22 Ekim 2014 Çarşamba

MEHLİKA / Yasin Gümbür



Beklemeyi sevmiyorum ama beklemekte güzel oluyor bazı zamanlarda, beklediğin otobüs durağında hoşuna gidecek biri de bekleyince otobüsü... Ne bekliyoruz, malum otobüsü bekliyoruz bir on kişi, dolmuş durağında... Kimse kimseyi tanımıyor neredeyse, ben de onu tanımıyorum. Ona bakıyorum, onu kesiyorum, onu fark ediyorum, o fark edildiğinden bihaber arkadaşıyla muhabbet ediyor.
       
İlk bakışta aşka inanmıyorum, ilk görüşte şiire inanıyorum ve ben ona inanmaya başlıyorum galiba, en şiirselliğinden. İnanmak, sevmenin yarısıdır derim ben ve şiirsel bir tinle inanmak benimkisi… Onun adını bilmiyorum. Adı Merve midir Zeynep midir acaba diye düşünüyorum, çok zayıf ihtimaller bunlar binlerce isim arasında. Onun adını şiir koyuyorum. Şiir hatun…  

Huyunu bilmiyorum, acaba tilkiye benzer itiyatları mı var, çakal huylu mu yoksa ahu huylu mu, hanımefendi? Buradan bakınca ahu gibi görünüyor resmen, sanki içimde an itibarıyla ceylan gibi sekiyor. Bana bir şeyler oluyor arkadaş. Beni doktorun eline götürün, ben ona hasta oluyorum galiba. Kroniğe bağlayacak mıydım acep?

Suyunu bilmiyorum, hangi tatlı gölün suyu bu? Hangi üzüm bağının salkımı bu? Ben ki karşıki dağların bir çam kozalağı…  Acaba soğukkanlı mı sıcakkanlı mı? Yoksa delikanlı bir kız mı? At üzerinde köyümüze gelin gelmeye tam layık. Buradan bakınca çok şiir görünüyor, çok şirine görünüyor, üzerinde turkuaz bir gömlek… Gözlerinin rengini buradan bakınca göremiyorum, fark edemiyorum, muhtemelen kahverengidir.

Üzerinde mavi bir pantolon, turkuaz bir gömlek, kolunda rengini çözemediğim çanta, bileğinde bir bileklik ve bir saat kolunda. İçimdeki hormonları provokasyon edecek kadar fit ama muhayyel bir şaibe düşünmüyorum hiç. At gibi tabiri yanlış olur bunun için, ahu gibi… Şiir gibi… Şiirin dibi… Çayın demi… Parmaklarına dikkat ediyorum; tırnakları boyalı kırmızıya ve hiçbir parmağında yüzük yok. Gerçekten de buradan bakınca bir şirine gibi duruyor ve gökyüzü masmavi, üzerimizde tek bir bulut tanesi yok. Buradan ona bakınca böyle ama ben onu hiç bilmiyordum ki ta bu güne kadar. Nereden çıktı karşıma, acaba bulutlardan arınmış şu mavi gökten mi düştü buralara? Bana gerçekten bir şeyler oluyor.
       
Bu gün benim için bir milat olmalı hissel ve tinsel olarak, ayrıca öncelikle onun gülüşünü görüyorum birkaç metre uzaktan, sanki gülüşünden şiir damlıyordu. Düşünsene, damlaya damlaya şiir kitabı olur onun seri gülüşlerinden… Yanındaki kişi de arkadaşı olmalı ki güler yüzlü muhabbetleri var anladığım kadarıyla. Bunun yanında saçlarının rüzgâra karşı raksını fark ediyorum. Düşünebiliyor musun, saç telleri ekip halinde dans ediyordu, dansa eşlik eden ses tonları şu ağacın dallarında öten kuşların sesi diyebilirim. Hava ne kadar da güzel, hafif bir yel esiyor. Esiyor yeller ama kimsenin de üşüyor gibi hali yok.
       
Evet, onu ilk defa görüyorum ve yüreğimde bir şiirler çarpıyor. Aklımdan bir şeyler karalamaya başlıyorum. Hiç düşünmemiştim şimdiye dek, bir otobüs durağında birine çarpıntı olacağımı, birine kafamın içinde birkaç satır yazacağımı. Ben onu ilk kez bu otobüs durağında gördüm, bu otobüs durağı mukaddes bir yerdir artık benim için.

Dakikalar sonra otobüs geldi, otobüse biniyor, ayaklarında topuklu ayakkabılar… Bakiyeniz yetersiz! Anladı ki kent kartında bakiye yok, cüzdanından çıkardığı beş lirayı uzatıyor şoför beye. Karşılığında buyurun diyerek şoför bey paranın üstünü uzatıyor. Acaba çantasında şiirler de taşıyor olabilir miydi? Acaba bir gün ben de kendi ellerimle yazmış olduğum bir şiiri avuçlarına uzatabilecek miydim? Şiirlerden öte ona elimi uzatabilecek miydim? Sakin ol, nereden nereye geldim şimdi. Yarınları bilemeyiz ki, hep muamma… Şimdi yarını düşünerek şu anları mahvedemem. Ardından ben de biniyorum otobüse.
       
Tesadüf değil, tamamen kasten ben oturmuş olduğu koltuğun arkasındaki koltuğa oturuyorum, sırf saçlarına daha yakın olabilmek için, onun saçlarını daha yakından görebilmek için. Saçları biraz şiirle karışık şampuan kokuyor. Yeni duştan çıkmış olabilir. O esnada kendime biraz dikkat ediyordum da ter kokuyordum ben, tabi ya onun gibi şampuanla karışık şiir kokacak halim yok ya. Ben ne şiir kokuyorum burcu burcu ne de parfüm kullanıyorum. Arada bir sakal tıraşı sonrasında kullandığım kolonyadan başka bir rayiha malzemem yok.

Kendime biraz çekidüzen vermeliyim sanırım, sonuçta insan içine çıkıyoruz diye düşünüyorum. Biraz albenimiz olmalı. Daha doğrusu o beni böyle düşündürmeye sevk etti o an için. Otobüsün içerisi sıcak geliyor bana, havasızlık kasvet doğuruyor. Bu ahval içinde onun saçlarına dalmış düşünüp gidiyorum; otobüste üniversite yerleşkesinden şehir merkezine doğru. O arada otobüs yol güzergâhındaki bir otobüs durağından yine yolcular alıyor. Üç erkek yolcu ve iri yarı bir kadın yolcu otobüse biniyor, kadın yaklaşıyor oturduğum yere doğru, yaşlı biri. Bir gözü toprakta, diğer gözü benim koltukta… Kolları ve yüzü buruşuk... Birazcık ayakta yolculuk etmek zorunda, boş bir yer görememişti kendine ve ne yazık ki yanı başımda dikiliyor, elleri de buruşmuş. Siyah siyah lekeler…

Nereden çıktı bu kadın diye içimden geçiriyorum bu cümleyi. Otobüs dolusu cümle âlem içerisindeyim, ayakta kaldı kadıncağız. Evet, ayıp oluyor o kadına yer vermiyorum. Anlık bir hareketle kalktım yerimden, buyurun siz oturun diyorum. Sağ ol evladım bile demiyor iyice yaşlanmaya yüz tutmuş kadının teki. İnsan bir teşekkürler eder, ne bileyim nezaket gösterir bir gülümsemeyle. Bazı kadınlar var, suratları mahkeme duvarları, bunun gibi mesela… Suratına bak, acı bir çay koy… Yaşlanmak ki tebessümünü öldürmüş olabilir ya da ne yaşadıysa artık… Gülümsemeden mahrum bir yüzün günden güne daha da ihtiyarlamasına inanıyorum.
       
Bu üniversite yerleşkesinden şehir merkezine ayaklarım üzerinde yolculuk etmekten nefret ediyorum, biraz da başıma ağrılar girdi, ortama adavetim biraz daha artıyor. Pozitif düşüneyim diyorum, saçlarınızı bu sefer tepeden fethediyorum, kusuruma bakmayın da yanı başınıza bir süreliğine bir ağaç gibi dikileceğim. Siz yine benden bihabersiniz.

Saçlarınızda tek un tanesi bir kepek bile yok, bir ak saç tel tanesi de yok. Kar görmemiş saçlarınız… Maşallah! Gençsiniz güzelsiniz üzersiniz diye düşünüyorum. Beni üzmek için ideal birisiniz, aynı zamanda beni mutlu etmek için ise çok fevkalade birisiniz. Burcu burcu saçlarınızdan cayıp gözüm biraz kaydı, ellerinize doğru. Elleriniz bir yemek yapabilecek kadar olgun mu? Elleriniz yaprak sarma sarmasını bilir mi, çiçek sulamasını, kitap tutmasını? İnanamıyorum eliniz, neredeyse elinizden büyük bir telefon tutuyor, akıllı telefon mu ne diyorlar bunlara, elinize ağır gelmiyor mu bu telefonlar, bu telefonlar sizi de aptallaştırıyor mudur acaba?

Elinizde bir okuma kitabı olsaydı daha da çok şiirleşirdiniz hanımefendi,  ne de olsa otobüsteyiz. Ne yalan söyleyeyim, hep yabancı filmlerde gördüm de hiç otobüs içerisinde kitap okuyan bir insan tanesi görmedim. Doğrusu böyle düşünüyorum da ben de okumuyorum ki…  Kendime inatla düşünüyorum kitap üzerine, neden elinizde bir kitap yok, okuyabilirsiniz mesela gözlerinizle içinizden. Tamam, benim elimde de kitap yok; ama ben kitap almaya gidiyorum şehir merkezine. Koskoca kütüphanemizin var olması her kitabın olacağı anlamına gelmiyor, bir nebze olsun eksiklikleri gidermeye gidiyorum paramın yettiğince. Siz neler yapacaksınız şehir merkezinde, bunu da merak ediyorum, kedi teyzeye dönüyorum o dakikalarda.
       
Önyargı olmasın diye belki e-kitap okuyorsunuzdur diye gözlerimi telefonunuza biraz daha dikkat kesiyorum, görebildiğim kadarıyla mesajlaşıyorsunuz. Ya o ne Allah aşkına? Gülücük atıyorsunuz, orijinal gülüşünüz ağzınızın ortasında, siz de mi smile? Sizin birazcık da gamzeleriniz belirgin yüzünüzde, o smile’de hani gamzeniz? O akıllı telefonlar, o smile’da belirgin bir şekilde gamze üretmeyi akıl edememiş olmalılar. Herkes tarafından makbul olabilecek gülüşünüz, teknoloji kurbanı… 

Acaba telefon numaranız kaç, kiminle mesajlaşıyorsunuz acaba, eskiden insanlar mektuplaşıyordu. Mektuplaştığınız biri yoktur herhalde, bu teknoloji kalabalığı içerisinde. Benim de yok zaten. Ah bu teknoloji! Hayatımızı çok basite indirgedi. Teknolojinin o kadar çok geliştiğini sizden anlıyorum ki, o akıllı telefonunuzun camından rujunuza bakıyorsunuz, aynalara ayıp ediyorsunuz.  Siz gülünce, dişleriniz beyaz gelinlikler giymiş gibi halaya duruyor sanki… Şiirler ithaf edilmiş olabilir mi acaba gülüşünüze öncesinde? Ben çok şiir yazdım, arkadaşlarımın isteği üzerine sevgililerine bile şiir yazdım, acayip bir şey bu inan… Sizin isteğiniz üzerine size değil, içimden gelerek kendim size yazıyorum şu an aklımın odasında. Sürrealist bir ressam değilim ama sürrealist düşünmeyi seviyorum. Bulutların şekillerinden şiir yazabilirim size… Daha nicesi…
       
Nihayetinde otobüs şehir merkezine geldi 12 dakikalık bir yol mesafesinden sonra. Ayakta olduğum için öncelikle ben ve birkaç kişi inmiş oluyor otobüsten, indikten birkaç saniye sonra durak çevresinde sağ solu gözetliyormuşum gibi eylemlerde bulunuyorum. O da iniyor aheste aheste, ayaklarında topuklu ayakkabılar...

Olur ya filmlerde yolcu otobüsten iner, peronlar çevresinde bekleyen sevdiğini görür, sevdiğine koşar ve sarılır doyarcasına...  Neyse hevesim kursağımda kalsın o bana sarılmaz zaten, ben hem biraz ter kokuyorum hem de onun ayaklarında topuklu ayakkabılar var. Topuklu ayakkabılarla bana koşup sarılacak hali ve hevesi yok ya! Aklımdan bir an olsun öyle böyle şeyler geçiyor, o bana sarılsa yüreğime inerdi sanırım, pek alışık değilim ki sarılmalara. Ve bana ailemden başka sarılan pek olmadı. İstisnai biri olsun ister insan ama benim için ille de olsun istemiyorum ama olacaksa da olsun olmayacaksa da sağlık sıhhat olsun. Hayırlısı olsun.
       
Yürümeye başladı, ayağınızdaki topuklu ayakkabılarla arkadaşınızdan uzun olacağınızı sanıyorsunuz galiba. Boyunuz nereden baksam 1,70. Ama saçlarınızın uzunluğunu rakamsal olarak ifade edemiyorum. Şiirsel bir ifadeyle, atkuyruğuna benzeyen siyahımtırak saçlar… Masalsı bir ifadeyle rapunzel… Çok abarttım yine sanırım. Topuklu ayakkabılarınızla biraz daha uzunsunuz, saçlarınızın uzunluğu da hala dikkatimi çekiyor. Acaba her gün suluyor musunuz bu saçlarınızı? Sulamak mesele değil de saçlarınızı kurulamanız sizi yormuyor mu? Saçlarınız biraz da dalgalanıyor, havada hafif yel var, saç telleriniz yellere maruz. Sonra saç telleriniz üşütür, kırılırlar belki. Saçlarınızın sağlığı bile düşünmeye başlıyorum, yine garipleşiyorum.
       
Bir yüz metre yürüdünüz, siz sanırsınız ki o ayaklarınızdaki topuklu ayakkabılarla podyumda yürüyorsunuz. Hanımefendi, burası kaldırım, sizi tanıştırayım. Bakınız şunların hepsi de kaldırım taşı, merhaba deyin. Burası Paris’te bir moda defilesi değil, burası Muğla’nın bir kaldırımı. Siz manken değilsiniz, siz şiirsiniz haberiniz yok. Kasmayınız kendinizi, rahat olunuz. Ayaklarınıza yazık, o topuklu ayakkabılarınız ağrı ve nasır yapmıyor mu ayaklarınızda? Yalın ayak yürüseniz daha iyi, şeytan diyor ayaklarındaki topuklu ayakkabıları çıkar, şu işyerinin damına at… Takıntılıyım galiba bu topuklu ayakkabılara…
       
Bu iki arkadaş, benim gideceğim ismini yazmak istemediğim bir kitapevine yönlerini çeviriyorlar, ne güzel bir şey bu. Kitap alacaklardır, yoksa niye girsinler ki kitapevine. Saniyeler sonra ben de kendimi buluyorum kitapevinde. Dört bir taraf kitaplarla dolu, ortalık kitapla karışık o kokuyor. Yeni bir kitap kokusunu içime çektiğim çok olmuştur. Bu sefer, onunla aynı ortamda hele de kitaplar içerisinde aynı havayı soluyorum. Burnum bayram ediyor, ciğerlerimde bayram havası sanki…  Hapşırıyorum o an, tek bir tane çok yaşa diyen de yok... İkinci hapşırmam da geliyor hemen ardından, yine yok… İnsan bekliyor işte, tanımasa da etmese de çok yaşayın lafını duymayı… Sonuçta aynı ülkenin insanları, aynı dinin mensupları, aynı ortamın müşterileriyiz.
       
İster istemez iki arkadaş arasındaki muhabbete kulak misafiri oluyorum, o an için kendimi tanrı misafiri ilan ediyorum, konuştuklarına, ayrıca arada bir gözlerim ona kayıyor. Gözlerimle onu tepeden ayağa taciz etmek değil benimkisi, güzele bakmak şiirdir. Bizim ki yine çantasının içerisindeki küçük bir çantadan bir kâğıt parçası çıkarıyor. Masa başında oturan ak saçlı gözlüklü kitapçı beyefendiye şu kâğıtta yazan kitaplardan almak istiyoruz, acaba var mı diye soruyor. O küçük kâğıt parçasında hangi kitapların adı geçiyordu, onu da merak ediyorum. Ben de o esnada bir taraftan onların sesine kulak veriyorum, bir diğer taraftan gözlerimle kitap isimlerine göz atıyorum. Nihayetinde almam gereken iki tane kitabı alıyorum elime, bunlar da okunup bağrımıza basılmalı deyip aynı zamanda kitapevinin kasiyeri olan kitapçı beyefendi amcaya doğru adımlarımı atıyorum. Şiir hatun oracıkta beklemelerde… Yan yana gelmiş olduk, onun yanı ne kadar çok heyecan verici. Acaba bu şehre tanrı misafiri misiniz diye sormak geçiyor içimden… Yoksa siz yoksunuz da ben sanrılar mı görüyorum acaba? Yok, yok siz varsınız ve ben görüyorum sizi, gerçekten varsınız.

        Yanındaki arkadaşı mırıldanırcasına Mehlika saat kaç diye sordu? Şiirime kestirdiğim yanımdaki güzelin, adını duymuş oldum o soru içerisinde. Ve aylardan eylül, onun adı da Mehlika. Dışarıda belki bahar havası yok ama eylül rüzgârları var ve içimde sekmeyi yeni öğrenen bir ceylan yavrusu… Anasının kuzusu olmalı Mehlika, görünümünden tavırlarından biraz öyle anlaşılıyor. Ama Mehlika biraz da aptal çıktı diyebilirim, o elindeki elinden büyük akıllı telefon aptallaştırıyor gerçekten onu. Sol kolunda bir saat var, oradan saatin kaç olduğuna bakmaya aklını erdiremiyor ve telefonuna bakıyor; saat on biri çeyrek geçiyor diyerek arkadaşına cevabı veriyor. Ses tonu, kulağa şiir gibi geliyor.
       
Onunla şimdi yan yanayım, sanki beraber yemek yemiş üstüne bir de çay içmişiz de hesabı ödüyoruz kasiyere. Alakası yok bu sanki ile… Gözlerime inanamıyorum, ben sanıyordum ki onlar bağrına basabileceği, okuyabileceği kitaplar aldı. Ders kitapları… Hangi öğrenci bağrına basmış bu ders kitaplarını? Aldıkları kitaplar Eğitim Psikolojisi bir diğeri de Yazılı Anlatım kitabı. Belli ki üniversite hocaları, şu kitabı bu kitabı alın ders için demiş. Bari bir tane olsun, okumalık kitap alsaydınız, hesabı ben öderdim her ne kadar tanışık değilsek de. Aldıkları kitaba bakacak olursak sanırım Eğitim Fakültesi öğrencisi Mehlika…
       
Her şey güzel de sorun şu ki ben Mehlika ile nasıl tanışacaktım, ona nasıl merhaba diyecektim, hadi diyelim merhaba! Sonra ne diyeceğim? Bana demezler mi sen de kimsin? Aklıma bir fikir geldi ilk muhabbeti oluşturmak adına, bu ikisine hibe kitap hediye edecektim, madem okuma kitabı almadınız, kendi ellerimle kitap bağışlayacağım size. Kitap da hayat kurtarır. Bir de nereden bulduysam birazcık cesaret topladım. İçimde o an itibariyle bir çuval dolusu cesaret. Kız ahalisi ile iletişim kurma konusunda pek becerikli değilim, bunu biliyorum. Birazcık kabuk kırabilsem, kıralım olup bitsin ne olacak sanki? Karşısına çıkacağım insan ne kraliçe ne de imparatoriçe. Aynı fakültedeysek o da alelade biri ve ona şiir gibi davranan bir ben şiir zat var. Madem ona ben şiir gibi diyorum, onun karşısına çıkabilirim, kır şu zincirlerini.  
       
Onlar, okul kitaplarını alıp kitapevinden çıktıktan sonra ben hemen kasiyer kitapçı amcaya aldığım kitapların ücretini ödedim. Aldığım 3 kitabın maliyeti önemli değil. Aldığım tüm kaliteli kitaplara verdiğim para helal hoş olsun. Amcacığım, insan bir iyi okumalar diler, biz okuyucular kitap aldıktan sonra ayraçlarını bile parayla alıyoruz bu şehirde. İnsan bir ayraç hediye edip bu da bizden der. Parayla ayraç almıyorum doğrusu, alan oluyordur elbet. Okumakta olduğum kitabın hangi sayfasında kaldıysam sayfanın sağ üst köşesini bükenlerdenim. Yine de insan bu da bizdendir diyerek bir ayraç bekliyor. Siz nasıl kitapçı esnafısınız, gözünüz paraya doymuyor!
       
Kitapevinden hızlı adımlarla çıktım, Mehlika’nın peşine düşüyorum, hızlı hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum… Yaklaşıyorum arkalarından. Bir bakar mısınız, affedersiniz diye seslendim, sesim biraz utanırcasına. Sesim kıpkırmızıca… Mehlika yüzünü bana dönüyor, arkadaşı da dönüyor. Bu seslenen de neyin nesi diye bakıyorlar. Yüz yüze geldik, sonra göz göze geliyorduk ki bu kadar yakından, gözlerini kaçırdı. Gözlerini bir anlık arkadaşına çevirdi.
       
Sadete geliyorum:  
       
Sizin vaktinizi fazla almayacağım, biraz önce Anatolia kitapevinde sizleri gördüm de sanırım derslerle alakadar birkaç kitap aldınız, onlar okunacak tadılacak kitaplar değil, öyle düşünüyorum. Ben bir kitapsever olarak, istiyorum ki kitaplara ilgi artsın. İşte elimde gördüğünüz şu iki kitabı ikinize hibe etmek istiyorum. Yani alın bu kitapları, okuyun… Okul içerisindeki derslerle alakadar kitaplardan başka, gazetelerde magazin ve spor sayfalarındaki haberlerden başka yazı okumayan bir gençlik istemiyorum. İstiyorum ki gençlerimiz daha çok kitap okusun, daha çok bir şeyler okusun... Bu benim naçizane ve devede kulak niteliğinde bir çabam. Ama olsun, şahsen ben kendim sarf ettiğim bu çabadan hiç rahatsızlık duymuyorum, siz de rahatsızlık duymazsınız sevinirim, o yüzden alın bu kitapları. Okursanız, ne mutlu size… Ne mutlu bana… Ne mutlu ülkemize…
       
Uzun bir konuşma oldu bu sanırım, olduysa oldu ne yapalım? Mehlika bir şeyler söylemeye başladı, iyi ya da kötü bir dilsel tepkisi olacaktı. Tabi şaşırdılar önce, bu neyin kafası der gibiydi bakışları. İyi hoş güzel de siz bizim kitap okumadığımızı nereden biliyorsunuz, biraz bize önyargı ile yaklaşmadınız mı dedi. Bu ayaküstü muhabbet biraz uzayacak gibi görünüyordu.
       
Önyargı değil benimkisi, doğrudur kitap okuyorsunuzdur. Belki okumuyorsunuzdur, kitap okumamak belki ayıp değil ama kayıp. Kitap okuyor ya da okumuyorsunuz, ben kitapları uzatıyorum, ister alırsınız ister almazsınız. Ama alırsanız ben şahsen mutlu olacağım şayet almazsanız bir birey olarak sizlere kırılacağım. Kimseyi kırmak gibi bir düşünceniz hiç kimse için yoktur sanırsam. Evet, alıyor musunuz kitaplar havada kalmasın.
       
Mehlika elini uzatıyor, alıyor hibe ettiğim kitapları. O an aklıma şoförün uzattığı paranın üstü geliyor. O an ki düşüncelerim… Mehlika’ya şiirler de uzatmak istiyorum, kendim yazmış olduğum.
       
E siz kitapsız kaldınız dedi arkadaşı. Benim kocaman bir kütüphanem var diyerek ilk gerçeğimi arkadaşına söylüyorum. Büyük bir kütüphanem var, raflardaki kitap sayısı binlerde diyebilirim. Daha da büyük bir kütüphanem olsun istiyorum doğrusu…

Teşekkür ederim, mutlu oldum. Bu iki kitabı siz kendi aranızda bölüşürsünüz. Umarım okursunuz, rafa koyup oralarda tozlanmasınlar. Okumanız temennim.
       
Mehlika gülümsedi ve o esnada kompliman mı dersiniz yağ yakmak mı dersiniz ne dersiniz bilemem de tutamadım dilimi. Gülüşünüze de toz konsun istemem, tekrar teşekkürler. Rahatsızlık verdiysem de affedersiniz, kusuruma bakmayın iyi günler.

        Oradan öylece çekiliyorum, iltifatıma bir şey diyemedi, gülümsedi sanki içinden ama yüz ifadesi olarak belli etmedi. Kitaplar bahane idi, Mehlika ile konuşabilmek ilk defa… Kabuğumu kırmış oldum biraz, konuşabildim onunla ses tellerim arada bir titrese de… Bu kitapları seviyorum gerçekten. Her ne kadar okuma niyetiyle aldığım kitapları onlara hibe etmiş olsam da mühim değil. Resmi olarak tanışamadım onunla belki ama en azından ismini biliyordum. Mehlika… Ve aylardan eylül, havada eylül esintileri… İçimde bir ceylan yavrusunun sekiyor olması. Kendisiyle tanışamadım ama gülüşüyle tanıştım, gülümseyişine çok yakından tanıklık ettim. Sanırım yine bana bir şeyler oluyor, ceylan yavrusu yetmiyormuş gibi bir de karnımın içinde kelebekler…
       
Aldığım kitaplardan iki tanesinin hayrını görmüş oluyorum. Ama o iki kitabı okumam gerekliydi, kitapevine tekrar dönüyorum. O iki kitabı bir kez daha alacaktım. Kitapevine giriyorum, kasiyerde yine okul kitaplarının ödemesi var galiba, iki kişi okul kitaplarına paralar ödüyor.
       
Beşinci kat rafta buluyorum yine, o hibe ettiğim iki kitabı da.  Kasiyer kitapçı beyefendiye ödemeyi yaparken, içimi biraz dökmek istiyorum, birkaç kelime… Bir cümle. Amca, bak sana ne diyeceğim,  kitapevinizin bir dış tarafına herkesin okuyabileceği afişler yapıştırmalısınız, afişlere de şöyle bir not düşmelisiniz: ‘Ders için kitap satmıyoruz, gerçek okuyucu için kitap satıyoruz!’

Kitapçı amca, sana bir şey daha sormak istiyorum, bu işin içindesiniz. Malum kitaplar satıyorsunuz, genel olarak da daha çok eylül ve şubat aylarında okul kitapları satıyorsunuz öğrencilere. Acaba şu okuma kitaplarından hiç okuduğunuz oldu mu? Olmadı mı? Birkaç tane dışında mı? Değil mi, o kitaplar size para doğuruyor, kitap satmanız ekmek parası sizin için, saygı duyuyorum.
       
Hayırlı işler!


MEHLİKA / Yasin Gümbür

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder