile yönlendirilir.
II. Aşama: Yeni bilgininin kazanılması
Öğrenme konularının (bilgi) ezberlenmesi yerine anlama ve oluşturma hedeflenmelidir. Bu düşünceden hareket ile öğrencilerin "bütünü", onun "ilgili parçalarını" ve parçalardan "tekrar bütünü görmesi" gerekir. Konular (bilgi) birbirinden soyutlanmış, ayrı ayrı, yüzeysel ve genişliğine değil, "derinliğine" öğrenilmelidir.

III. Aşama: Bilginin anlaşılması
Piaget'e göre, öğrenci bilgi ile karşı karşıya kaldığında, onun için anlama ve kavrama süreci başlamış olur. Bu süreçte iki yol kullanılır.
• özümleme: Eğer yeni bilgi, daha önce edinilen bilgilerle çelişmiyorsa ve var olan zihinsel yapıya (şemaya) uyuyor ise olduğu gibi öğrenilir.
• Uyma (Uyum kurma - düzenleme): Eğer yeni bilgi daha önceki bilişsel yapıya (şemaya) yerleşmiyor ise ve uymuyor ise, bu defa zihninde yeni düzenlemeler yapılır, (şemanın niteliği değiştirilir ya da yeni bir şema oluşturulur.) Böylece denge (öğrenme) oluşur.

IV. Aşama: Bilgiyi uygulama
Öğrenilen bilgi işlevsel hale getirilmelidir. Bilgi yalnızca öğrenildiği sınıf ve ortamda kalmamalı (yani durağan bilgi olmamalı) bilgi benzer ya da problem durumlarında uygulanabilir, aktarılabilir (yani transfer bilgi) olmalıdır. Bilgi günlük yaşamda karşılaşılabilecek
her durumda aktarılabilir olmalıdır.

V. Aşama: Bilginin farkında olma
Öğrencilere sahip oldukları bilginin farkında olmalarını salğayacak etkinlikler düzenlenmelidir. Öğrenci bilgisini hangi durumda kullanabileceğini anlamalıdır. Bu nedenle bilginin farklı durumlarda kullanılarak farkında olmayı sağlayan drama, proje çalışması, örnek olay incelemesi gibi zenginleştirilmiş öğretme-öğrenme etkinlikleri gerçekleştirilmelidir.

Yapılandırmacı öğretim Yaklaşımının Öğretim Sürecine İlişkin Temel İlkeleri
• Öğrencileri, konuya ilgi uyandıracak problemlere yöneltir.
• Eki bilginin hareket egeçirilmesi ve yeni bilgiyle ilişkilendirilerek öğrenme sağlanır.
• Öğretim programı tümdengelim yoluyla ve temel kavramlara ağırlık verilerek işlenir.
• Konular derinliğine ve genişliğine ele alınmalıdır.
• Program öğrencilere okulda ve okul dışında faydalı olacak bilgi, beceri ve değerlere göre hazırlanmalıdır.
• Öğretim programı öğrenci sorunlarına göre yönlendirilir.
• Öğretme - öğrenme etkinlikleri; ikincil kaynaklar (ders kitaları, dergi vb.) yerine birincil kaynaklara (gerçek öğrenme ortamı, işlenmemiş ham veriler) yöneliktir.
• Öğrencilerin bireysel görüşlerinin ortaya çıkmasını sağlama ve görüşlerine değer verme
• Ön bilgiler, öğretim için başlangıçtır.
• Etkinlikler, hatırlamaya göe değil, bilimsel araştırmaya (problem çözme) yönelik olarak yapılmalıdır.
• İçerik temel düşüncelere göre organize edilmelidir.
• Bilginin anlaşılması ve uygulanması gerçekleştirilir.
• Bilgi pasif değil, etkin yapılandırılmalıdır.
• Öğrenme süreçleri, bireysel bağımsızlığa işbirliğine, üreticiliğe, etkin katılıma ve araştırıcılığa dayanmalıdır.
• Öğretim programının öğrencilerinin katılımıyla yönlendirilmesi sağlanır.
• Öğrenme sürecinde sosyal etkileşim (işbirliği) sağlanmalıdır.
• Öğrencilerin özgün bilişsel yapı ve süreçlerini kendilerinin oluşturacağı etkinlikler (yaşantılar) düzenlenmelidir.
• Öğrenme sorumluluğu öğrencilere verilmelidir.
• Değerlendirmenin öğretim sürecine dönük olarak yapılması söz konusudur.
• Öğrencilerin öz değerlendirme yapmalarına olanak verir.
• Değerlendirme sürecine öğrenciyi, arkadaş grubunu ve aileyi de katar.

Yapılandırmacı öğretimin Özellikleri
• Yapısalcı anlayışta öğrenci öğrenmeden sorumlu ve süreçte aktiftir.
• Öğretmen bilginin inşa edilmesinde öğrenciye gerekli malzemeyi ve ortamı hazırlar.
• Öğretmen, öğrenme ortamında öğrenciye uygulama - deneme ve keşfetme fırsatları yaratır.
• Öğretmen, öğrenci özelliklerini ve girişimciliklerini öğretimde temel kabul eder.
• Öğretmen öğretmez, deneyimler yaşatır. Öğrenci deneyimlerle öğrenir. Öğretmenin rolü öğrencinin ilgisini çekmek için problemler, sorular ve kavramlar çerçevesinde bilgiyi yapılandırmayı organize (rehberlik) etmektir. Öğretmen, öğrencilerin yeni bakış açıları geliştirmelerine ve önceki öğrenmeleri ile bağlantı kurmalarına yardımcı olur.
• Öğrenme birincil derecedeki kaynaklara (öğrenme konusu ile ilgili doğal ve gerçek ortama) dayanır.
• Öğrenme temel kavramlar etrafında yapılandırılır.
• Gözlem, koleksiyon, sergi, tartışma gibi teknikler uygulanır.
• Değerlendirme sonuç değil, sürece yöneliktir. Öğretmen gözlemleri, öğrenci çalışmalarını toplanması, ürün (ödev, proje, rapor) ve performansın sergilenmesi gibi ölçme yaklaşımları kullanır (potfölyö değerlendirme). Değerlendirme sonuçları öğrencinin gelişiminde kullanılır.
• Öğretme değil, öğrenme esastır.
• Öğrencilerin derslerde geçen temel kavramları anlayıp anlamadıkları temele alınır.
• Öğrenci özerkliğe ve girişimciliğe cesaretlendirilir.
• Öğrencide doğal merak desteklenir.
• Öğretmen öğrencinin özgüveninin ve sorumluluğunun gelişimine yardımcı olur.
• Etkinliklerde öğrenci merkezdedir. Öğrenciler bilgiye ulaşmak için sorular sorar, deneyimler yaşar ve sonuca ulaşır.
• İşbirliğine dayalı öğretim yöntemleri kullanılarak, birbirinden öğrenme sağlanır. Yapılandırmacılıkta sosyal etkileşimi gerçekleştirerek öğrenmeyi sağlamak temel özelliklerden biridir.
• Öğrencilerin geleceğe yönelik tahminler yapması ve denenceler (hipotezler) üretmesi özendirilir.
• Öğrencilere neden-sonuç ilişkilerini kuracakları yaşantılar kazandırılır.
• Yapılandırmacı öğretim uygulamalarında; probleme dayalı öğrenme, işbirliğine dayalı öğrenme, sorgulamaya dayalı öğrenme, buluşa dayalı öğrenme gibi tekniklere yer verilir.

TEMEL ÖĞRETME MODELİ (Glasser)
Glasser, okulda etkili öğretimi gerçekleştirmede dört öğeden oluşan bir model (temel öğretme modeli) geliştirmiştir. Bu modelin dört temel aşaması ve işlevleri şu şekildedir:

Hedeflerin Saptanması
• Öğretim hedefleri saptanır.
• Davranış olarak ifade edilir.

öğrenme için gerekli giriş davranışlarının belirlenmesi
• Yeni öğrenme konuları ile önceki öğrenme konuları arasında bağ (önkoşul öğ-renmeler-hazırbulunuşluk) kurularak öğrenmeyi sağalama.

Öğrenme-Öğretme ortamının seçimi ve düzenlenmesi
• Uygun öğrenme - öğretme ortamı.
• Öğretimi uygulama (strateji, yöntem, teknik, öğretim hizmetleri).

Değerlendirme
• Öğrenme sürecinin sonunda, öğrenme ne düzeyde gerçekleşti?
• Öğrenme eksiklikleri kalmışsa, bunlar tamamlanır, yanlışlar düzeltilir.
• Öğrenciye başarısı hakkında dönüt verilir.

6 Nisan 2015 Pazartesi

Benim Adım Kırmızı Hakkında Her Şey

Romanını Özeti 
1591 yılı kış ayları, İstanbul. İki erkek çocuğu annesi güzeller güzeli Şeküre’nin kocası dört yıldır savaştan dönmemiştir. Çocukluk aşkı, yeğeni Kara ise aşkını açıkladığı için evden kovulmuş ve ancak on iki sene sonra İstanbul’a dönebilmiştir. Döner dönmez de hala çok sevdiği Şeküre ile evlenmenin yollarını arar.
Babası ve iki çocuğu ile birlikte kalan Şeküre’nin gönlü hem Kara’da hem de kocasının kardeşi Hasan’dadır. Şeküre’nin babası yani Kara’nın eniştesi Padişahın emri ile gizli bir kitap yaptırmaktadır. Kitabın gizli Avrupai usuller kullanarak resmetmekten gelir. Enişte Efendi Osmanlı sarayının ünlü nakkaşları Kelebek, Zeytin ve Leyleği kitabın nakışlarını yapmaları için görevlendirir. Tezhibi de Zarif efendi yapmaktadır. Koyu bir taassup içinde olan Erzurumlu Hoca Efendi ve taraftarları ise geleneklere ve dine aykırı bir şeyler çevrildiğinianlamıştır ve Zarif Efendi de bu düşüncededir. Her gece kahveye toplanan nakkaşlar ve hattatlar bir meddahın resimlerle anlattığı sivri dilli ve Erzurumlu Hoca karşıtı hikayelerle eğlenirler. Zarif Efendinin işlerine köstek olacağını anlayan nakkaşlardan biri Zarif Efendiyi öldürür. Romanın geriye kalan kısmı katilin bulunmaya çalışması, nakışta üslup ve imzanın yeri, doğru ve batının yeri üzerine kahramanların düşünceleri ile örülüdür. Böylece kitap bir çok eğlenceliği bir arada barındırmaktadır aslında…
Eski resim sanatının incelikleri ve düşünce yapısı ile ilgili türlü hikayeler ve bilgiler, eski; İstanbul’un dar sokaklarında gezintiler, bohçacı kadınlar, incili yastıklar, fıstık yeşili feraceler, kırmızı yelekler kuru kayısılı pilavlar, hoşaflar, tarhana çorbaları… Tabii bunun yanında kelle uçurmalar, gözlerine iğneler batıranlar ve daha türlü kan kokulu sahneler de mevcut. Katilin kimliğini bulmaya çalışmak bile kitabın sonuna kadar yeterince oyalayıcı. Osmanlı tarihi ve eski resim sanatı ile fazla ilginiz yoksa bazı bölümleri fazla uzatılmış ve tekrar edici bulabilirsiniz. Bunu da romanın kusuru sayalım. 470 sayfalık ince ince kurgulanmış bu romanın son sayfasını çevirip de kapağını kapattığınızda gül ve küf kokularıyla kaldırmadan önce gülümsediğinizi fark edeceksiniz.
SONUÇ :

A.   KİTABIN ANA FİKRİ :

Hayatta karşılaşılabilecek her türlü olumlu veya olumsuz şartlar karşısında dahi yaşama ümidi ve sevinci kaybedilmemelidir.
B. KİTABIN HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :

“Benim Adım Kırmız” adlı kitap ’un diğer romanlarına göre farklı tarzda yazılmıştır. Yazar kitabından “en renkli ve en iyimser romanım” diye bahsetmektedir.
C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :

Kitabın bazı bölümleri, Osmanlı Tarihi ve Eski Resim Sanatı ile özellikle ilgilenen personel için hariç, fazla uzatılıp, tekrar edici mahiyette olduğundan sıkıcı bulunabilir. Lüzumsuz tekrarlar kaldırılırsa zevkle okunabilecek bir roman olabilir.
Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.
D.       YAZARI BİYOGRAFİSİ
 ORHAN PAMUK:1952 yılında İstanbul’da doğdu.Ortaöğrenimini Robert Kolej’ de bitirdi. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi’ ne devam etti, daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksekokulu’ndan 1977’ de mezun oldu.

ESERLERİ
Karanlık ve Işık adlı romanıyla 1979 Milliyet Roman Yarışması’nda birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu ile paylaştı. Daha sonra Cevdet Bey ve Oğulları ( 1982 ) adıyla yayımlanan bu roman ayrıca 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı’ nı da aldı. İkinci kitabı Sessiz Ev ( 1983 ) ile 1984 Madaralı Roman Ödülü’ nü kazandı. Bunu Beyaz Kale (1985), Kara Kitap (1990), Yeni Hayat (1994), Benim Adım Kırmızı (1998) izledi. Gizli Yüz filminin senaryosunu yazdı. Bu çalışmasını 1992 yılında kitaplaştırdı.