8 Ağustos 2015 Cumartesi

Sait Faik Öykücülüğü





Sait Faik, öykücülüğü meslek edinen hatta onu bir hayat tarzı olarak yaşayan Modern Türk öykücülüğünün çığır açıcı öykücülerinden biridir. Ömer Seyfettin’den sonra öyküdeki ısrarıyla, bu türün edebiyatımızda yerleşmesinde, sevilmesinde, saygınlık kazanmasında öncü rol oynamıştır. Türk edebiyatında adeta her şeyin öyküleştirilebileceğinin ve disiplinsiz, hesapsız da öykü yazılabileceğinin anıt örneklerini vermiştir. Öykülerindeki savruk dil anlayışına, tartışmalı cinsel seçimine ve iddiasız, fazlasıyla temellendirilmemiş sanat algısına rağmen, coşkulu, içtenlikli öyküleriyle herkesin kabulleneceği bir öykü dünyası yaratarak Türk öykücülüğünün temel taşlarından biri olmayı başarmıştır.
Öykülerinde gündelik yaşamımızda varlıklarını bile hissetmediğimiz insanların sıradan yaşamlarını, “tutunamayanları”, bir köşeye itilmişleri, sokak serserilerini, hayat kadınlarını, balıkçıları gündeme getirerek Türk öykücülüğüne “küçük insan” kavramını kazandırmıştır. Bu tematik seçim, biçimsel tercihine de yansımış, şöhreti, yazarlık seçkinciliğini reddetmiş, sanki içlerinde birlikte yaşamaktan zevk duyduğu bu insanlarla eşitlenmek için sıradan, sade bir anlatımı yeğlemiştir. Hatta zaman zaman öykücü kimliğiyle alay etmiştir. Bir sohbet havasında, müdahil yazar tavrıyla adeta okurla birlikte öyküyü kurgulamıştır. Coşkuyla yazıp gitmiş, dönüp arkasına bakmamıştır. Bu tavrı onun çok üretmesini sağlamış ancak zaman zaman da tekrara düşmesine ve niteliksiz şeylere de imza atmasına neden olmuştur.
Sait Faik küçük insanları anlatırken mevcut düzene/yapılanmaya eleştirel ve muhalif bir tutum sergiler. Ama bu muhalefeti bir teklife dönüşmez. Yani sadece tespit eder, okura bir ideolojik görüş dayatmaz. Çünkü onun peşinde olduğu adı konmuş toplumsal bir proje yoktur. İnsanların hayallerinin gerçek olduğu, mutlu olduğu, haksızlıkların olmadığı, özgür bir dünyayı arzuladığını vurgulamakla birlikte bu beklentilerini bir siyasi hareketle irtibatlandırmaz. Örneğin Sabahattin Ali’deki özgürlük anlayışı “toplumsal” bir görüşün (sosyalizm) yansımasıyken, Sait Faik’te bu sadece “bireysel” bir projedir. Yani o insanın her istediğini yapabildiği, toplumsal baskıları hissetmediği bir özgürlüğü savunur. Yaslandığı yer de “hümanist” bakış açısıdır. Bu tavrıyla da öykücülüğümüzün ana damarları olan, Ö. Seyfettin, Sabahattin Ali çizgisinden ayrı, yepyeni bir alan yaratmıştır kendisine. Türk öykücülüğünde bu anlamda bir öncü görevi üstlenmiş, kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü etkilemiştir. İdeolojilere mesafesi nedeniyle kimilerince sosyal olaylara ilgisiz kalmakla suçlanmış, “bağlı” bir yazar olmaması eleştirilmiştir. O ise insanlara gerçekleri, doğruları gösterecek bir ideolojik görüşü olmadığını sürekli tekrarlamak zorunda kalmıştır. Ama angaje eleştirmenler de dahil kimse ondan vazgeçememiş, sanatını teslim etmek zorunda kalmışlardır.

Öykü Serüveni

Sait Faik, genç sayılabilecek bir yaşta (48) ölmesine karşın ardında küçümsenemeyecek bir öykü birikimi bırakmıştır. Kuşkusuz bunda yazı dışında bir başka işle uğraşmamasının ve öyküde sebat etmesinin payı büyüktür. “Semaver”, “Sarnıç”, “Şahmerdan”, “Lüzumsuz Adam”, “Mahalle Kahvesi”, “Havada Bulut”, “Kumpanya”, “Havuz Başı”, “Son Kuşlar”, “Alemdağda Var Bir Yılan”, “Az Şekerli”, “Tüneldeki Çocuk”, “Mahkeme Kapısı” kitapları yayınlanmıştır. (Bu yazıdaki alıntılar Bilgi Yayınevi’nin Bütün Eserleri dizisinden olacaktır.)

İlk kitap “Semaver” (1936) onun sanat yaşamı boyunca peşinde olduğu deniz, çocuk, kadın, aşk, özgürlük temalarını yansıtır. İlk kitap olmasına karşın anlatım kusursuz ve dönemine göre orijinaldir. İkinci kitap “Sarnıç”ta (1939) ilk kitaptaki temel izlekleri sürdürür. Yoksulluk, cinsellik, özgürlük arayışı baskındır. Yoksulları savunmakla birlikte ideolojilere mesafeli olduğunu öne çıkarır. Hümanist bir bakış açısıyla, dünya vatandaşlığını savunur. İnsan olmanın gereklerini yerine getirmenin dünyadaki tüm problemleri çözeceği fikrini ileri sürer. İlk kitabın aksine daha düz bir anlatımı yeğler. “Şahmerdan” (1940) ise onun en zayıf kitaplarından biridir. Bu kitapta sosyal meselelere biraz daha fazla eğildiği gözlenir. Ameleleri, ekmek peşindeki gazete satıcılarını, balıkçıları, çöpçüleri, çingeneleri gündeme getirir. Ama cinsellik metinlerde hep belirleyicidir. Anlatımda ise sade, yalın bir üslubu benimser.

Sekiz yılık aradan sonra yayınlanan “Lüzumsuz Adam” (1948) onun öykü dünyasında yepyeni bir adımdır. Artık dünyaya, insanlara coşkuyla bakmamaktadır. O hayat dolu kahramanlar gitmiş, yerine hayata, insanlara küsmüş tam bir hayal kırıklığı yaşayan kahramanlar gelmiştir. Kimi araştırmacılar ondaki bu karamsarlığı siroz hastalığını öğrenmiş olmasına ve yazdıklarından dolayı yargılanmasına bağlarlar ki bu kabullenilebilir bir durumdur. Sait Faik kitap boyunca derin umutsuzluk ve yalnızlık vurgusunu öne çıkarır.

“Mahalle Kahvesi”nde (1950) yoksulları, düşkünleri, dışarıdakileri yazmayı sürdürür. Kestane satıcısını, Hallaç Babayı, yoksul çocukları, balıkçıları… Anlatımın merkezinde yine yazarın kendisi vardır. Anlatıcı, sarhoş, yalnız, dışarıda hayatı gözlemekte, şehre, onun düzensizliğine lanetler yağdırmaktadır. Ancak bazen küçük insanların namuslu yaşam mücadelesini görünce yeniden insanları sevmesi gerektiğini düşünür.

“Havada Bulut” (1951) ise “çerçeve hikâye” tekniği ile yazılmış öykülertoplamıdır. Kitap boyunca bir yazar öykü yazma serüvenini anlatır. Öyküsünde kendisine çok benzeyen bir köpekli adamı konu edinir. Sonunda öğrenir ki bu adam da bir öykücüdür. Kitaptaki öykülerin bazılarını da bu adamdan dinleyerek oluşturur. Her öykü sonunda, yeni öykü haber verilir. Böylece kitabın tamamında bir bütünlük hedeflenir. Temalar ise bildik Sait Faik temalarıdır. Tabii köpekli adam da Sait Faik’ten başkası değildir.

“Kumpanya” (1951) da üç uzun öykü yer alır. Kitaba da adını veren ilk uzun öyküde, turneye çıkan bir tiyatro kumpanyasının oyuncularından Sitare bir keresteciyle kaçınca tiyatro dağılır. Öykü tümüyle diyaloglardan oluşur ve sade bir anlatıma yaslıdır. Kısa öykünün gereklerinden olan sıkı örgü, dil özeni ve ritim öykülerde görülmez.

Sait Faik, öykücülüğünün ana izleklerini “Havuz Başı”nda (1951) da sürdürür. Yine aklında sevgilisi, derin hülyalara dalmış anlatıcı, İstanbul’un meyhanelerinde, kahvehanelerinde, parklarında dolaşarak orada rastladığı, gözlediği insanları, onların dünyalarını anlatır. Bu mekanlarda rastladığı kişiler de elbette serseriler, kumarbazlar ve yenilmişlerdir. Yani dışarıdakiler. Bunları hiç aşağılamaz, hatta yüceltir. Çünkü ülkede yaşanan hırsızlıklardan, yapılan yanlışlıklardan, haksızlıklardan bunların hiçbirinin günahı yoktur. Kitaptaki kimi öykülerde tekrar tuzağına, kimi öykülerde de denemenin tuzağına düşer.

“Son Kuşlar” (1952) daha kırık, daha hüzünlü öykülerden oluşur. Hayatla ölüm arasında gidip gelen Sait Faik, iyiden iyiye adaya, balıkçılara, denize odaklaşmıştır. Karaciğer rahatsızlığını artık satır aralarına yerleştirmeye başlar. Ölümün yaklaştığının, hayatın elleri arasından kaydığının farkında, kırık, içli metinlere dönmüştür. Artık geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir durumda geçip giden güzelliklere ağıtlar yakmaktadır.

“Alemdağda Var Bir Yılan” (1954) Sait Faik öykücülüğünün zirvesi olur. Hişt, Hişt, Dülger Balığının Ölümü, Bir Hastalık gibi Türk öykücülüğünün klasiklerinden olmuş öyküler bu kitaptadır. Ölümünden önce yayınlanan bu son kitabında özensiz, derinliksiz öyküler yok denecek kadar azdır. Biçimsel anlamda da öykücülüğümüzün çığır açıcı kitaplarından biridir. (Ferit Edgü: Yaklaşan ölümü sezmiş gibi tüm bir yaşamı boyunca biriktirdiklerini, dile getiremediklerini, kuğunun son şarkısı misali, bu kitabındaki öykülerinde dile getirmiştir.) Gerçeküstü/sembolik bir anlatımla, toplumsal dayatmaların, hoşgörüsüzlüğün insanı nasıl kendi haline bırakmadığı, başka bir şeye dönüştürdüğü, toplumsal atmosferin farklılıkları nasıl yok ettiği incelikle işlenir.

Ölümünden sonra yayınlanan “Az Şekerli”, (1954) “Tüneldeki Çocuk” (1955), “Mahkeme Kapısı” (1956) kitaplarında tipik Sait Faik öyküleri yer almakla birlikte, bir dağınıklık, savrukluk gözlenir. Kimi metinleri öykü olarak nitelemek bile zordur. Ancak yazarın müdahalesi dışında hazırlanmış bu kitapların biçimsel yapısındaki dağınıklığını elbette anlayışla karşılamak gerekir

Öykü Anlayışı

Sait Faik kelimenin tam anlamıyla bir enstantane öykücüsüdür. Onun öykülerinin pek çoğu İstanbul’u ve insanlarını bir zaman diliminde donduran fotoğrafik öykülerdir. O ömrü boyunca boynunda eski püskü fotoğraf makinesi, akıp giden hayatı (İstanbul’u, İstanbul’un insanlarını) ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Kimi düşlere, kimi tensel arzulara, kimi yaşama coşkusuna yaslı enstantanelerle, gözlemlerle öyküsünü oluşturmuştur. Öyküleri de üst üste yığılmış kartpostallar gibidir. Birinde sislere batmış Galata Köprüsü, üstünde balıkçılar, seyyar satıcılar, arkada belli belirsiz Yeni Cami; diğerinde, adalarda üçüncü sınıf bir kahve, önünde insanlar, uzanıp giden tozlu yollar, yol boyunca serviler, mor salkımlar, zakkumlar. Bir başkasında, Beyoğlu’nda camları kirli bir pastane, hemen önünden geçen tramvay ve sinemadan çıkan kalabalıklar. Daha bir yığın İstanbul görüntüsü, çeşit çeşit insan manzaraları. İstanbul’u anlatan, insanlarını tanıtan renk renk kartpostallar.

O İstanbul’u dolaşıp, bir türlü içine giremediği insanlara (özellikle savrulmuş insanlara) dünyalar kurar öykülerinde. Sokakları, iskeleleri, istasyonları gezerek başıboşları, mutsuzları, yalnızları, kimsesizleri anlatır. Şehrin ışıltılarında yalnızlığın, ölümün, yoksulluğun lirizmini arar. Ona göre, “Sokakta, bir dükkânda, bir kalabalık yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür.” Ama insanları anlatırken şehri ondan ayırmaz, onları bir bütün içinde anlatır. Öykülerinde şehir ve insan kaderinin ortaklığına vurgu yapar. Herhangi bir yerde gözü birine takılır ve onunla ilgili düşünmeye başlar: Kimdir, ne iş yapar, çoluğu çocuğu var mıdır? Öykü buradan başlar ve onu anlamaya, zihninde bir yerlere oturtmaya çalışır. Ardından kahraman olarak seçtiği bu kişiye özgü bir dünya yakıştırır.

Bazen nasıl öykü yazdığını saklamaya çalışır: “Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamları çıkıyor, camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum. Sıkılmıyor muyum? Aksine, müthiş eğleniyorum. İnsanların yüzüne, hal ü etvarına bakıp hikâyeler mi düzüyorum? Ne münasebet!” (Mahalle Kahvesi, S.50) dese de öyküsünü aynen böyle yazar. Bir bakarsınız yolda birinin peşine düşmüştür: “Önümde bir adam gidiyor. Vakit gece yarısını geçeli hayli. Tıknaz, kalın enseli...” (Mahalle Kahvesi, S.56). Ya da bir enstantaneyi canlandırmaya başlar: “Köprü’nün üstünde el ayak çekilmişti. Üstünden başından amele olduğu anlaşılan bir adamla, yine aynı yaşlarda elbisesinden gemiciliği dökülen bir başka adam hiç konuşmadan yanyana cıgaralarını tüttürerek, Üsküdar’a doğru bakıyorlardı.”

Düş ve gerçek onun dünyasında içi içedir. Kahramanlarına kurduğu/yakıştırdığı dünyaların pek çoğu muhayyeldir. Anlatır anlatır, sonra, “Çingene kızının muhayyel olduğunu söylememe lüzum var mı?” (Tüneldeki Çocuk, S.38) diye öyküsünü bitirir.

Sait Faik dünyayı/yaşamı seven ama kendi istek ve arzuları ile onu değiştiremeyeceğini anladığında, hayallere/öyküye ihtiyaç duyan biridir. Bu anlamda öykü, onsuz yapamayacağı bir şeydir. Çünkü gündelik hayatının, hayat görüşünün eksik kalan yanlarını öyküyle/yazıyla tamamlamaktadır: “Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah insanları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgi ile seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan binbir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındaydım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum.” Bireysel tutkuları, yaşamı güzelleştirme/renklendirme çabaları/arzusu onu sanata/öyküye götürür. Muhayyel, romantik, şairane tutumu toplumsal yapıyı/inancı/alışkanlıkları aşma girişiminin bir yoludur. Bütün zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onu cezbeder. Kuşkusuz bu yolla bir şekilde kendisini de test etmektedir: aylaklığını, aczini, ürkekliğini...

Bu anlamda yaşadıklarıyla yazdıkları birbirinden ayırt edilemeyecek örnek isimlerden biridir Sait Faik. Ne yaparsa yapsın, neyi yazarsa yazsın “özne” hep kendisidir. Aylaklığa övgüler bu anlamda otobiyografiktir. Akıp giden gündelik hayattan günübirlik sevinçler, mutluluklar, acılar üretirken aslında hep kendi ruh hâlini yansıtır. Pek çok öyküsünde bireysel arayışlarını, arzularını bu gözlemleri üzerinde test ederek, olayı yine kendine döndürerek özne olur. Gündelik hayatın inceliklerini, ayrıntılarını yakalamak tüm gizlerini çözmek isterken aslında kendini anlamaya, anlatmaya çalışır. Pek çok yerde de rüyaya bu yüzden başvurur. Edebiyatı, hayatı güzelleştirmede bir araç olarak görür. Zaten kimi öyküleri, mektup, söyleşi, deneme, izlenim, öykü arasında gider gelir. O da bunu hiç önemsemez, aldırmaz. Sadece yapması gereken şeyi yapmaktadır, o kadar. Bu da, dönemin “gazeteci-hikâyeci” anlayışına denk düşen bir “muharrirlik”yaklaşımı ve rahatlığıdır.

“Eftalikus’un Kahvesi”nde, öyküsünün oluşma serüvenini, nasıl öykü yazdığını bütün çıplaklığıyla izah eder. Eleştirmen olmak isteyen bir edebiyat heveslisi ile Eftalikus adlı kahvede söyleşirken, o, içten içe öyküsünü kurmaktadır. Edebiyat heveslisi genç, yazara çeşitli sorular sorar. Yazar da cevaplandırır. Ama bütün bu konuşma sırasında yazarın (Sait Faik) gözü hep karşısındaki âmâ/kör adamdadır. Âmâ adam, birine bağırırken Sait Faik adamla ilgili olarak düşünmeye başlar: “Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın karşı tarafa, “Mahmut Bey” diye sesleniyor. Demek ki, Taksim sinemasının önünde olduğunu biliyor. (...) Acaba kör etrafın havasından, gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor, yoksa adımlarını mı sayıyor?” Yazar bunları düşünürken genç adam durmadan onu öven sözler söylemektedir. Sait Faik’in aklı hâlâ o kör adamdadır. Onunla ilgili zihninde yorumlar yapmaktadır: “Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir.” Bir ara genç adam: “Hikâyelerinizi nasıl yazarsınız?” diye sorar. Sait Faik şöyle cevaplar: “Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra konuşuyorlardı. –Bilmem- dedim yine-, işte böyle körükörüne. İşte meselâ şimdi bir hikâye yazıyorum. Hem ismini bile koydum-dedim.” Sonra Eftalikus’un merdivenlerinden inerler. Öykünün sonunda şunları söyler: “İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.”

Sait Faik öykülerinde kısa kısa cümlelerle, bir akışkanlık ve şiirsellik peşindedir. Diyaloglarla yorduğu öyküleri olduğu gibi, kusursuz bir ritimle oluşturduğu öyküleri de vardır. Onun bir anlatım biçimi olarak seçtiği yöntem sahihlik ve içtenliktir. Okura ulaşmayı önemsediği için çoğunlukla sıradan ve basit bir yöntemi kullanır. Büyük olaylardan ziyade, küçük ama derinlikli durumları öyküleştirmeyi sever: “Ben hikâyeciyim diye, sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde, bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakıalar beklemeyin.” (Lüzumsuz Adam S. 128). Ama gerek büyülü gerçekçiliği (Mesaret Oteli gibi), gerekse sürrelasist yaklaşımlarla oluşturduğu öykülerinde de oldukça başarılıdır. (Alemdağda Var Bir Yılan). Ahmet Mithat’tan mülhem yazarın metne müdahalesi onun sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Bu da içtenlik ve sahihlik arayışının bir sonucudur. Buralarda kurmacayla adeta dalga geçer.

Temalar; Yalnızlık, cinsellik, kadın, çocuk, aşk, deniz…

Onun öykülerinin temel izleklerinin başında yalnızlık gelir. Ama yalnızlık değişik şekillerde tezahür eder. Öncelikle öykülerde büyük düşünsel ve felsefi arayışlar içerisinde varoluşsal sancılar çeken insanların yalnızlığı yoktur. Daha çok avareliği, serseriliği seven insanların bir başınalığı vardır. Anlatıcının yalnızlığını düşünürsek bu çoğunlukta Sait Faik’in yalnızlığıdır. Bu da hikâye kovalayan bir muharririn yalnızlığıdır. Yani derinliksiz, zorunluluğun dayattığı bir yalnızlık. Öte yandan içmeyi, düşler aleminde gezmeyi seven birinin bohemliği. Yalnızlık bazen toplumun değer yargılarından, kimi zaman da gerçeklerden kaçış olarak gerçekleşir. Bir mutluluk arayışı, kaçınılmaz bir sığınak. Sinemalar, parklar, meyhaneler, kahvehaneler de bu yalnızların mekanlarıdır. Yalnızlığı besleyen temel argümanlardan biri de sevgiliye kavuşamamadır. Sevgililerden uzak kalma, kavuşamama, kaybetme yalnızlığı doğurur. Böyle bir sevgili gerçekten var mıdır bilemeyiz. Çoğunlukla düşseldir. Yani seçilmiş yalnızlığın mazeretidir. Kimi kez de karşılanamamış, karşılanması imkansız sapkın arzuların (çocuk) bir sonucudur yalnızlık. Ama çoğunlukla derinlikli, varoluşsal bir arayışın sonucu değildir.

Onun öykülerinin temel izlerinden biri de cinselliktir. Sait Faik’e göre insanlar doğal yaşamın, tabiatın bir parçası olarak cinsel özgürlüklerini sonuna kadar yaşamalıdırlar. Çünkü cinsellik insan hayatının gayesidir. Buralarda Freud’yen bakış baskındır. İnsanın en büyük eylemi kadın erkek birlikteliğidir. Aslında yaşanan bütün problemlerin çözüm yeri tam da burasıdır. Ama cinsellik bu toplumda hiçbir zaman hakkıyla yaşanmaz. Bu yüzden insanların mutsuzluklarının kaynaklarının başında cinsel arzularının karşılanmaması gelir. Hayatta mutluluğu yakalamış insanlar iyi bir sevgili bulan insanlardır. Onun mutsuz kahramanlarının çoğu kadınsız ya da erkeksiz kişilerdir. Cinsellik asla doyurulamayan bir şeydir. Herkes bir şekilde cinsel açlık yaşamakta, bu karşılanamadığı için de hastalıklı haller ortaya çıkmaktadır. Kadınlar öykülerde o kadar işlevseldir ki dünya sanki onların etrafında dönmektedir. “Ahmet, dünya yüzünde sahip olunacak şeyin yalnız bir kadın olabileceğini, ötesinin ise yalan” olduğunu düşünür. (Semaver, S.74). Kadınları kastederek bir kahraman şöyle der: “nefes almaktır, nefes alamayınca yaşanır mı çocuklarım.” (Lüzumsuz Adam, S. 181). Mutluluğun kaynağı ya güzel bir sevgiliye ya da eşe sahip olmaktır. Mutsuz evlilikler yapan insanların ise ayağı kaymıştır. Hayat dolu kadınlar olarak özellikle rum ve ermeni kadınlar gösterilir.

Onun öykülerinin bütününe yayılan bir başka yönelim de çocuk düşkünlüğüdür. Pek çok öyküsünde çocuk düşkünlüğünü anlatır. Anlatıcı insanlar, kalabalıklar arasında önce çocukları görür. Bol bol çıplak çocuk tasvirleri çizer. Kimi yerlerde de şefkat, merhamet ve şehvet iç içe geçer. Yani Usta öyküsünde kahramanımız şöyle der: “karılardan çok çocukları severim.” (Alemdağda Var Bir Yılan, S. 47). “Semaver”deki Şehri Unutan Adam öyküsünde, bastırılmış cinselliğin marazi halleri anlatılır. “Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak isteyen” kahraman ne çocuklardan ne de kızlardan umduğunu bulamaz. Sarhoş denerek ondan uzaklaşılır. Peşlerine düştüğü kızlar, seni polise veririz diye tehdit eder, çocuk bahşişi iade eder, onu aşağılar. Kahramanımız kızların peşindedir ama sanki bunu bir şeyleri örtmek için yapmaktadır. Anlatıma hep çocuk görüntüleri sokuşturur. Bilinçaltında çocuk vardır ve aslında bunu anlatmak istemektedir ama toplumsal baskılardan çekindiği için kadınları öne çıkararak olayı örtmeye, meşrulaştırmaya çalışır.

Deniz, Sait Faik için sonsuz özgürlük demektir. Dertlerden, tasalardan, huzursuzluklardan kurtuluştur. İnsan her şeyi ondan öğrenir: “Dersler deniz kadar güzel, deniz kadar öğretici miydi acaba?” (Semaver, S.21). Hayat kaynağıdır: “Deniz ona ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası yaşamanın zevkini ve lezzetini verirdi.” (Semaver, S.20). Çünkü “Denizler karalardan daha geniştir.” (Semaver, S.90). Onun deniz yaklaşımı en iyi izah eden öyküsü “Stelyanos Harispulos Gemisi”dir. Öykü sembolik bir anlatıma yaslanır. Adada dedesi dışında tüm ailesini kaybetmiş on iki yaşındaki Trifon’un hayallerini bir gemi temsil etmektedir. Yaptığı gemiyle dünyayı dolaşacak, şehirlere uğrayacak, yeni yerler görecektir. Gemi bir anlamda onun kıstırılmış hayatından kurtulma aracı, özgürlük düşlerinin simgesidir. Ama yaptığı bu gemiyi de mahalle çocukları, insanlar batırır. Bu öyküde sembolik bir anlatımla toplumsal yaşamın/değer yargılarının bireysel özgürlükleri kısıtladığı, onu yok ettiği anlatılır.

Sait Faik, Türk edebiyatında, öykücülüğünün, sanatının kalitesi üzerinde neredeyse ittifak edilmiş ender yazarlardan biridir. Üzerine pek çok bağımsız incelemeler yapılmış ve öykücülüğü genel anlamda onaylanmıştır. Adı neredeyse modern Türk öykücülüğüyle özdeşleşmiş olan Sait Faik’in herhangi bir ideolojiye yaslanmamasına karşın, günümüze değin okunuyor, seviliyor olması hiç şüphesiz onun sanatının gücünün de bir göstergesidir.

Necip TOSUN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder