6 Aralık 2015 Pazar

Türkçe Öykü Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir - Fatih Balcıoğlu


Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, bir gün genç bir Amerika Birleşik Devletli eleştirmenle konuşuyorlarmış. Eleştirmen demiş ki: Yazdığınız öykülerin en uzunu 10-15 sayfayı geçmiyor. Sinyor Borges, öykülerinizi niçin bu kadar kısa tuttuğunuzu söylermisiniz lütfen? Borges, ailesinden gelen bir rahatsızlık nedeniyle görme yetisini tamamen kaybetmiş bir yazar. Karşısındakinin elini aramış, bulduktan sonra da demiş ki: Bozmaktan korkuyorum da onun için. Yoğunluğun bundan iyi tanımı olamazdı sanırım. 10-15 sayfayı geçmesin demiyorum. Stefan Zweig gibi Satranç'ı yazabilecekseniz, buyrun. Dilde ve kurgudaki yoğunluğu da yakalamak şartıyla. Değerlendirelim.
****
Bu yazı dizisinde öykümüzde yaşanmış ve yaşanmakta olan her şeyi irdeleyip, sizin önünüze sunacağım. Ancak şunu eklemem gerekir ki, bu yazıyı okurken, Namık Kemal'in Lisan-ı Osmânî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir makalesinin içeriğini uzaktan ya da yakından baz almayınız. Ben Namık Kemal değilim. Başlığı kullanma nedenim ise o makalenin yazıldığı dönemdeki arayışı, bugün Türkçe öykü yazanlarda görmemde kaynaklanıyor. Kök salınınca, elbet bu dal daha da büyüyecek. Bu dala zaman zaman tekrar değineceğim.
****
Bâki Ayhan T. , Kırmızı Kalem Kutusu isimli kitabınının bir bölümünde şiirimizde geçen ilginç kafiyeleri tespit etmiş. Tabi, ben bunu okuyunca durur muyum! Öykücülerimizin ilginç benzetmelerinin altını tek tek çizmeye başladım. Son haftalarda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öykülerini tekrar okuma fırsatı yakaladım. Geçmiş Zaman Elbiseleri öyküsünden bir gül rakısı benzetmesi: ''...ilâh kanı kadar sıcak'' Devam ediyor. ''Evet, bu rakı değildi, bu Hafız'dan bir gazel, yahut Anakreon'dan bir manzume gibiydi.'' Aynı öyküden: ''...asıl yaradılışın iğrenç çizgileri'', ''...Bu konuşma değil, yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetiyle devam eden anlaşma idi.'' ''...Ve  ben kamaştırıcı bir aydınlık içinde boğuluyor gibiydim. Bu hali ancak, bazı uykularda çok sevdikleri insanların gözlerine bakarken uyananlar anlayabilirler.'' Bu da Sait Faik'in Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye adlı hikayesinden, hiç şüphesiz ki kusursuz. ''Bir insanlar bekler gibi duran sandalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandelyeye insan bekletmesini bilmiş.''
****
Sigara bırakma seminerlerinde, size sigaranın öldüreceğinden, cinsel iktidarsızlığa yol açacağından ve her türlü hastalığa sebep olabileceğinden bahsetmezler. Zaten siz bunu biliyorsunuz, paketlerin üstünde de yazılıdır. Sigara içmenizin dışarıdan bir görüntüsünü verirler. Anne ve baba kavga etmiştir, ikisi de sinirden(!) sigara yakar. Çünkü zamanında filmde görmüşlerdir, bilinçaltı dolaylı yoldan bir bağlantı kurar. Yapılan anlamsızlık, dışarıdan bir gözle gösterilince sizi ikna etmek diğer yollara göre daha başarılı olur. Buradan hareketle, aynı zamanda bir hayvan hakları gönüllüsü olarak Hayvan Hakları Derneği'ne açık duyurudur: Orhan Kemal'in Köpek Yavrusu hikayesinin kısa filmini çekin. Bu hikayede bir köpek yavrusunun halk tarafından linç edilmesi konu ediniyor. Hammal Memet Bey, bu linç girişimini durdurmaya çalışsa da insanlar tarafından soytarı ilan ediliyor. Bu duruma daha fazla dayanamayan Memet Bey, köpeğe eziyet ederek öldüren çocuğa tokat atıyor ve karakola sevk ediliyor. Çocuk ise halk tarafından kurtarılıyor. Orhan Kemal, hiç kuşkusuz büyük bir öykücü. Bu öyküyle de bağlantı kurarak öykülerindeki iki temel özelliğe değinmek istiyorum. Birincisi; Orhan Kemal ana kahramanlarının karşısına halk tarafından desteklenen kötüleri koyuyor. Kalabalık adım adım kahramanı takip ediyor. Kimi zaman kahkahalar atıyorlar, kimi zaman -deminki öyküde olduğu gibi- kahramanı soytarı ilan ediyorlar. İkincisi; diyaloglar hiçbir öykücü de olmadığı kadar aktif. Kahramanların kısa tanıtımından sonra öykünün sonuna kadar diyaloglar kurguyu götürüyor. Kurgu diyalogları yaratmıyor, diyaloglar kurgunun akışına yön veriyor. Buna en güzel örneklerden biri de Sarhoşlar öyküsü. Yine bu öyküde, kahramanın karşısındaki kalabalık dikkat çekiyor.
****
''...Kendisini öğrendiklerinden geçirmeye gücüm yetmeyeceğini bildiğim halde onunla şiir tartışmalarına tutulmaktan da kendimi alamazdım. Benim şair Orhan Veli olduğumu da her halde öğrenmemeliydi. Gözünden fena düşerdim yoksa. Hatta aleyhimde atıp tuttuğunu bile duysam kendimi tanıtmamalıydım. Varsın o rahat konuşsun. Desin ki: '' Orhan Veli mi? Onlar da mı şair? Bırak şu bopstilleri Allah aşkına! Bu türlü maskaralıklar Avrupa'da çoktan geçti. Yazsalar ya vezinli, kafiyeli, doğru dürüst şiir. Yazsalar ya! Sıkı mı? Yazamayınca ne yapacaklar? Tabiî böyle bin bir şaklabanlıkla nazarı dikkati celbetmeye çalışacaklar. Kolay iş bunlar, kardeşim, kolay iş. Halbuki sanat o kadar kolay değil.'' Varsın söylesin Erdoğan. Söylesin. Boşaltsın içini. Tutup ona şiir nazariyeleri döktürecek değilim ya. Hem ne işe yarar zaten? Karşı gelebilir miyim peşin hükümlere?'' Alıntı yaptığım bu öykü Yaprak dergisinin 11. sayısından. Yıl 1949. Orhan Veli'ye ait, öykünün ismi İşsizlik. Orhan Veli, peşin hükümlere cevap vermekten sıkılmış, anlaşılan. Ben 2015'te bile bu cümleleri halen duyuyorum. ''Canım sanat mı o Garip midir nedir!'' İşin bu boyutuna girmeyeceğim, girmeyiniz de zaten. Ben de Orhan Veli gibi sıkıldım. Hal böyleyken Orhan Veli'nin bu birinci ağızdan aktardığı cümleleri, acı bir ironi mi yoksa cevapsız bir savunma mı olarak algılayacağız, gerçekten bilmiyorum. Orhan Veli'nin öykücülüğüne dair birkaç şeyden bahsetmek istiyorum: Orhan Veli düzyazıda başarısız olmuştur. Bunun en keskin nedenini gerçekle öyküdeki kurmacayı kaynaştıramamasında görüyorum. İşsizlik hikayesinde önüne gelen iş tekliflerini reddettiğinden yakınıyor ve bolca yemeklerden söz ediyor. Nahit Hanım'a yazdığı mektupları da göz önünde tutarak söyleyebilirim ki; gerçeği birebir yansıtmaya çalışıyor. Bu, teknik bir hatadır. Yine dili, düzyazı diline değil, çok daha iyi yaptığı şiir diline yakın. Orhan Veli'nin çok daha başarılı öyküler yazabilirdi, kanısındayım. Nahit Hanım'a mektup göndermek için parasızlıktan postahaneye saatlerce yürüyen bir insanda öykü daha çok olmalıydı. Ama o şiir üzerinde çalışmayı seçti, şiiri daha çok sevdi. Üzgünüm.
****
19.yy'da topraklarımızda birkaç kez girişilen ama komik olmanın ötesine geçememiş korku öyküleri, temelini atmak için epey bir zaman bekledi. Kenan Hulusi Koray, Bahar Hikayeleri ile kazmayı toprağa vurdu. Ama ne yazık ki bu adımı, ciddi bir şekilde ilerletecek çok insan çıkmadı. Selim İleri, Kenan Hulusi Koray öyküsü için şunları söylüyor: ''Kenan Hulusi Koray gerçek başarısını korku uyandırıcı öyküleriyle sağlar. Türlü yönsemeler gösteren öykücülüğünde Bahar Hikâyeleri adlı yapıtı, edebiyatımızda pek işlenmemiş bir alanı, korku öyküsünü yerli renklerle kaplar. Toplumumuzun yabancısı olduğu bu soy öykülerde Kenan Hulusi, şiirli bir anlatımla buğulu, bulanık bir dirimsellik yaratmıştır.'' Bahar Hikâyelerini okuyunca aklıma Edgar Allan Poe'nun öyküleri geldi. (Edgar Allan Poe'nun başarılı korku öykülerini, Kenan Hulusi'den yüz yılı aşkın süre öncesinde yazdığını söyleyerek moralinizi bozmak istemiyorum.) Edgar Allan Poe, Amerika Birleşik Devletleri kültürünü, Kenan Hulusi Türkiye kültürünü çok iyi kullanmış. Edgar Allan Poe, The Raven (Kuzgun) filmiyle dünyaya tanıtıldı. Bunu biz de yapabiliriz, öneririm. Ama mümkünse postmodern sinema olsun. Edebiyatından daha iyi olduğu kesin.
****
Edebiyatla hiç ilgisi olmayan biri bile bir yerde Karabibik kelimesini görünce durur, orayı okur. Çünkü Karabibik lisede verilmiştir, gençlere üniversite sınavında sorulabilir denmiştir. Ama eminim bırakın o gençleri, o dersi veren edebiyat hocalarının bile çoğu Karabibik'i okumamıştır. Edebiyatla uğraşan herkesin okuması gerekir. Özellikle öykü yazanların. Bir öykü nasıl yazılmaması gerekir, onu anlamak için okuyun. Öyküdeki hataların detaylarına kadar inersek, 20 sayfa yazılabilir. O yüzden kısa kısa geçeceğim. Meddahlık geleneği, Osmanlı'da öykü yazan kişilerce yanlış algılanmış (Halit Ziya'ya kadar gelen süreçte) Bir meddahın görsel yanı olduğundan dolayı kelimeleri de bu formata uygundur. Ancak bir öykü yazarı bunun taklidini yapmaya kalkarsa felaket olur. Bir öykü düşünün, okuyucuya bir bölümde ''oğlum'' diyebiliyor.  Ne kadar saçma geliyor dimi kulağa? Karabibik'te geçiyor. Nabizade Nâzım, öyküde tarafsız değil. Buna bir şey demem, tarafsız olmak zorunda değil. Nitekim Halit Ziya'da özellikle çocukların geçtiği öykülerde hiç te tarafsız değildir.  Ancak Nâzım, şu hataya düşüyor: tarafsız olayım derken inandırıcı olmak pahasına araya çokça ve rahat girebiliyor. Ben kimi yerlerde öğüt mü dinledim, öykü mü okudum anlamadım. Bu da doğrudan geçişleri paramparça ediyor. Zaman eklerini kullanırken çok bariz hatalar yapmış. Sezdirmek yerine önceki cümlelerini açık bir sonuca bağlamış: ''...buna naz derler'' ''....buna gençlik derler'' Yöresel unsurları ve oradaki dili kullanmış. Dili de oldukça sade. Ben de öyküde sade bir dilden yanayım. Ancak her sade dil, başarılı olmuyor. Bir noktada ayarı kaçırırsanız, o köydeki kahvenin içinde sohbet eder gibi yazarsanız başarısızlıktan kaçamazsınız. Eğer kahve üslubunu 1. tekil bakış açısıyla yazsaydı, daha mantıklı ve gerçekçi olurdu. Ama her nedense tanrısal bakış açısını tercih etmiş. Bence bu da meddahlık geleneğinin dolaylı bir etkisi. Tüm bunlar başarısız bir sonla birleşince, tadından yenmez -ama gerçek anlamıyla tadından yenmez- bir öykü oluyor. 19.yy'da ne bekliyordun sorusunu duyar gibiyim. Karabibik 1890'da, Sezai'nin Küçük Şeyler'i 1892'de yayımlandı. O yıllarda Küçük Şeyler gibi başarılı bir örnek yazılabilirken, kimse benden iyimserlik beklemesin lütfen.
****
Memduh Şevket Esendal ismi, 1946 yılında Ayaşlı ile Kiracıları romanı ödül kazanmasaydı ilgi uyandırmayacaktı. Belki de en başarılı öykücülerimizden birini kaybetmiş olacaktık. 1946 yılına kadar onlarca öykü yayımlamış birinin, kendini kabul ettirememesinin belli başlı nedenleri var: bunların başında öz Türkçe'ye karşı bir grubun varlığını koruması var. Şiirde Orhan Veli ve arkadaşlarının çektiği derdi, Esendal öyküde çekmiştir. Diyecekseniz ki: Ama Ömer Seyfettin örneği var, o nasıl oluyor? Ömer Seyfettin bu mücadeleyi birey olarak sürdürmemiş, bir grup var. Dergi var. Bunun üstünde siyasi bir görüş var. Bu şekilde daha kolay oluyor. Esendal'ın elimizde olan ilk öyküsü ''El Malının Tasası'' ağustos 1912 tarihini taşıyor. Bu öykü Meslek dergisinde 31 Mart 1925 tarihinde ''Vapur Dâvası'' adıyla yayımlanmıştı. Son kez ''Temiz Sevgiler'' adıyla yeniden işlenmişti. Yine yayımlanma tarihi 1911-1912 yıllarına rastlayan Çığır gazetesinde, belki çok daha önce yazılmış 7 öyküsü bulunmaktadır. Ömer Seyfettin'in öz Türkçe ile ilgili yazdığı Ali Canip Yöntem'e yazdığı mektup ise 28 Ocak 1910 tarihini taşımakta. Ömer Seyfettin, 1908'de çeteleri izlemek için Bulgaristan'a görevlendiriliyor ve oradan İstanbul'daki dergi ve gazetelere öyküler gönderiyor. Bu gönderdiği öykülerden İki Mebus isimli öykü, bütün yönleriyle Edebiyat-ı Cedide'nin etkisi altındadır. Sadece İki Mebus ile sınırlandıramayız bu durumu. İlk Namaz isimli öyküsü de bu durumu destekler. Buradan hareketle, belki de arı Türkçe'yi Esendal ile başlatmak gerekecektir. Araştırmacıları göreve davet ediyorum.
****
Edebiyat Ortamı'nın 2015 Öykü Yıllığı hakkında bir şeyler söylemezsem haksızlık etmiş olurum. Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı Öykü Yıllığı, büyük bir emek harcanarak meydana getirilmiş. Kuşkusuz öykümüzün bu tip çalışmalara ihtiyacı var. Yıllıkların hazırlanmasının büyük bir iş olduğunu yakından bilirim, yıl içinde çıkan tüm öyküler okunur. Kaynaklar taranır. Emeği geçenleri tebrik ederim, fakat benim eleştirilerim olacak. Öykü ve diğer sanat alanlarını incelerken temelde bir noktada birleşebileceğimizin kanısındayım: o alanla ilgili tartışmalar. Yıllıkta öyküyle ilgili tek bir tartışma yok. Kitabın başından sonuna kadar olumlu cümleler var. Bence bir yerler işaret edilmeli, ''Bu da yanlıştı'' denilebilmeli. Dünya edebiyatındaki örneklerle karşılaştırma sunulabilmeli, okuyucuya yorum fırsatı tanınmalı. Geçen yıl, öykücülüğümüzde parlayan isimler oldu. Bu isimleri yıllıkta görememek beni şaşırttı. (İsim vermememin nedeni; bazılarının o kişileri arkadaşım olduklarını sanacaklarından) Bir de Yıllık çalışması, isme, şahsa hizmet etmemeli. Örneğin, X kişisi çok daha önce başarılı çalışmalar ortaya koymuştur. Daha öncekilerinin hatrına ''Bu kişiden de alalım'' denmemeli. Yıllık, adı üstünde. Birbirlerimizin öyküyle ilgili çalışmalarını eleştirelim, tartışalım, gelişelim. Burada önemli olan üst başlık öyküdür. Kişiler, öykü kadar önemli değildir. Yıllıktaki en iyi öykülerin ismini veriyorum, zamanınız olunca karıştırmanızı tavsiye ederim. Sadık Yalsızuçanlar ve ekibini tekrar tebrik ederim. Aykut Ertuğrul / Çok Bilinmeyenli Bir Öykü, Cemal Şakar / Unutuş, Güray Süngü / Derviş, Mehmet Akgül / Walter Benjamin Ölmeden Önce Ya Da Bir Tren Daha Gidelim Mi?, Seyit Göktepe / Küller.

FATİH BALCIOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder